İslam’ın Muhteşem Gücü

İslam’ın Muhteşem Gücü

İslam, gücünü Allah’tan almaktadır. Allah; “yaratıcıdır, mülkün tek sahibidir, ortağı, eşi ve benzeri yoktur.” İslam’ın da eşi ve benzeri yoktur.

İslam; “mülkü okuma, anlama, kavrama, mülkten yararlanma, mülke saygılı olma” kılavuzudur.

Allah güçlü olduğu için İslam da güçlüdür. İslam; hakikat dinidir. Hakikatin gücüyle insan yarışamaz. İnsan, hakikat karşısında sadece el kaldırır, teslim olur.

İslam’ı sorgulamak, insanın haddine değildir. Nefsini azdırdığı için teslim olmamış insan, hariçten bir ecnebi olarak İslam’a bakınca, tabi ki İslam ona çok cazip gelmeyecektir.

Hele de ilk bakışta İslam, onlara göre, henüz evrimini tamamlayamamış insanımsıların dini olarak görünecektir.

Ama ikinci bakışta insan, biraz kendinden utanacak, üçüncü ve devam eden bakışlarında ise utancından yerin dibine girecektir. İslam’ı cahil-cühelanın dini sanmak, insanın asıl cehaletidir.

“Ben vicdanımı Ankara’ya sattım. Bana as derlerse asarım, bırak derlerse bırakırım” diyen Şark İstiklal Mahkemesi başkanı Mazhar Müfit Kansu misali, re’sen satılmamış vicdanların İslam karşısında durabilmeleri imkânsızdır. İslam mutlaka insanı cezbeder, teslim alır.

İslam neden teslim alır?

Çünkü İslam; insan fıtratını hayatın yegâne dini ile buluşturmasının adıdır. İslam, tamamen bir fıtrat dinidir.

Allah, hayatın tek sahibidir. Her şeye gücü yetendir. İnsanı ‘ölü’ bir halden, ‘diri’ bir hale getirip ‘yaratan, yaşatan, sonra öldüren’ ve sonra yine ‘diriltecek’ olandır.

Allah’ın önünde ‘başların eğilmesi’ bir şereftir. Çünkü insanın başı, tam da “eğilmesi gereken yere” eğilmiş, “hakiki büyüğün azameti karşısında” secdeye kapanmıştır.

Ama insanın şu “çok çok kısa dünya hayatında” menfaat için, kendisi gibi “ölümlü bir hemcinsinin uğrunda eğilmesi, yağcılık yapması, riya, gösteriş, yaranma atakları yapması” ne kadar utanç vericidir.

İnsan; “yaratıcısının Allah olduğunu kabul etse bile” ya patronunu ya amirini ya siyasi bir liderleri ya da para ve nüfuz sahibi insanları tazim ederek, sanki “yaratıcı onlarmış gibi eğilip-bükülmesi, yağcılık ve mürailik yapması” dünyanın en ahlaksız tutumudur.

İnsan; insanlara, “hak ettikleri oranda” saygı göstermeli ama hiçbir insanın “onun rızkını vermediğini, hastalanınca iyileştirmediğini, insanın insana rab ve ilah değil, sadece vesile olduğunu” çok iyi bilmeli ve ilişki bu zaviyeden kurulmalıdır.

İslam’ın Müslümanlara kazandırdığı “bu ilişki düzeyi” ne kadar seviyeli ve imrenilesidir.

Allah Rasulüne, “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasulü” diyerek itaat eden sahabe, buna rağmen “sorgusuz-sualsiz teslimiyetin” sadece ve sadece “Allah’a yapılacağının” tam şuurundaydı.

Rasulullah (sav) kendilerine “bir şey emrettiğinde”, ona en küçük şekilde bile “saygısızlık yapmayan” bu güzide insanlar, “ya Rasulallah, bu size Allah’ın bir emri midir, yoksa sizin şahsi görüşünüz müdür?” sorusunu çok rahatlıkla sorabiliyorlardı.

Onlara bu terbiyeyi veren elbette İslam’dı.

İslam’ın muhteşem gücü önünde “hiçbir tiranın, hiçbir diktatörün ve hiçbir cahiliye toplumunun” ayakta durması mümkün değildir.

Yukarıda değindiğimiz gibi, “vicdanını satmış olanları” hariç tutuyoruz. Fakat bu noktada insanların aklına, “Madem İslam’ın önünde kimse duramaz da neden dünya İslam’a teslim olmuyor?” türünden bazı sorular gelebilir.

Bu soruya şöyle bir cevap vermek mümkündür:

İslam çok çok güçlüdür ama tıpkı “güneş tutulmasında ayın, dünya ile güneş arasına girmesi” gibi, “İslam’la insan arasına giren, gerilen” birçok “karaltılar” bulunmaktadır.

Burada asıl suçlu elbette, “İslam’la insan arasına giren” yani “İslam’ı örtmeye çalışan İslam düşmanlarının bu saldırısını defetmeyen” müslümanlardır.

Rasullerin yaptıkları da aslında işte budur yani “insanların İslam’ı olanca sadeliğiyle tanımaları için, suyun önüne gerilen çer-çöp misali, İslam’a gölge eden lüzumsuzları temizlemek, gölge etmemelerini sağlamaktır.”

Cihadın bir tanımı da budur.

İnsanoğlu; toplumun, devletin, basın-yayın ve iletişim araç-gereçlerinin, gerek Hristiyan gerekse ‘Müslüman kılığındaki misyonerlerin’ taarruzlarına maruz kalmaz da, ‘İslam’ı kaynağından okuma’ bahtiyarlığına ererse, ‘İslam’ın çekim gücüne karşı koyabilmesi’ asla mümkün değildir.

Rasulullah’ın, adeta ‘fıtrat ayetlerinin tefsiri’ mahiyetindeki, “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar” sözü, bu yalın hakikate işaret etmektedir.

Bütün anne-babalar; “bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe doğru adım atan çocukları üzerinde fıtrat mucizesini” bütün gerçekliğiyle müşahede etmektedirler.

Ne zaman ki çocuk, “ergenlik ve rüşt çağına” ermiştir, işte o andan itibaren İblisin “sağ, sol, ön ve arka cihetlerden gelerek” insanı azdırmaya çalışması da başlamıştır.

İşte bugünkü İslam ümmeti olarak bizler, daha işin başında, “ilk ergenlik günlerinde” bu fıtrata sahip çıkamıyor, çocuklarımızı “iblisin korkunç taarruzundan” koruyamıyoruz.

Korumak şöyle dursun, “tek sussun da beni rahatsız etmesin..” diye, Roma’da, arenada “aslanların önüne atılan köleler” misali, çocuklarımızı “ya İblisin televizyon aletinin önüne atıyoruz ya da eline, hemen iblisin cep telefonu aletini” tutuşturuyoruz.

Sonra da (Kırgız edebiyatçı yazar) Aytmatov’un kahramanı Kolaman’ın annesi gibi, “yürekler yakan bir seslenişle” çocuklarımızı aramaya koyuluyoruz…

İslam’ın muhteşem gücünü her şeye rağmen, “bugünkü Avrupa ve Amerika’da müşahede etmek” çok daha basittir.

Mesela “bir metrekarelik kumaştan ibaret olan bir başörtüsü”, sanki bir başörtüsü değil de, “büyük orduların sancaklarıymış” gibi, bütün dünyada adeta “fırtınalar” estirebilmektedir.

Oysa ki ‘başörtüsü’ (yani tesettür) bir silah değildir, bir afiş, pankart, bir siyasi toplantı, miting, protesto, boykot veya bir kıyam (kalkışma?) vb. değildir.

O; bir mümine kız ya da kadının sokağa çıktığında -Allah’ın emri gereği- giyindiği bir dış elbise ve başına örttüğü bir örtüden ibarettir.

Ama galiba tesettür, bu sayılanların hepsi -ve daha fazlası- olmalıdır ki, “nice ülkelerde büyük çalkantılara” sebep olabilmektedir.

Günümüzde çokça sulandırılmasına, birçok kadında Allah’ın emri olmaktan, bireysel özgürlük hurafesine evrilmiş olmasına rağmen “tesettür” yine de tek başına “gavurla olan mücadelesini büyük bir azimle” sürdürmektedir.

Fransa Milli Eğitim Bakanlığı tüm okullarda “başörtüsünü yasaklayan bir genelge” gönderme gereği duyuyorsa;

Fransa’da merkez sağ ve merkez sol partiler, feminist gruplar, masonlar, cumhuriyetçi ve laikçi aydınlardan oluşan cephe, “başörtüsünü Fransız yaşam biçimine bir tehdit” olarak görüyorsa;

Müslümanların “domuz eti yememesi”, Müslümanların yaşadığı bu laik ülkelerde birtakım düzenlemeler yaptırabiliyorsa;

Fransa hükümeti, “kendi laik yaşamlarına uyum sağlamaları için” (sömürgecilikten kalma bir refleksle) mesela “imamları eğitmek” gibi bir işe girişiyorsa;

Fransa’da “İslam’ın olmaması için” hükümet bir “Fransız İslam’ı” üretmeye yelteniyorsa (Ömer Çaha, Fransa’da İslam Karşıtlığı ve Laisizm, İst-2011) bütün bunlar, İslam’ın gücüyle olmaktadır.

İslam’ın muhteşem gücünü bütün insanlık daha henüz görmedi.

İslam’ın gücünden “hiç mi hiç haberdar olmayanlar” sadece, asırlık dozlarda narkoz almışçasına “uyuşuk ve baygın vaziyetteki kimi Müslümanlardır.”

Türkiye’ye gelince; burada “laik ve demokrat cephenin bütün bileşenleri İslam’ın gücünü bilmekte,” bunu da asla Müslümanlara anlatamamaktadırlar.

Türkiye gibi beldelerde “İslam; müminlere umut, mümin olmayanlara iç yarası” olmaya devam etmektedir.

Gayri müslimler ise “İslam adına ülkenin en mutena köşesinde bir yaprak kımıldasa, bunun yakında büyük şehirlerde İslam fırtınasına dönüşeceğinden” endişe etmektedirler.

Bu toplum; “helak edilen toplumların” uğradıkları bütün duraklara uğrayarak, sonuçta “ya İslam ya da helak seçeneğiyle” baş başa kalacak ve “kurtuluşun yalnızca İslam’da olduğunu” bir gün anlayacaktır.

Ama önemli olan, “biz Müslümanların gafletimizi ölümcül hale getirmeden; hayata, var olmaya, İslami mücadeleye” yeniden dönmemizdir.

Aksi takdirde Cenabı Allah’ın, “bizi yok edip, bizim yerimize Allah’ı sevecek, Allah’ın da kendilerini seveceği bir toplum” yaratması elbet mümkündür.

Ne buyurmuştu Rabbimiz:

“Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytin (yağın) dan tutuşturulur. Onun yağı neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (böyle) temsiller verir. Allah her şeyi bilir.” (Nur suresi 35)

İslam işte bu temsildeki ‘zeytune’ gibidir; “dostları onu mehcur bırakmış olsalar da o yine de insanlığa, kâinat çapındaki bir deniz feneri gibi” parlamaya, yol göstermeye devam etmektedir.

Kim bilir, dostları değilse de “düşmanlarının, İslam’ın kıymetini bilecekleri ve tüm yeryüzünün İslam’ın nuruyla aydınlanacağı günler” belki de çok yakındır.

Yazan Mehmed Durmuş / 06 Eylül 2023

NOT: Bu yazı içeriği ile bağlantılı şu Linkteki makalemi de mutlaka okuyun derim. Çünkü size çok şey kazandıracağını düşünüyorum. Saygılarımla – Bekir Yetginbal


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın