İslam Devleti Yokluğunda Zillet Altında Geçirilen Bir Ramazan

İslam Devleti Yokluğunda Zillet Altında Geçirilen Bir Ramazan..

Bizleri İslam ile şereflendiren Âlemlerin Rabbi, mülkün sahibi, Şanı yüce Allah’a sonsuz defa hamd olsun.

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi en başta ölçü ve örnek Rasul Hz. Muhammed’in, ehli Beytinin, güzide Ashabının, İslam ümmetinin ve sizlerin üzerine olsun.

Alnı secde izli güzel insanlar, can kardeşlerim. Bu yazımda inşaAllah sizlere, “Orucun toplum üzerindeki

Psikolojik etkisi ve İslam Devleti” ekseninde farklı bir bakış açısı vermeye çalışacağım

ORUÇ: Türk diline yerleşmiş Farsça bir kelimedir. Arapça savm kelimesi ile ifade edilir. Sözlükte; “Allah’a ibadet amacıyla yeme, içme vs.. gibi bir çok şeylerden belli bir süre kendini alıkoyma..” olarak tarif edilmiştir.

PSİKOLOJİ: Türk dilinde de kullanılmaya başlayan Fransızca bir kelimedir. Sözlükte; “Ruh bilimi, bir bireyin veya topluluğun kişiliklerini belirleyen hareket etme, düşünme, duygulanma ve davranış biçimlerinin bütünü..” diye tarif edilmiştir.

İlk insan Hz. Adem (as) dan bugünkü insana gelininceye kadar yüzlerce veya binlerce asır geçmiş, hayat şekillerinde bir çok şeyler değişmiş olmasına rağmen bugünkü insanda aynen Hz. Adem (as) in “FITRİ ÖZELLİKLERİYLE” mücehhezdir.

Kaşı gözü, ağızı burnu, eli, ayağı kısacası her şeyiyle günümüz insanının ilk insandan bir farkı yoktur.

Yine ilk insandaki “UZVİ İHTİYAÇLAR İLE İÇGÜDÜLER” günümüzde yasayan insanlarda da aynen vardır ve kıyamet gününe kadar da bu böyle devam edecektir.

Bu Allah’ın bir sünnetidir yani SÜNNETULLAH’tır. Bu bakış açısı İslam’ın bakış açısıdır. İslam dışındaki ideolojilerin veya şahısların bakış açıları ise Müslümanlar olarak bizi bağlamaz.

Darwin’ e inananlar, onu sevenler, onun zırvalarına tabi olmaya devam etsinler. Kıyamet gününden sonra herkes sevdiğiyle haşr olunacaktır.

Evet, uzvi ihtiyaçlar ve içgüdüler, insanoğlunun iki temel özelliğidir.

UZVİ İHTİYAÇLAR tatmin edilmezse insan ölür. İÇGÜDÜLER tatmin edilmezse insan bunalımlı bir hayat yaşar. Aralarındaki esasi fark işte budur.

Mesela yemek, içmek, nefes alıp vermek gibi şeyler birer uzvi ihtiyaçtır ve hayatın devamı bunlarla vücudun tatmini yani doyurulması ile mümkündür.

Mesela insandaki “bulunduğu halde kalma isteği, cinsel istekleri, aczini hissetmesi..” birer içgüdüdür.

Tarih boyunca görülmüştür ki aczini hisseden insanoğlu kendinden üstün gördüğü varlıkları “takdis etmeye, onu kutsamaya” yönelmiş, putlar yapmış, aya güneşe tapmış, bir ineği bile kendine Rab edinmiş velhasıl bu içgüdüsünü doyurucu nice tatmin yollarını aramış durmuştur.

İşte bunun içindir ki şanı yüce Allah (cc) acziyetini yakinen hisseden insanoğluna, bu içgüdüsünü ne şekilde tatmin edeceğini, nasıl doyuracağını onlara göstersin diye peygamberler göndermiş ve insanoğlunu bunalımlarından kurtarıp huzura kavuşturmuştur.

İşte insanın bu “ACZİYETİNİ HİSSETME” kendinden üstün olan bir varlığı “TAKDİS ETME” içgüdüsüne TEDEYYÜN (dindarlık) içgüdüsü denir.

İnsanı, hayatı ve kâinatı yaratan şanı yüce Allah (cc) bunlar için de bir nizam indirmiş, bu nizama; hayat ve kâinat harfiyen uyarken, insanoğlu “kendi iradesi dâhilinde” yaptığı fiillerinde Allah’ın nizamına bazen uymuş bazen de isyan etmiştir.

Allah’ın (cc) indirdiği nizam insanoğlu için 2 çeşittir:

1- Allah’ın iradesi dâhilindeki Allah’ın nizamı.

2- İnsanoğlunun iradesine bırakılan Allah’ın nizamı.

Ecel, rızık Allah’tan gelen hayır ve şer vs. ALLAH’IN İRADESİ dâhilindeki Allah’ın nizamlarındandır.

Allah-u Teâlâ’nın İNSANOĞLUNUN İRADESİNE bıraktığı nizamda ise şu düzenlemelerin yapıldığını, Kur’an’ın ve Sünnetin de bunları ifade etmek kastıyla gönderildiğini görüyoruz.

Yani İslam şu 3 şeyi düzenlemek için geldi.

1- İnsanın kendi nefsi ile ilişkisini düzenledi. Mesela nasıl giyinecek , neyi yiyecek vs..

2- İnsanın Rabbi ile olan ilişkisini düzenledi. Mesela nasıl ibadet edecek, nasıl takdis edecek vs…

3- İnsanın diğer insanlarla olan ilişkisini düzenledi. Mesela Müslim, gayri Müslim ilişkileri, erkek kadın ilişkileri, ticari ilişkiler vs..

İşte ikinci şıkta ifade edilen “insanın Rabbi ile olan ilişkisine İBADET denilir.” Ve yüce dinimiz ve yegâne hayat nizamımız olan İslam’da İBADET ÇEŞİTLERİMİZ başlı başına bir bölüm teşkil etmiş ve bunlarla ilgili hükümler Kur’an ve Sünnette ifade edilmiştir.

İslam’da şu 4 husus vardır:

1. İtikatlar (akaidi konular)

2. ibadetler

3. Muamelat (ilişkilerle ilgili konular)

4. Ukubat (cezalandırma ile ilgili konular)

Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’de Zariyat süresinin 56. ayetinde mealen şöyle buyuruyor: “Cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri için yarattım.”

Yine Nahl suresinin 36. ayetinde mealen:

“Andolsun ki biz her kavme Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının diye (tebliğ yapması için) bir Rasul göndermişizdir” buyrulmuştur.

Konunun başında “Allah’a ibadet amacıyla yeme içme vs. gibi bir çok şeylerden belli bir süre kendini alıkoyma..” diye tarif ettiğimiz ORUÇ’ta; Namaz, Hac ve Zekat ibadeti gibi ibadetlerimizden bir ibadettir.

Burada Müslümanların içine düştükleri bir “KAVRAM KARGAŞASINI” konumuzla da bağlantısı olduğu için kısaca açıklamak istiyorum.

Her Müslüman iradesi dâhilinde yaptığı fiilleri neticesinde ya “SEVAP” kazanıp Cennete, ya da “GÜNAH” işleyip Cehennemde cezalandırılmaya müstahak olacaktır.

Dolayısıyla Müslüman, iradesi dâhilinde yaptığı fiillerin hesabını kitabını çok iyi değerlendirmeli, bir fiili yapmadan evvel, onu önce iyice düşünmeli ve sonra o fiili yapmalı.

Çünkü sonuçta varacağı yer ya cennet ya da kor ateşin ve kızgın alevlerin bol bulunduğu cehennemdir.

Kendi iradesi ile yanmakta olan bir sobanın içine elini sokan hiçbir kimse görmedim ama kendi iradesi ile ve hakkıyla Allah’a kulluk edip Cehennem ateşinden kaçmaya çalışanları da bu günlerde çok çok az görüyoruz.

Aradaki fark “YAKİNİ” lik anlayışındaki benimseyiş / iman farkıdır. Bu konuda başlı başına bir konudur ve ben asıl konumuzu dağıtmamak için buraya girmeyeceğim.

Gelin şimdi şöyle bir soru soralım ve birlikte bunun cevabını arayalım:

“Netice de bize sevap kazandıracak şey ya da şeyler nelerdir?”

Buna cevap olarak deriz ki: “Allah’ın rızasını; Allah’ın emir ve nehiylerine uygun bir şekilde elde etmeyi gaye edinerek işlenen her fiil, yapılan her şey sevap o kişiye kazandırır..”

Bu soru-cevaptan sonra bir de şu noktayı da açığa kavuşturmak istiyorum.

Her insan için bir “GAYE” vardır, bir de “MAKSAT” vardır. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve kesinlikle birbirlerine karıştırılmamalıdırlar.

GAYE: En son hedef demektir.

MAKSAT ise; Kast olunan ve gerçekleştirilmek istenilen şey demektir.

Muhakkak ki her mümin, bütün amellerinde şanı yüce Allah’ın rızasını “KENDİSİ İÇİN NİHAİ BİR GAYE” edinmelidir.

Yine her mümin her hangi bir maksadını gerçekleştirirken, şanı yüce Allah’ı razı ettirmek istiyorsa fiillerini “Allah’ın emir ve nehiyleriyle” sınırlandırmalıdır.

Burada MAKSADI; ister ibadete taalluk etsin, ister muamelat ve cezalara taalluk etsin, muhakkak Allah’tan gelen emirler ve nehiylere göre olmalıdır.

Mesela ibadet MAKSADIYLA harekete geçen kişi, “Eğer Allah-u Teala’nın ibadet ile ilgili olarak gönderdiği şeriata, emir ve nehiylerine harfiyen uymazsa kesinlikle GAYESİNE de ulaşamaz, hatta MAKSADI da gerçekleşmedi..” demektir.

İnsanoğlunu yaratan Allah(cc), onun hayatını ne şekilde tanzim etmesi gerektiğini gösteren İslam Nizamı ve İslam Risaletini de yine Rasulleri vasıtasıyla göndermiştir.

İnsanlardan, Allah’a, Resulullaha ve Kitabullaha “İMAN” hususunda “AKILLARINI KULLANMAYI” farz kılarken, ibadet, muamelat ve ukubatlar (ceza kanunları) hususunda ise “AKILCILIK” yapmayı bırakmalarını ve tamamen “NAKLE” yani Kitabullah ve Sünneti Rasulullah’a teslim olmayı farz kılmıştır.

Aklın bu noktada sadece ve sadece bir görevi vardır, o da ; “Allah’u Teala’nın koyduğu hükümleri anlamaya çalışmak” tır. Kesinlikle “BİR HÜKÜM KOYMAK” değildir.

Eğer akıl bir hüküm koyan olursa, “HÂKİMİYET ALLAHINDIR” (Yusuf suresi 40)  demek artık mümkün değildir.

Elbette ki Allah’tan gelen emir ve nehiyler içerisinde birçok HİKMETLER vardır. Belki bunlardan bir kısmını biz anlayabiliriz yada anlamayabiliriz..

Burada müminler için önemli olan “anlayarak ya da anlamayarak amel etmek” veya “anladıklarıyla amel etmek, anlamadıklarını terk etmek” değil, bilakis “GELEN TÜM EMİR VE NEHİYLERE” harfiyen uymaktır.

SÖZÜN ÖZÜ; ister ibadette olsun, ister muamelat ve ukubatlarda olsun her mümin “AKILCILIK” denilen bu hastalığı mutlaka terk etmeli ve naklin kendisine gösterdiği keyfiyete aynen tabi olmalıdır.

Yoksa ne ibadeti ne muamelat ve ukubatları şanı yüce Allah’ın(cc) razı olduğu bir ibadet, bir muamelat ve ukubat olur.

İşte bu şuur içinde “ORUÇ TUTAN” her mümin ve bütün müminler, “PSİKOLOJİK YAPILARI İTİBARİYLE” de diğerlerine yani “AKILCILIK” yapanlara nispetle çok farklı bir durumda olacaklardır.

Çeşitli zeminlerde yapılan oruç hakkındaki tartışmalarda görüyoruz ki, oruç çok farklı bir konumda değerlendiriliyor.

Kimisi PERHİZDEN bahsediyor kimisi de BÜTÇEDEN..

Hâlbuki oruca sadece ve sadece “bizi Allah’a yaklaştıran bir ibadet, onun rızasını elde etme yollarından bir yol..” olarak bakılsa ve mucibince amel edilse, Oruç konusunda, onun ASIL GAYESİNE uygun düşen doğru tavır böylece sergilenmiş olacaktır.

Evet, sonuçta orucun da muhakkak birçok tezahürleri ile karşılaşacağızdır. Bu zaten kaçınılmaz bir şeydir.

Burada önemli olan bizim; ibadete, muamelat ve ukubatlara taalluk eden şanı yüce Allah’ın emir ve yasaklarına olan yaklaşımımızdır.

Bu konularda “Niye veya niçin böyle amel ediyoruz, böyle ibadet ediyoruz?” sorularına dayalı bir yaklaşım yerine , “Mademki Rabbim böyle yapmamı istiyor, bana aynen uymak düşer.” yaklaşımını göstermeliyiz.

Bu yaklaşım biçimi, tüm hayatımızın ve bütün fiillerimizin esasını oluşturmalıdır.

BU TEMEL FİKİR; şayet bizlere bir “FİKRİ KAİDE” olarak yerleşir ve bizlerde bir MEFHUM haline gelirse, işte o zaman ibadetlerimiz “İSLAMİ BİR İBADET” muamelat ve ukubatlarımızı ihtiva eden tüm ilişkilerimiz “İSLAMİ İLİŞKİLER” haline gelmiş olur.

Yani her amelimizi “Allah rızasını gaye edinen” bir esasa oturtmak ve amelimizde “ALLAH’IN ŞERİATINI ESAS ALAN” bir ölçülendirmeye yönelmek amellerimizin mihengi olmalıdır.

Konumuzun başlığını oluşturan “ORUÇ” ibadetinde de durum böyle ele alınmalıdır.

Bir ferdin veya toplumun oruca yaklaşımı şayet bu açıdan olursa, inanıyorum ki Ramazan ayının “TEZAHÜRLERİ” de çok çok farklı olacaktır.

Nitekim tarih bunun canlı şahididir.

Ne zamanki İslam ve ondan asla ayrılmaz bir parça olan oruç ibadeti BU BAKIŞ AÇISI KAYBEDİLEREK ele alındı, işte o zaman bizler, Rabbimizin rızasını kazanan kullar olmak şöyle dursun, hep Rabbini kızdıran kullar olduk çıktık.

İslam’ın o güzel lezzetine hiç mi hiç ulaşamadık.

Sanki ORUÇ sırtımızda ki bir KAMBUR oldu. Sanki “İSLAM, BİR NİMET OLMAKTAN ÇIKTI VE KÜLFETE” döndü.

Hâlbuki İslam’la ilk şereflenen Sahabe-i Kiram (ra) İslam’a hiçte böyle bakmıyorlardı.

Onlar adeta istiyorlardı ki her ay ramazan olsun. İstiyorlardı ki her iftar sofrasında bir garip bulunsun. İstiyorlardı ki her gün cihada çıkılsın…

Çünkü onlar HAYATI VE HAYATTA VAROLUŞ GAYELERİNİ tek şeye adamışlardı: 0 da;

“Şanı yüce olan, Âlemlerin Rabbi olan, kendilerini rızıklandıran, küffara karşı kendilerini muzaffer kılan, azametin sahibi, müminlerin dostu, kâfirlerin amansız düşmanı, mazlumların ve mustazafların hamisi, merhametlilerin en merhametlisi, kalplerden geçeni bilen, görünmeyen ordularla kendilerine yardım eden ve düşmanlarını kahreden Allah-u Teala’nın rızasını elde edebilmek…”

Evet onların ASIL GAYELERİ bu idi..

İşte bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi “Onlar Allah’tan razı oldular, Allah’ta onlardan razı oldu..” (Beyyine suresi 8)

Rabbimiz bir ayetinde mealen şöyle buyuruyor:

“Bir kavim, nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah’ta onların halini değiştirmez.” (Rad suresi 11)

Nedir nefislerimizde var olan şeyler hiç düşündük mü?

Allah-u âlem fazla düşünmedik. Derin bir düşünce ile konuyu deşelediğimizde ŞU İKİ ŞEYİN varlığını görüyoruz:

1. Kast olunan niyet

2. Şeriata uygun amel

Burada bizim İslam’a “hangi niyetle yaklaştığımız” ve Allah’ın gönderdiği “şeriata uyup uymadığımız” nefislerimizde var olanlarla ilgili temel şeylerdir.

Maalesef bugün birçok Müslümanın İslam’a yaklaşımı ve Allah’ın şeriatına uyumu, sahabelerle asla mukayese edilemeyecek bir durumdadır.

Haliyle de şanı yüce Allah BİZDEN RAZI OLMAZ. Ve bize yardım da etmez.

Bizler, ne acıdır ki; ALLAH’IN ŞERİATINA UYACAĞIMIZ YERDE, ALLAH’IN ŞERİATINI KENDİMİZE UYDURMAYA çalışıyoruz.

Bizler, Kâbe’nin etrafında döneceğimiz yerde, adeta KÂBE’NİN BİZİM ETRAFIMIZDA DÖNMESİNİ istiyoruz.

Maalesef durumumuz bu kadar acıdır. İşte bu durum, insanın kendi nefsine yapabileceği en büyük zulümdür.

Ocakta ki ateş yanmıyorsa, elbette ki ocağın üzerine konulan bir tencere su kaynamaz. Çünkü suyu kaynatacak olan ne ocaktır, ne de tencere.. Kaynama temelde ateşe bağımlıdır.

İster oruç ibadetinde olsun, ister Allah’ın diğer emir ve nehiylerini ihtiva eden şeriatında olsun bizler, Allah’ın rızasını, “ALLAH’IN ŞERİATINA UYGUN BİR ŞEKİLDE” elde etme yoluna yönelmezsek, HAYVANLARIN AÇLIĞI ile bizim orucumuz arasında Allah korusun hiç bir fark kalmaz.

Orucun insan psikolojisi üzerindeki etkilerini incelerken, buraya kadar anlattığımız hususlar, konunun BİRİNCİ ve esasi yönüdür.

İKİNCİ YÖNÜNE GELİNCE:

İtikatta ve fiiliyatta İslam, asla parçalanmadan ve bir bütün olarak ele alınmalıdır.

Çünkü Allah-u Teâla onu PARÇALARA BÖLME, bir kısmını ele alma diğer kısmını terk etme hakkını hiçbir zaman bize vermedi.

Bilakis Kur’an-ı Kerim’de mealen:

“Yoksa siz, Kitabın (işinize gelen) bir bölümüne inanıp da (zorunuza giden) bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara suresi 85) diye bizi ikaz etti.

“BEN DE ELHAMDÜLİLLAH MÜSLÜMANIM..” diyen herkes Kur’an’ın ve Sünnetin bütününe inanmak ve “MUCİBİNCE” amel etmek zorundadır.

“Ben oruç tutarım ama namaz kılmam, ben namaz kılarım ama tesettüre uymam, ben zekat veririm ama cihada katılmam vs..” demeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Bilakis bütün bunlar da kendisine farzdır.

Yine İslam’a bir bütün olarak baktığımızda görüyoruz ki; itikat, ibadet, muamelat ve ukubata taalluk eden her hususun “TATBİK EDİLMESİNİ, KORUNMASINI VE YAYILMASINI” ihtiva eden bir USULÜ, YÖNTEMİ yani bir METODU vardır.

Bunlar da Şari yani Allah-u Teâlâ tarafından vazolunmuşlardır ve bunlara da harfiyen tabi olmak tüm müminlere farz kılınmıştır.

İslam’daki mürtetlerle ilgili hükümler veya ibadetlerin keyfiyeti ya da cihadın mahiyeti hep bu cümledendir.

SÖZÜN ÖZÜ; “İslami metot; İslam fikrinin cinsinden ve ondan asla ayrılmaz bir parçadır.”

Bu şer’i kaideyi idrak ettikten sonra, yine idrak etmemiz gereken çok çok önemli bir husus daha vardır. O da şudur:

Allah’ın kitabı ve Rasulünün Sünnetinde ifadesini bulan tüm İslam hükümleri içinde “FERDİN, CEMAATIN, CEMİYETİN (toplumun) ve DEVLETİN” de mükellef tutulduğu ”USÜLE” yani “METODA” giren hükümler de vardır.

Namazı bize farz kılan Rabbimiz bunu nasıl kılacağımızı da bize göstermiş, onun tatbik keyfiyetini de yine bize farz kılmıştır.

Herkes kendi “HEVA VE HEVESİNE GÖRE” bir namaz kılamayacağı gibi yine kendi “HEVA VE HEVESİNE GÖRE” bir oruç da tutamaz.

Yemeden içmeden arka arkaya 3-4 GÜN ORUÇ tutmak isteyenleri Rasulullah (sas) bundan nehyetmiştir.

Çünkü şanı yüce Allah (cc) bunun zamanını ve keyfiyetini Rasulü vasıtası ile bize öğretmiştir. İbadetler konusunda durum böyleyken diğer bütün hususlarda da durum yine bu şekildedir.

Biraz önce yukarıda dedik ki: “..Devletin de mükellef tutulduğu usule yani metoda giren hükümler de vardır..”

Fertler, cemaatler ve toplum ile ilgili tüm İslami hükümlerin “TATBİKİ, YAYILMASI VE KORUNMASI” muhakkak ki “Yaptırım gücüne sahip bir devleti” OLMAZSA ASLA OLMAZ cinsinden bir zaruret haline getirmektedir.

İşte bunun içindir ki;

İslam hükümlerini tatbik eden, onları koruyan ve cihad yoluyla onu âlemlere taşıyacak olan İSLAMİ BİR DEVLETİ tekrar kurmayı da aynı diğer farzlar gibi Allah-u Teâla Müslümanlara farz kılmıştır.

Nitekim şanlı Rasulümüz Muhammed Mustafa (sas) efendimiz, siyasi mücadelesinin çok önemli bir safhasında Medine-i Münevvere de İSLAM DEVLETİ’ni kurmuş, “ALLAH’IN İNDİRDİKLERİYLE HÜKMETTİĞİ” gibi 10 senelik MEDİNE HAYATI döneminde 25 GAZVEYE katılmış ve cihad yoluyla Allah’ın dinini başta MEKKE olmak üzere çevresindeki topraklara, devletlere yaymıştır.

Onun (sas) vefatını müteakip Allah Rasulünün “HALEFLERİ” olan HALİFE Ebubekir, Ömer vs. yöneticiler de onun yolunu izlemiş İslam’ı tatbik ettikleri gibi “ZINDIK VE MÜRTETLERE KARŞI” İslam’ı ve İslam ümmetini korumuşlar ve cihad yoluyla Allah’ın nizamini âlemlere yaymışlardır.

Allah (cc) cümlesinden razı olsun.

Onları bu titiz davranışa sevk eden saik elbette ki Kur’an’ı Kerim’de geçen (mealen):

“Onlar arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet, onların heva ve heveslerine uyma, onların seni haktan saptırmalarından sakın.” (Maide suresi 49. ayetin) hükmüdür.

Elbette ki, Allah’ın indirdiği hükümleri tatbik edecek “BİR YÖNETİCİ” ve bunların tatbik edileceği “İNSANLAR YANİ BİR TOPLUM” olacaktır.

İşte İslam’daki bu “YÖNETİCİLER VE YÖNETİLENLER” ile ilgili hükümler de aynen namaz gibi oruç gibi parçalanmaz bir bütün olarak ele alınmalı ve bunlara da harfiyen uyulmalıdır.

Yöneticilerle ilgili bu nizama, “İSLAM’DA HÜKMETME NİZAMİ” denir. Bu nizam içinde HALİFE’nin, valilerin vs. yönetimde bulunan kişilerin tüm yetkileri, salahiyetleri, seçimi, görevden uzaklaştırılması vs. hususlar açık açık delilleriyle ifade edilmiştir.

Mesela; Allah-u Teâlâ müminlerin 3 GÜNDEN FAZLA HALİFE’ siz kalmalarını yasaklarken şanlı Rasul (sas);

“BİR HALİFE’YE BİAT ETMEDEN ÖLEN CAHİLİYE ÖLÜMÜ ÜZERE ÖLMÜŞ OLUR.” buyurmuş ve bunun ehemmiyeti bize göstermiştir.

İslam’daki bütün bu hükümlerin tatbiki ve bu tatbikattan meyvelerin toplanması ancak ve ancak “İSLAMİ BİR DEVLETİN MEVCUDİYETİ İLE” mümkündür.

Bu cümleden olmak üzere bir bütün olarak “ORUCUN İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ VE BUNUN LEZİZ MEYVELERİNE” aleni şahit olabilmek de yine İSLAMİ BİR DEVLETİN mevcudiyetiyle mümkündür.

İster fert olarak, ister toplum olarak bizler ORUCU NE KADAR HUŞU İLE TUTMAYA ÇALIŞIRSAK ÇALIŞALIM, İslami bir nizam ve onu tatbik eden İSLAMİ BİR DEVLETİMİZ olmadan yine de “ONUN GERÇEK LEZZETİNE” asla ve kat’a vakıf olamayacağız.

Nasıl vakıf olalım?

Sen oruçluyken etrafındaki yüzlerce insan yiyor ve içiyorsa, Sen oruçluyken onlar dekolte, Transparan kıyafetlerle çırılçıplak geziyorsa, 

Sen oruçluyken onlar senin dinine imanına küfredip “KAHROLSUN ŞERİAT” diye bağırıyorsa,

Sen oruçluyken her gün Televizyonlar, Sinemalar, Sosyal medyalar, Bar ve Pavyonlar Devlet izniyle fuhşu pazarlıyorsa,

Sen dininin hâkimiyeti için çırpınırken, onlar seni en büyük terörist diye terör yasasıyla yargılıyor ve MEDRESEYİ YUSUFİYE’ye tıkıyorsa biz nasıl Orucun gerçek lezzetine vakıf olacağız sorarım size?

Şayet Allah’ın kitabı, Rasulünün Sünnetini tatbik eden, mürtetleri ezen, KÜFRE LAİKLİĞE DAVET EDEN tüm oluşumları kahreden,

Cihad yoluyla, Moskova’ya, Paris’e, Londra’ya, Washington’a, Allah’ın nizamını hâkim kılan,

Hâkimiyeti kayıtsız şartsız Allah’a hasreden İSLAMİ BİR DEVLET, var olsaydı acaba oruçlarımız böyle mi olurdu.?

Kardeşlerim.

İMAME; bir tespihin tanelerini nasıl cem ediyor ve bir arada tutuyorsa, İslam ümmetinin imamı olan HALİFE’de aynen böyle TESPİH İMAMESİ gibi tüm müminleri CEM EDEN bir varlıktır.

Maalesef bugün TESPİHİMİZ İMAMESİZDİR, keza garip İslam ümmeti de İMAMSIZDIR YANİ HALİFESİZDİR.

Bundan dolayıdır ki halen acılar içinde ağlamakta olan Doğu Türkistan’ın yüzü hiç gülmedi.

Nasıl gülsün ki, gözlerinin önünde annesinin, karısının, kızının ırzına ÇİN kâfiri tecavüz ederken, GAZZE de, annem, babam, kuzularım, gardaşlarım katledilir, aç ve muhtaç bırakılıken..

Benim orucum nasıl oruç olsun, sahurda ve iftarda lokmalar nasıl boğazımdan insin..

Nasıl 5-6 çeşit yemeğin yendiği, tatlıların kırıla gittiği iftar ziyafetlerine icabet edebilir ve gönül rahatlığıyla midemi tıka basa doldurabilirim?

Şayet Gazzelim, Doğu Türkistanlım, Filistinlim, Suriye’lim açlıktan ölen Somali’lim hüngür hüngür ağlarken ben kahkahalarla gülüyorsam YAZIKLAR OLSUN BANA..

Yer yarılsa da içine girsem vallahi daha hayırlıdır.

SON SÖZ OLARAK DİYORUM Kİ;

Ey İslam Ümmetinin hayırlı evlatları, ey izzet ve şerefin sahipleri, ey mazlumların koruyucusu müminler…

Gelin ALLAH’IN DİNİNİ TEKRAR BU ARZ ÜZERİNE HAKİM KILALIM.. Gelin mazlumlarla birlikte ağlayalım, birlikte gülelim..

Orucumuzla, namazımızla, dâhili ve harici tüm siyasetimizle İSLAM HAYATINI BİR BÜTÜN OLARAK YENİDEN BAŞLATACAK, cihad yoluyla “KÜFÜR İLE İSLAM ARASINDAKİ DUVARLARI” eskiden olduğu gibi parça parça edip parçalayacak İSLAM DEVLETİNİ tekrar kuralım.

İŞTE O ZAMAN GÖRECEĞİZ Kİ;

Oruç eski kimliğine tekrar kavuşacak, orucun sadece bir fert üzerindeki değil TÜM TOPLUM ÜZERİNDEKİ PSİKOLOJİK ETKİLERİ yine berrak bir şekilde tezahür edecek inşaAllah..

İşte o zaman bizlerde aynen sahabelerden Allah-u Teala’nın razı olduğu gibi “RAZI OLUNMUŞ GÜZEL KULLAR..” zümresine dahil olacağız inşaAllah.

EY İZZETİN VE KEREMİN SAHİBİ şanı yüce Rabbimiz, “SEN BİZE YARDIM ETMEZSEN KİM BİZİ BU ZİLLETTEN KURTARACAK, SEN BİZE SAHİP ÇIKMAZSAN KİM SAHİP ÇIKACAK?”

Ne olur bize katından yardım gönder. Sen her şeye kadirsin. Sen “OL” dersen o şey hemen olur Allah’ım..

Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım, SANA SÖZ VERİYOR VE SENİ ŞAHİT TUTARAK DİYORUZ Kİ;

“Orucuyla, namazıyla, cihadıyla kısacası her şeyi ile SENİN DİNİNİ, ANAYASA VE KANUNLARINI tekrar hayatımıza hâkim, hakem ve hükümran kılacak, İSLAM HAYATINI YENİDEN BAŞLATACAK İSLAM DEVLETİ’nin tekrar kurulması için tüm gücümüzle çalışacağız.

Ey Rabbim, Oruç hakkında kaleme aldığım bu makalemi hayırlara vesile eyle..

Ey Rabbim, bu makalemi okuyan, anlayan, benimseyen ve paylaşan tüm Müslümanlara, son nefeslerine kadar şahit, son nefeslerinde de İSLAM DEVLETİNDE şehit olmayı nasip eyle..”

Son söz, sözlerin en güzelini söyleyene ait:

“Ey iman edenler, Eğer Siz Allah’a (dinine, hayat nizamına) yardım ederseniz, Allah da size yardım edip ayaklarınızı sabit ve sağlam tutacaktır..” (Muhammed suresi 7)

Bekir Yetginbal – 18 Mart 2024


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın