Peygambersiz, İslami Mücadele Ol (a) maz

Peygambersiz, İslami Mücadele Ol (a) maz

Kur’an-ı Kerim’de “Peygamber”le ilgili ayetlere baktığımızda, bütün ayetler, Peygambere iman etmeyi (Bakara, 2/177; Nisa, 4/136), O’na kayıtsız, şartsız itaat etmeyi (Al-i İmran, 3/31-32; Nisa, 4/59, 64, 80; Ahzab, 33/36) O’nu örnek almayı (Ahzab, 33/21, Mumtehine, 60/4) emretmektedir.

Dolayısıyla bu ve benzeri ayetlerden, ancak Peygamber örnekliğinde verilecek bir mücadelenin İslami bir mücadele olacağı kolaylıkla anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber’in (as) Veda Hutbesinde “Size iki şey bırakıyorum, şayet sarılırsanız dalalete düşmezsiniz; bu iki şeyden biri Kur’an-ı Kerim, diğeri ise Sünnetimdir” buyurması da bunu teyid etmektedir.

Dolayısıyla bir mücadelenin, İslami mücadele olabilmesi için bu mücadelenin Allah’ın rızasına uygun olması ve hedefinin de bu hedefe ulaşmak için izlenilen yol ve yönetimin de mutlaka İslami olması gerekmektedir.

İşte o zaman böylesi bir mücadelede gösterilecek çaba ve gayret, salih amel / amel-i hasene olacaktır.

Aksi halde gösterilecek amel bir iştir ama Allah tarafından kabul edilebilecek salih amel / ameli hasene değildir.

Zaten bir amelin salih amel olabilmesi için, o ameli işleyende üç şartın bulunması gerekmektedir.

Bu şartlardan biri, o kişinin mü’min olması (çünkü mü’min olmayanların ameli makbul değildir; Al-i İmran, 3/91; İbrahim, 14/18);

İkincisi, o ameli sadece Allah rızası için yapmış olması (Beyyine, 98/5);

Üçüncüsü ise Şâri’nin koyduğu ölçüler dâhilinde o amelin işlenmiş olması gerekmektedir.

Aksi halde işlenen amelin, salih ya da amel-i hasene yani Allah tarafından kabul edilebilir bir amel olması mümkün değildir.

Bu anlatılanlardan da anlaşılmaktadır ki bizler, Peygamberleri ve onların küfürle, şirkle ve tuğyanla mücadele yöntemlerini örnek almak zorundayız.

Bu nedenledir ki Peygamberlerin mücadele şekilleri ve yöntemleri Kur’an-ı Kerim’de uzun uzun anlatılmıştır (Yusuf, 12/111).

Dolayısıyla Müslümanlar, sadece peygamberlerin ailesiyle, çevresiyle, kavmiyle olan ilişkilerinde izledikleri yol ve yöntemi değil, aynı zamanda hatta belki de öncelikli olarak verdikleri tevhidi mücadeleyi örnek almakla mükelleftirler.

Çünkü Peygamberlerin esas sorumluluğu, Allah’tan aldıkları mesajı, kendilerine öğretilen / gösterilen metoda / yönteme uygun olarak insanlara ulaştırmaktır.

Zaten her peygamber, bir tek bu amacı gerçekleştirmek üzere gönderilmiştir. Bu amaç ise insanları tek ilah olan Allah’a ibadet etmeye ve tağuttan kaçınmaya davettir. (Nahl, 16/36).

İnsanların bu mesajı kabul edip icabet etmeleri ya da etmemeleri, peygamberlerin sorumluluğunda değildir.

Usulüne / metoduna uygun olarak davet etmiş olmalarına rağmen insanlar iman etmemişler ise peygamberlerin (ve dolayısıyla mü’minlerin) bu konuda yapacakları başka bir şey yoktur.

Nitekim Allah’u Teâlâ ayetlerinde peygambere hitapla;

‘Onlar iman etmiyorlar diye kendini helak mi edeceksin, (Şuara, 26/3; Kehf, 18/6) biz istersek hepsini iman ettiririz. Sen onlara tebliğ etmekle mükellefsin, onların üzerine bekçi / muhafız değilsin’ buyurmakla, başta peygamberler olmak üzere bizlerin de tebliğde yetki ve sorumluluğumuzun çerçevesini belirtmiş olmaktadır.

Bu çerçevede Hz. Nuh (as), tevhid mücadelesine bıkmadan, usanmadan 950 sene (Ankebut, 29/14) devam etmiştir.

Gece gündüz demeden sürdürdüğü bu mücadelesinde, bir bıkkınlık, bir ümitsizlik de asla söz konusu olmamıştır.

Hz. Nuh (as), kavminin şirkteki ısrarına rağmen mücadelesini devam ettirmiş, ancak bu mücadelesine rağmen kendisine iman eden insanların sayısı bir ailenin fertleri kadar hatta daha az olduğunu Kur’an bize bildirmiştir.

Nitekim bir ayette, ‘Onunla birlikte çok az kimse iman etmişti’ buyrulmaktadır (11/40).

Ama bütün bu sıkıntılara rağmen Hz. Nuh (as) davasında, davet şeklinde ve tebliğ yönteminde asla bir değişikliğe gitme ihtiyacı duymamıştır.

Bu tavrın, davetteki bu azmin, bizler, Hz. İbrahim’de (as), Hz. Musa’da (as) ve diğer peygamberlerde aynı şekilde devam ettiğini görmekteyiz.

Hiçbir peygamber, içinde yaşadığı küfür sistemi karşısında ümitsizliğe düşmemiş, karşılaştığı zorluklardan dolayı davet yönteminde asla bir değişikliğe gitme ihtiyacı duymamıştır.

Aynı zamanda içinde yaşadıkları şirk sistemiyle uzlaşmamış, onlarla birlikte, onların kural ve kurumlarıyla iç içe, hiçbir şey olmamış gibi yaşamamıştır.

Dünyaya ve dünyanın içindekilere bakışları da hep aynı olmuştur. Her bir peygamber, tevhid mücadelesinde, acele olan için değil, ahir olan için mücadele etmiştir.

Çünkü onlar için ahir olan, ilk olandan yani içinde yaşadığı dünyadan daha hayırlıydı (Duha, 93/4; A’lâ, 87/16-17).

Her peygambere indirilen vahyi değiştirmek nasıl mümkün değilse ya da değiştirmeye kalkışmak ne derece günahsa aynı şekilde, bu ilahi vahyi insanlara götürme yol ve yöntemini değiştirmeye kalkışmak da günahı gerektirir.

Zaten hiçbir peygamber, bu metodun dışına çıkmadığı gibi şartların değiştiği bahanesiyle asla bu metodu / yöntemi değiştirmeye kalkışmamıştır.

Merhum Şehid Seyyid Kutub’un da isabetli bir şekilde belirttiği gibi “Kur’an’ın indirilişi nasıl Rabbani ise onun insanlara ulaştırılma tarzı/yöntemi de Rabbanidir.”

Bir Müslüman için peygamberlere itaat etmek, imani bir sorumluluk olduğuna göre peygamberlerin izlemiş oldukları bu yol ve yöntem de onlar için uyulması gereken bir mükellefiyettir, bir sorumluluktur.

Çünkü bu mükellefiyet, Müslümanlar için aynı zamanda bir ibadettir.

Üstelik bu metoda uygun olarak faaliyet gösterip göstermemek, Müslümanların tercihlerine de bırakılmamıştır.

Çünkü bu, Müslümanlar için akidevi bir zorunluluktur.

Zaten, İslam’ın gözettiği hedefleri, İslam’ın öngördüğü ilke, esas ve metoda riayet etmek şartıyla gerçekleştirme faaliyetleri, ancak ‘İslami Faaliyet’ler olarak adlandırılabilir.

Çünkü bu faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde, faaliyetlerin kendisi kadar izlenen yöntem ve metod da önemlidir.

“Bir farzın yerine getirilmesi için gerekli olan şeyler de farzdır” kaidesi gereğince bir faaliyetin İslami olabilmesi için izlenen yol ve yöntemin de mutlaka İslami olması gerekmektedir.

Peygamber Efendimiz ya da Kur’an’da zikri geçen diğer peygamberler, kendi dönemlerindeki despotik ve oligarşik güçlere karşı verdikleri tevhidi mücadelede, bu anlamda taviz vererek asla uzlaşma yolunu denememişlerdir.

Dolayısıyla Peygamberlerin tevhidi mücadeledeki bu tavrı, her dönemde – özellikle de günümüzde- mücadele veren Müslümanlar için asla vazgeçilmez bir örnektir.

Çünkü tevhidi mücadelede, Müslümanlar için öncü ve örnek alınacak şahsiyetler, peygamberlerdir.

Hiçbir Peygamber, bütün zorluklara, kendilerine yönelik saldırılara ve işkencelere rağmen hiçbir zaman İslâm’ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır.

Bu konuda en ayrıntılı örneği, son peygamber Hz. Muhammed’in (as) hayatında görmek mümkündür.

Mekke’de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık dönemde, hem kendisine hem de mü’minlere insanlık dışı baskı ve işkence yapılırken, işkenceleri durdurmak ya da biraz olsun hafifletmek için bile tevhidden ve ilkelerinden en küçük bir taviz dahi vermemiştir.

Mekke’nin mele ve mütref,[1] müstekbir yöneticilerine, zenginlikle şımaran siyasi zorbalara karşı iletilmesi gereken ilahi mesajı asla gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları ve putçuları övecek bir tavır kesinlikle sergilememiştir.

Kendisinin ve mü’minlerin hayatı pahasına, işkencelere, boykotlara rağmen kimseden çekinmeden, sözlerini eğmeden, bükmeden, müşrik önderlerin hoşuna gitmese de Kur’an’ı ve Allah’ın hükümlerini, açık ve net bir şekilde insanlara tebliğ etmiştir.

Hz. Peygamber (as), ihtiyaç duyduğu zamanlarda bile asla müşriklerden yardım kabul etmemiş ve onlarla uzlaşma yoluna gitmemiştir.

Bunun örneklerini siyer kitaplarında çokça görmek mümkündür.[2]

Ayrıca İslami mücadele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Resulullah (sas) tarafından uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçındığı gerçeği naslarda açıkça belirtilmiştir.

Nitekim Kafirun Suresi, Müslümanlarla diğer batıl din mensuplarının bir arada, uzlaşmış olarak birbirlerinin dinlerini kabul etmiş şekilde bir arada yaşamalarının mümkün olmadığını açıkça bize göstermektedir.

Bu suredeki ve diğer surelerdeki ayetler, Müslümanlarla müşrikler arasındaki ayrılığın kesin ve net olduğunu, gri herhangi bir noktanın bırakılmadığını açık ve kesin bir emir olarak bize bildirmiştir.

‘Sizin dininiz size, benim dinim bana’ (Kafirun, 109/6) ayeti, bu ayrılığı ve uzlaşmanın asla mümkün olmayacağını kesin bir şekilde ortaya koymuştur.[3]

Allah’u Teâlâ’nın “zalimlere[4] meyletmeyin ateş size dokunur” (Hud, 11/113) ayetinde, Resulullah’ın da (as) bir Hadis-i Şerif’inde açıkça “Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız” diye emretmesi (Nesai, K. 48, B. 52), müşriklerle uzlaşmanın, onlara meyletmenin ve onlardan yardım istemenin kesinlikle mümkün olmadığını göstermektedir.

Bu da bize gösteriyor ki; tevhid ile şirkin, küfür ile imanın, mü’min ile kâfirin, muvahhid ile müşrikin, uzlaşı içerisinde bir arada, birbirlerinden memnun bir şekilde yaşaması asla söz konusu değildir.

Bu, konjonktürel ya da içtihadla değiştirilebilecek bir durum da değildir.

Çünkü İslam’da, tevhid ile şirk arasında uzlaşma veya orta çözüm yolu yoktur.

Ancak Hak veya batıl, hayır veya şer, doğru veya yanlış, hidayet veya dalalet, nur veya karanlık, adalet veya zulüm birbirinden ayrı ve birbirine tamamen zıt olarak varlıklarını sürdürebilirler.

Şirkin, tuğyanın nedeni ve üreticisi olan beşer aklının ürünü beşerî dinlerle uzlaşmak, onların uygun gördüğü ya da dayattığı yol ve yöntemleri uygulamak asla İslami olmayacaktır.

Çünkü Kur’an tarihi bize Hz. İbrahim (as) ile Nemrut’u, Hz. Musa (as) ile Firavunu, Hz. Muhammed (as) ile Ebu Cehil’i; Hak ile batılı, Müslüman ile kâfiri uzlaşı içerisinde, birbirlerinden hiç rahatsız olmadan yaşadıklarını göstermemektedir.

Dolayısıyla günümüzde hiç kimsenin de Nuh (as) ile Firavun’u, İbrahim (as) ile Nemrud’u, Muhammed (as) ile Ebu Cehil’i bir arada, Daru’n-Nedve’lerde göstermeye, aynı meclislerde yan yana birbirlerinden memnun bir şekilde oturtmaya hakkı ve yetkisi yoktur.

Çünkü Nisa Suresinde “O, size Kitapta: ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar onlarla oturmayın yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi” (4/140; En’am, 6/68) buyurmak suretiyle Müslümanlar için bir tehlikeye işaret etmektedir.

Çünkü bu ayetlerde belirtilenlerin aksine bir gayret ve çaba, o kişinin Müslümanlığını tartışmalı hale getirir.

Ayrıca Kur’an’da, İslam ile diğer batıl dinleri ve savunucularını uzlaştırmaya dönük bütün çabalar reddedilmiştir.

Son Peygamber Hz. Muhammed’in (as) uzlaşma karşısındaki tavrı ise bugün her Müslüman’ın örnek alacağı tarzda nettir.

Hiç kimsenin bunu evirip çevirmesine ve içinde yaşadığımız şirk sistemlerinin karşı çıkmadığı yol ve yöntemleri, konjonktürel şartlar gereği Müslüman kitlelere İslami kılıflara büründürerek dayatmaya hakları yoktur.

İslam ile beşeri dinler arasındaki temel çelişki, akidevidir

Beşerî dinlerle İslam dini arasında giderilmesi asla mümkün olmayan temel farklar bulunmaktadır.

Beşerî dinlerde, beşer iradesi esastır. Bu iradenin azınlık ya da çoğunluk olması önemli değildir.

Her iki halde de hüküm koymada ilahi vahiy değil, beşer iradesi esas alınmaktadır. Bu ise beşer iradesinin ilahlaştırılması anlamına gelmektedir.

Oysa İslami hükümleri esas alan sistemlerde, ilahi vahiy esas alınmaktadır.

Yani helal ve haramı tayinde, kanun ve şeriat vaz’ etmede, halk iradesi ya da halkın ‘çoğunluğu’ kavramının hiçbir anlamı ve önemi yoktur.

Nitekim ‘Yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar’ (Enam, 6/116) ayeti de bunu teyid etmektedir.

Dolayısıyla çoğunluk, şirk olan bir günahı benimsemiş olsa bu, asla mazur görülemez ve gösterilemez.

Mesela çoğunluk faizin, zina ve içkinin helal / kanunen meşru olduğunda birleşse, şer’i / İslami çerçeve içerisinde bunlar yine haramdır ve bunların haramlıklarını kabul etmeyen bütün insanlık da olsa Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal kılmaya yeltendiğinden dolayı ‘bütün insanlık’ müşrik ve kâfir olur.

Bu, İslam ile beşerî dinler arasındaki temel ve giderilmesi asla söz konusu bile olmayan bir çelişkidir.

Kısacası İslam’da meşruiyetin kaynağı vahiy’dir, beşerî dinlerde ise beşer / insan aklıdır yani heva ve hevestir (Furkan, 25/43).

Beşerî dinlerde ya parmak usulü ile halkın çoğunluğunun kararı ya da zorbalık ve despotlukla egemenlerin kararı esas alınır.

Helal ve haram koyucu, halkın iradesiyle belirlendiği iddia edilen parlamentolardır.

Yani parlamentolar / meclisler / senatolar / kongreler, Allah’ın haram kıldığı zinayı, içkiyi, kumarı, faizi helal, Allah’ın helal kıldığı hicabı, nikâhı vb. diğer helal olan şeyleri ise yasaklayarak haram kılabilir.

Çünkü beşerî dinlerde tek belirleyici unsur, halkın iradesinin temsilcilerinden oluşan parlamentolardır.

Oysa İslam’da, bir şeyin meşru olup olmadığının sınırlarını Allah (cc) tespit etmiştir.

Ancak O, emir ve hükmü koyabilir, helal ve haramı O, tayin edebilir. Çünkü Allah’tan başka hiçbir kimsenin hüküm koymak hak ve yetkisi yoktur.[5]

Allah’ın hükmünün dışında kalan bütün hükümler cahili hükümlerdir ve bu hükümleri kabul etmek, hüküm koyanları Allah’a şirk koşmak ile aynı anlama gelir (Maide, 5/50).

“Ben Müslüman’ım” diyen bir kimse, tek başına da kalsa, asla şirki mazur göremez ve gösteremez.

Çünkü bilir ki Allah’u Teâlâ diğer günahları affetse de şirki asla affetmeyecektir (Nisa, 4/48, 116).

Dolayısıyla İslam Dini ile beşerî dinlerin uzlaşması, barışık bir şekilde bir arada yaşaması asla mümkün değildir.

Çünkü beşerî din/ler (beşer aklının ürünü her türlü ideoloji ve izmler), ayrı bir din, İslam da apayrı bir dindir.

‘Sizin dininiz size, benim dinim de bana’ (Kafirun, 109/6) ayeti, şirkle uzlaşmayı, onunla bir arada yaşamayı kesinlikle yasaklamıştır.

Müslümanlar olarak; laiklerin, Kemalistler veya emperyal ve Siyonist destekli ılımlı İslamcıların saldırıları nedeniyle ahiretimizi tehlikeye atacak hiçbir tavır geliştiremeyiz, geliştirmemeliyiz.

İlkeli davranışta duygusallığa asla yer yoktur.

Şayet olsaydı, Hz. Peygamber (sas), gözlerinin önünde iniltileri arş-ı alaya çıkan sahabelerine yönelik olarak yapılan işkencelerden dolayı geri adım atar ya da bu işkencelerin sona ermesi için uzlaşma yoluna giderdi.

Bu asla olmadığına göre, biz de haklı gibi görünen ama asla haklı olmayan şu ya da bu gerekçelerle duygusal davranarak olmazsa olmaz ilkelerimizden taviz veremeyiz, vermemeliyiz.

Bizler, “Bir elime güneşi, diğer elime ayı verseniz dahi, ben bu davadan vazgeçmem”; “Üzülme! Allah bizimle beraberdir”[6] diyen bir Peygamberin ümmetiyiz.

Bizler, “İnanıyorsanız/iman ediyorsanız üstün olan sizlersiniz.” [7] “Peygamber sizin üzerinizde, siz de insanlık üzerinde şahitlersiniz”[8] buyuran Allah’ın kullarıyız!

Dünyaya hükmetme, kendilerine iktidar verildiğinde iyiliği emretme, kötülükten nehyetme görevini yerine getirmekle[9] ve “hakka rehberlik etme ve adaleti icra etmekle”[10] mükellefiz.

Oysa bugün zulme maruz kalmış, adaleti; küfür güçlerin organizasyonlarında bekler haldeyiz.

Irki, kavmi, coğrafi nedenlerden dolayı ümmet bütünlüğümüz parçalanmış ve dolayısıyla ümmet bilincini kaybetmiş durumdayız.

İslâm, tevhîd dinidir, vahdet dinidir. Tevhid dini ise bir ümmet olmamızı emretmektedir.

Nitekim Allah-u Teâlâ, biz Müslümanları, “ümmetün vahide”[11] olarak vasıflandırmaktadır.

Kur’an, Allah’ın ipine sımsıkı ama topluca / cemian sarılmamızı, parçalanıp, dağılmamamızı[12] istemekte ve aksi halde gücümüzün / rüzgârımızın gideceğini [13] belirtmektedir.

Bütün bu emirlere rağmen bizler, “Neden ümmet bilincini kaybettik?” sorusunu kendimize sormalı ve cevabını da mutlaka vermeliyiz ki bu bilinci yeniden kuşanabilelim.

Bu gerçekleşmeden bu zillet içerisinde yaşamamız devam edecek ve emperyal işgal ve istiladan da kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

Tevhidi mücadelede yani İslam’ın hayat kılınma mücadelesinde örneğimiz Hz. Muhammed’dir (sas).

Hz. Peygamber (as), kendisine yapılan bütün tekliflere rağmen bu mücadele yönteminden asla vazgeçmemiştir.

Bir yandan sahabesi işkencelerden geçirilerek kimileri şehid edilirken, kimileri de Allah’ın yardımı ne zaman ey Allah’ın Resulü çığlıklarına rağmen müşriklerle uzlaşmamış, izlediği yol ve yönteminde yumuşamaya gitmemiştir.

Sahabesi akıl almaz işkencelere, ambargolara tabi tutulmasına rağmen, müşriklere boyun eğmemiş, asla ve kat’a Daru’n-Nedvelere gidip onların hükümlerini / kanunlarını kabul etmeye meyletmemiştir.

Sahabeden Habbab bin Eret (ra), “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye sorduğunda, Hz. Peygamber’in (as) verdiği cevap, İslami mücadelede sabrın ve kararlılığın önemini göstermektedir;

“Sizden önce geçenlerden birinin başının ortasına testere konur ve ayağına kadar kesilirdi de bu, onu dininden döndürmezdi. Demir taraklarla taranır, etiyle kemiği ayrılırdı da bu onu yine dininden döndürmezdi.”

Sonra Peygamber (as) buyurdu ki:

“Allah’a and olsun ki Allah Teâlâ, bu dinin hâkim olmasını arzu etmektedir, öyle ki yolcu San’a’dan bineğine binecek, Hadramût’a kadar gelecek, Allah’tan başkasından ve koyunları için de kurttan başkasından korkmayacak. Ne var ki siz, çok acele davranan bir topluluksunuz.”[14]

Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’de;

“Allah’ın yardımı ne zaman?” “Sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki sonunda elçi ve yanındakiler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler. Dikkat edin, şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır”[15] buyurmak suretiyle mücadelenin kolay olmadığını bize göstermektedir.

Bizler, bir imtihan dünyasında yaşıyoruz; açlıkla, yoklukla / yoksullukla, mal ve canla ve çeşitli şekillerde imtihan edilmekteyiz.

Aslolan bu imtihanı Allah’ın rızasına uygun olarak kazanabilmenin gayret ve çabası içerisinde olmaktır.

Bugün İslam dünyasında, işbirlikçi ve emperyal devletler tarafından her Müslümanı -hatta halen az da olsa vicdan sahibi olan- her insanı üzen katliamlar gerçekleştirilmektedir.

Bu insanlık dışı olaylar karşısında ancak Peygamberlerin verdiği tevhidi mücadele yöntemini esas alarak ayakta durabiliriz.

Müşriklere dayanarak, onların yol ve yöntemlerini izleyerek Müslümanca bir mücadele vermemiz mümkün olmadığı gibi ayakta da kalmamız mümkün değildir.

Bu süreçte her Müslüman üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmekle mükelleftir. Sonucu meydana getirecek ancak ve ancak Allah’tır.

Ancak ne yazık ki içinde yaşadığımız ortam, hakla batılın karıştı(rıldı)ğı bir ortamdır.

Batılı temsil eden müşrikler, haktan yana görünerek insanları etkilemeye ve dönüştürmeye çalışmaktadırlar.

Ne yazık ki başarılı da olmaktadırlar.

Oysa Rabbimiz Kitabında Hak’la batılın birbirine karıştırılmamasını,[16] hakla batılın açık bir şekilde birbirinden ayrıldığını bizlere bildirmektedir.[17]

Ama buna rağmen bu, kendisini İslam’a nispet eden nice kitleler tarafından çok fark edilememektedir. Ümit ve temennimiz; Rabbim, bunu fark edecek basireti ve feraseti bizlere versin.

Yazan Ali KAÇAR

[1] Mele: Kur’an’da mele’ kelimesi sahip oldukları zenginlik, soyluluk, sosyal statü gibi maddî imkânlara aldanarak hak dine ve onun peygamberine karşı mücadeleye girişen, inananlara zulüm ve baskı uygulayan inkârcı liderler hakkında zikredilmiştir. Bkz; islam ansiklopedisi org tr/mele

Mütref: Tefsir kaynaklarında “mütref ”, “bol nimet içerisinde yaşayan, bu nimetleri, Allah’ın rızasına muhâlif bir şekilde kullanmanın neticesinde O’nun gazabına çarptırılan, refah ve zevk peşinde koşan, Allah’ın verdiği çeşitli nimetler içerisinde yaşarken şımaran, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi dini görevleri terk ederek, cenneti unutup dünyayı tercih eden ve ahireti terk edip dünyanın zevk ve lezzetlerine dalan, hayatın tadını çıkarmaya çalışırken, hayatında ahlâkî endişelere pek yer vermeyen ve benzeri kişiler” olarak tanımlanmaktadır.

Kur’an’da sekiz yerde geçmektedir (İsra 17/16; Müminûn 23/64; Sebe’ 34/34; Zuhrûf 43/23; Vâkıa 56/45. Hûd 11/116; Enbiyâ 21/13; Müminûn 23/33; İsrâ 17/16).

[2] Daha geniş bilgi için bkz; genç birikim.net / islamda mucadele-metodu ve demokrasi ali kacar/

[3] Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayetlere de bakılabilir; Mâide, 5/49; Kalem, 68/9; Nisâ, 4/89; İsrâ. 17/73-75; Kâfirûn, 109/1-6; Yunus, 10/15

[4] Zalim, bazı ayetlerde müşrik/kâfir anlamına gelmektedir; Lokman, 31/13; Bakara, 2/254; Ankebut, 29/49

[5] En’am, 6/57; Yusuf, 12/40, 67; Kasas, 28/70, 88 vs.

[6] Tevbe, 9/40

[7] Al-i İmran, 3/139

[8] Bakara, 2/143

[9] Hacc, 22/41

[10] A’raf, 7/181

[11] Enbiya, 21/92; Mü’min, 40/52

[12] Al-i İmran, 3/103

[13] Enfal, 8/46

[14] İbn Kesir Tefsiri, Çağrı Yayınları, 3/831-832

[15] Bakara 2/214; ayrıca Ankebût 29/1-3

[16] Bakara,2/42

[17] Bakara, 2/256


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın