PSİKOLOJİ ve İslâm’daki Yeri Nedir, Psikoterapi almak Caiz midir?

PSİKOLOJİ ve İslâm’daki Yeri Nedir, Psikoterapi almak Caiz midir?

Soru: Psikolojinin İslâm’daki yeri nedir,  Psikoterapi almak caiz midir, Psikoloji okumak caiz midir?

Cevap:

Psikoloji; Yunanca ve Latince bir kelimedir. Manası; “Nefsin veya ruhun bilimi” dir. Arapçaya “Nefis ilmi” olarak tercüme ettiler.

Bu nedenle bu konu “fikrî bir konu” dur, bunun “bilimle” alakası falan yoktur.

“Hayat hakkındaki bakış açısına göre” şekil almış bir fikirdir, normal bir bilim değildir. Şu anda dünyaya hâkim olan “Batı kültüründen de bir kısımdır.”

“Dini tamamen hayattan ayırma” esasına dayalı Batı kültüründen bir parçadır. Onlar insanı “bu açıdan anlıyor ve tedavi etmeye” çalışıyorlar. İnsan hakkındaki bu bakışları ise tamamen yanlıştır.

İslâm’ın “insan, kâinat ve hayat hakkındaki bakışı” ise yegâne doğru bir bakıştır. İnsanı ve insan hakkındaki tüm sorunlarını “İslami açıdan anlamak ve çözmek” gerekir. 

Psikoloji; ister çocuk olsun isterse yetişkin bir kişi olsun, “her insanın düşüncesini ve davranışlarını anlamak için” yapılan “akli bir çalışma” dır.

Hatta Batılılar, kalktılar “hayvanları da” bu çalışmaya dâhil ettiler. Batının, “insan aklı ve içgüdülerine dair tüm fikirleri” de tamamen yanlıştır.

Onlar; “insan beynin bir tarafı şunu anlar, öteki tarafı bunu anlar vs..” şeklinde “beyni bölmeye, kısımlara ayırmaya” çalışıyorlar. Buna göre de “bir insan şunu anlayabiliyor, bunu anlayamıyor..” iddiasında bulunarak bazı teoriler ortaya atıyorlar.

Oysa beyin asla bölünmez. Beyin, aklın bir parçasıdır.

Akılın doğru tarifi şöyledir: “Vakıayı duyu organları vasıtasıyla beyine nakletmekle beraber ön bilginin var olmasıdır.”

İşte “akıl veya düşünmek” ancak bu dört unsurdan oluşur: Sağlam beyin, duyu organları, vakıa ve ön bilgidir.

Vakıa ise; madde, olay ve hissedilen her husustur.

Duyu organları ise beştir: Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmadır. İnsan ancak bu “beş duyu organıyla” vakıayı hissedip beyine nakleder. 

Beyin, insanın başında bulunan bir organdır ve onun sağlam ve olgun bir beyin olması gerekir. “Delinin ve hayvanın da beyni vardır” ama düşünemez.

Düşünme neticesinde; bir şey hakkında hüküm verilir veya karar alınır. Çocuğun beyni daha olgun olmadığından dolayı pek çok meseleye “sağlam ve isabetli bir hüküm” veremez veya karar almaz. Ancak ona fikir verilir ve eğitilebilir.

Bu beş duyu organı sinir sistemiyle beyne bağlıdır.

Göz; sinir sistemiyle beyine bağlıdır, keza Kulak, Burun, Dil ve insanın sair Vücut organları da böyledir.

“Göz vasıtasıyla” bir şey beyne nakledilir, götürülür. Fakat insanın bu şey hakkında “ön bilgisi” olmazsa düşünme gerçekleşmez.

Çince bilmeyen bir kimse sürekli Çin yazıları görse bile onu anlayamaz. Fakat onun hakkında bir “ön bilgi” edinirse ne olduğunu anlar.

Matematik ve Fiziği hiç bilmeyen bir kimse herhangi bir formül veya bir mesele görürse onu asla anlayamaz ve çözemez. Ama bu bilimi öğrenirse meseleleri düşünmeye başlar ve hemen çözer.

Eğer bir insan “kör ise” renkleri kendine sorarsan bilemez. Çevresindekiler onun “bilmediği bir dilde” bir şeyler konuşulursa onu hiç mi hiç anlayamaz.

Daha önce “hiç tatmadığı bir şeyi” ilk defa tadarsa onun ne olduğunu da anlayamaz, ancak ona bir “ön bilgi” verildikten sonra anlar ve bunu düşünmeye başlar.

Aynı şekilde daha önce “hiç koklamadığı bir şey koklarsa” bu kokunun ne olduğunu asla bilemez. Keza “bilmediği bir şeye dokunursa” onun ne olduğunu anlayamaz. Ta ki onun hakkında bir “ön bilgi” aldıktan sonra anlar ve düşünmeye başlar.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

[وَعَلَّمَ اٰدَمَ الۡاَسۡمَآءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمۡ عَلَى الۡمَلٰٓٮِٕكَةِ فَقَالَ اَنۡۢبِــُٔوۡنِىۡ بِاَسۡمَآءِ هٰٓؤُلَآءِ اِنۡ كُنۡتُمۡ صٰدِقِيۡنَ‏]

(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip, sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin, dedi.” [Bakara Suresi 31]

Allah-u Teâlâ, düşünebilmesi için ilk insan olan Âdem Aleyhi’s Selam’a tüm eşyalar hakkında bilgi verdi. “Ona isimleri öğretmesinin manası” eşyaların ne oldukları hakkında bilgi vermektir.

Bu şekilde Âdem Aleyhi’s Selam düşünmeye başladı. Sonra gelen insanlar da “nesilden nesle mirasla” bu bilgiyi alarak düşünmeye başlarlar.

Bu nedenle, “bir şeyi düşünebilmek için” evvela bu şey hakkında “ön bilgi edinmek” gerekir. Düşünmek; işte bu şekilde gerçekleşir ve “vakıa hakkında bir hüküm” verilir.

Bu nedenle diyoruz ki; hayvan asla düşünemez. Bilgi edinemez ve olayları da asla birbirine bağlayamaz. 

Buna binaen, beyin bölünmüş değildir, bu husustaki Batı düşüncesi tamamen yanlıştır ve batıldır.

Zira Batılılar; “dini hayattan ayırınca” psikolojiye önem verip geliştirmeye onu tüm dünyada yaymaya başladılar. Nihayetinde de aklı, doğru bir şekilde tarif edemediler.

Hayvanda da “beyin ve duyu organları” tabii ki vardır, fakat onlar asla “ön bilgi” edinemez ve anlayamazlar.

Onlar, sadece “belli şekillerde” eğitilebilirler. Allah-u Teâlâ onlarda “içgüdüsel bir temyiz (ayırım) kabiliyeti” yarattı.  

İnsanoğlu da aynı hayvanlarda olduğu gibi bir “içgüdüsel temyize (ayırma) kabiliyetine” sahiptir. Ne yenir ne yenmez ne içilir ne içilmez vs. ayrımını rahatlıkla yapabilir, onun da fıtratında, yaratılışında bu özellik vardır.

Bir hayvan ona göre eğitilir veya alıştırılır. Sadece “eğitildiği gibi” hareket eder. Bunun manası, hayvan asla düşünemez demektir.

Düşünmek; tamamen serbest şekilde “bir şey hakkında hüküm vermektir.” İnsan, ondan sonra bu fikre yani hükme göre davranışta bulunmaktadır.

Ama “İçgüdüsel bir temyize göre” eğitilen insan veya hayvan, adeta “bir robot gibi” hiç düşünmeden sadece “eğitildiği duruma göre” davranır.

Allah-u Teâlâ’nın insan ve hayvanları yarattığı zaman bu ayrımı da yarattığına dair şu ayetler bunun delildir:

[سَبِّحِ اسۡمَ رَبِّكَ الۡاَعۡلَىۙ‏ الَّذِىۡ خَلَقَ فَسَوّٰىۙ‏ وَالَّذِىۡ قَدَّرَ فَهَدٰىۙ‏]

“Yüce Rabbinin adını tenzih ederek an, O yaratıp uygun şekil verdi, (her yarattığına uygun şeyi yapmasını) takdir edip yol gösterdi.” [Âlâ Suresi 1-3]

Allah-u Teâlâ her yarattığına “uygun olanı” hazırladı, nasıl hareket edeceğini takdir etti ve buna göre bir yol gösterdi. Yani onun için “içgüdüsel bir ayrım kabiliyeti” yarattı.

Bu ise “düşünmeye” dâhil değildir. “Bir hayvan ot yerken başka hayvan et yer..” Onlar bunu düşünerek yapmazlar, yaratılışlarında bu “içgüdüsel temyiz kabiliyeti” vardır.

İnsanoğlunda “üç içgüdü” vardır.

BİRİNCİSİ; dindarlık içgüdüsüdür. Tezahürleri; ibadet yapmak, takdis etmek, yüceltmek, huşu göstermek, boyun eğmek vb. dir.

İKİNCİSİ; beka içgüdüsüdür. Bunun tezahürleri sayılıdır, mülk edinmek, övünmek, egemen olmak, savunmak vb. dir.

ÜÇÜNCÜSÜ İSE; nevi içgüdüsüdür. Bunun tezahürleri; Cinsel meyil (erkeğin kadına ve kadının erkeğe meyletmesi), baba olma sevgisi, anne olma sevgisi vb.dir.

Ayrıca insan ve hayvanda uzvi ihtiyaçlar vardır, mide/açlık ihtiyacı; yemek ve içmeğe ihtiyaç, tuvalet yapma ihtiyacı vb. gibi.

İnsan bu “içgüdüleri tatmin etmek ve uzvi ihtiyaçları doyurmaya ve gidermeye” çalışır. Bunları “tatmin etmek, doyurmak ve gidermek üzere” düşünmeden “içgüdüsel olarak” hareket edebilir veya “düşünerek” de hareket edebilir.

Buradan itibaren onda Psikolojik (nefsi) sorunları başlar. Eğer insan, “doğru bir fikirle” hareket etmezse haliyle yanlış neticeler doğar ve onun sorunları ortaya çıkmaya başlar.

Bunları mutlaka “doğru bir fikirle” tedavi etmek gerekir, yoksa insan “psikolojik olarak hasta olur.”

“Hayır” olarak nitelenen ve çok sevdiği bir şeyi elde edemez ise veya “Şer” olarak nitelenen ve hiç sevmediği şey başına gelirse hemen büyük bir sıkıntıya düşer ve feryat eder.

Ama İslâm’ı, “Kader ve Kaza Meselesini” kavrayan kimse bu tür durumlarda bir sıkıntı duymaz, feryatta etmez.

Sevdiği şeyi elde ederse, Allah’a (cc) teşekkür eder ve şımarmaz. Başına musibet olarak sevmediği bir şey gelirse, oturur sabreder, Allah’a (cc) hamd eder, asla sıkın içinde olmaz ve feryat etmez. Daima içi rahattır, huzur içindedir.

Batılıların bir başka “yanlış düşüncesi” de her “içgüdüsel görünüşü/tezahürü” adeta “bağımsız bir içgüdü” olarak saymalarıdır.

Buna göre de “insanları tedavi etmeye başladıklarında” yanlış neticeler doğar. Oysaki yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “içgüdüler yalnızca üç tanedir” ve diğerleri bunlara bağlı “tezahürler” dir, görünüşlerdir.

Zira bir tezahürü yani görünüşü tatmin edemez ise bir başka görünüşe meyledebilir. Bu şekilde tüm sıkıntılarını da gidermeye çalışır.

Misal olarak bir kadın, evlenerek cinsel arzusu tatmin etmez ise bu görünüşü yani tezahürü, çocuk sevgisiyle tatmin etmeye çalışır. Çoğu zaman bir kadın, çocuğunu kocasına tercih eder.

Aynı içgüdünün bir görünüşünü tatmin etmez ise veya ihmal eder ise başka görünüşü tercih edip onunla meşgul olabilir ve bu şekilde içgüdüsünü tatmin etmeye çalışır.

Keza bir erkek te evlenmeyip cinsel tatmin yerine çocukları, akrabaları, babası ve annesiyle çok ilgilenmeye başlar, bu şekilde bir görünüş yerine başka görünüşle tatmin edebilir.

Başka bir misal olarak, “Dindarlık” ile ilgili verelim. Bir kişi “gerçek yaratıcı olarak Allah’ı (cc) tanımayıp” saparsa, o kalkar “tabiatı veya tabiatta var olan bazı şeyleri” kutsallaştırmaya çalışır.

Hatta bazı insanlar, kalkıp “başka insanlara taparlar” veya “hayvanlara taparlar.” Ya da, Allah’ın (cc) kelamı olan “Kuran’ı inkâr eder ise” başka “insanların sözlerini kutsallaştırmaya” başlarlar.

Mesela Hindistan’ da olduğu gibi “Buda” yı, veya “Mustafa Kemal, Marks, Lenin, Hitler..” gibi “yücelttikleri ve taptıkları kişilerin sözlerini kutsallaştırmaya” başlarlar.

Bir başka misal de “Beka içgüdüsü” ile ilgili verelim; Bir insan kendi “canını kurtarmak” için “bütün malını” verebilir. Hayatını, tabii ki her hangi bir mal’ a tercih eder.

Bazıları da “Lider olmak için” çok çok para harcar. Liderliği; tüm malına mülküne tercih eder. Bazıları da “mülk sahibi olmak için” haysiyetini satar. Mülkü, haysiyetine tercih eder. Bazıları ise “kendi haysiyetlerini korumak için” tüm mülkünü feda edebilir.

Böylece görüyoruz ki, “her insanda akıl ve nefis” vardır. Yukarıda aklı tarif ettik. Nefis ise; “içgüdüler ve uzvi ihtiyaçlardan” oluşur.

Allah (cc) “aklı ve nefsi” yarattı.

Fakat akliyet (zihniyet) ve nefsiyeti insan kendi gücüyle oluşturur. “İnsan şahsiyeti” işte böyle oluşur. ŞAHSİYET; akliyet (zihniyet) ve nefsiyetten oluşur. İnsan İSLÂMİ ŞAHSİYETE veya KAPİTALİST ŞAHSİYETE veyahut KOMÜNİST ŞAHSİYETE sahip olur.

İnsan “Vakıa ile bilgileri birbirine bağlarken” İslam akidesine dayanarak meseleleri anlamaya çalışırsa İSLÂMİ AKLİYET (zihniyet)e sahip olmuş olur. 

Eğer nefsinde var olan bir meyille, “İçgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları doyururken” İslâm akidesinden fışkıran mefhumlara bağlarsa İSLÂMİ NEFSİYETE sahip olur. Bu şekilde onda İSLÂM ŞAHSİYET de oluşmuş olur.

İnsanı değiştirmek, düzeltmek ve tüm sorunlarını çözmek için ona “Yegâne doğru fikir olan” İslâm akidesi ve İslam mefhumlarını benimsetmek ve “yanlış olan tüm inanç ve mefhumlarını” değiştirmek ve düzeltmek gerekir.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

[اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوۡمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوۡا مَا بِاَنۡفُسِهِمۡ‌ؕ]

“Bir kavim (insanlar) nefislerindekini değiştirmedikçe Allah onların hallerini değiştirmez.” [Ra’dSuresi 11]

İnsandaki düşünceler ve davranışlar işte bu esasa göre olur.

İslâm; insan tabiatının, fıtratının ne olduğunu, onun nasıl düşündüğünü, nasıl davrandığını ve nasıl tedavi edileceğini de elbette ki belirledi.

Zira Allah-u Teâlâ insanı yarattı, “onun tabiatını tamamen biliyor” ve onun için “yegâne doğru çözümü” de gösteriyor. Dolayısıyla “ZİHNİYET VE NEFSİYETİN TÜM SORUNLARINA” da doğru çözümler getirdi.

İslam, “insanın psikolojisini, nefsiyetini” en güzel şekilde tedavi etmiştir. Müslüman, “İslâm şahsiyetine” sahip olup onu “anlayarak” dinine sımsıkı bağlı olursa, davranışları da doğru şekilde olur.

Hiçbir psikolojik yani nefsi sorunu olmaz. İçi rahat, mutlu ve huzurlu olur. Mutluluk veya saadetin manası ise; daimî huzur, daimî ve kalbî itminandır.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

[مَنۡ عَمِلَ صَالِحًـا مِّنۡ ذَكَرٍ اَوۡ اُنۡثٰى وَهُوَ مُؤۡمِنٌ فَلَـنُحۡيِيَنَّهٗ حَيٰوةً طَيِّبَةً‌ۚ وَلَـنَجۡزِيَـنَّهُمۡ اَجۡرَهُمۡ بِاَحۡسَنِ مَا كَانُوۡا يَعۡمَلُوۡنَ]

“Erkek olsun kadın olsun mümin olduğu hâlde kim salih bir amel yaparsa (Allah’ın emirlerini uygularsa ve nehiylerinden vazgeçerse) ona hoş ve huzurlu hayatı yaşatacağız. Muhakkak ki (ahirette de) yaptıkları güzel amellere karşı onları ödüllendireceğiz.” [NahlSuresi 97]

Yine Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

[فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَاىَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشۡقٰى‏ وَمَنۡ اَعۡرَضَ عَنۡ ذِكۡرِىۡ فَاِنَّ لَـهٗ مَعِيۡشَةً ضَنۡكًا وَّنَحۡشُرُهٗ يَوۡمَ الۡقِيٰمَةِ اَعۡمٰى‏]

“Kim benim hidayetime (Allah’ın gösterdiği doğru yola, İslâm’a) uyarsa, O hiç şaşkın olmaz, bedbaht (mutsuz) olmaz. Kim benim zikrimden (Allah’ın vahyi: Kur’an ve Sünnet’ten) yüz çevirirse, kendisi için çok sıkıntılı, huzursuz bir hayat vardır ve kıyamet gününde onu kör olarak haşredeceğiz.” [Taha Suresi 123-124]

İnsan bir sorunla karşı karşıya kalırsa, mutlaka “İslâm’ın çözümlerini arayıp” hemen uygulamalıdır. Böylece onun içi “çok rahat ve çok huzurlu” olur. Yaşananlardan da asla rahatsızlık duymaz.

İslâm’a inanmayan Batı dünyasında ise hep birlikte görüyoruz gerçekten “Psikolojik Sorunlar” çok çok yaygındır.

Herkes hasta, herkes sıkıntılı, herkes huzursuz ve komplekslidir. Bakarsın bir şeyden dolayı “çok kısa süreli sevinirler” fakat bu çok çabuk geçicidir.

Sonra huzursuz dünyalarına dönerler. İçlerinde “ruhani büyük bir boşluk” hissederler. Buna bağlı olarak onlarda “intihar olayları” pek çoktur.

Bu nedenle de sürekli “eğlenme, oynama, şehvetlerini tatmin etme ve lezzetli şeyleri elde etme” için çok çalışırlar. Zira “mutluluğu” böyle yanlış bir şekilde anlar ve ele alırlar.

Bakarsınız onlar sürekli “psikologlara giderler” ve çocuklarını da gönderirler. Zira “Dini hayattan ayırma akidesi” olan “Batıl ve fasit laiklik” onların “ana şahsiyetlerini” oluşturduğu gibi, sorunlarına da “bu akidelerine dayalı” çözümler gösterirler.

LAİKLİK; Kapitalist ideolojinin temelidir. MENFAATÇİLİK ise amellerin ölçüsüdür. Her amel, mutlaka ama mutlaka “bir menfaate göre” ölçülür.

Tüm sorunları; “menfaate dayalı ve sırf dünyayı kazanmaya” yöneliktir. Dünyayı “elde etseler de elde etmeseler de” yine de sorunludurlar, asla ve kat’a mutlu olamazlar, içleri asla rahat ve huzurlu değildir.

Bundan dolayı da “BENCİLLİK VE FERDİYETÇİLİK” bu insanlara tamamen hâkim oldu, insanlar arasında insani ilişkiler koptu, herkes yalnız yaşamaya başladı, akrabalık bağı diye bir şey kalmadı.

Mesela “bir baba veya anne yaşlanınca” çocukları onu hemen “sokağa atarlar” veya hemen “yaşlılara ait bakım yurtlarına” gönderilir ve onları “hiç aramazlar ve ziyaret bile” etmezler.

İnsanlar, hatta akrabalar “hiç mi hiç birbirlerine yardım etmezler ve birbirleriyle asla ilgilenmezler.” Sonuçta herkes “yalnızlığı hissetmeye” başlar.

“Demokratik laik bu kapitalist sistemden dolayı” tüm bu “Psikolojik sorunların” meydana geldiğini unutmamak gerekir.

“İslami bir toplumda” böyle sorunlar asla doğmaz. İnsanlar, komşular ve akrabalar sürekli birbirleriyle ilgilenirler, ziyaret ederler, birbirlerini sürekli teselli eder ve yardımlaşırlar.

Bu nedenle “İslam sistemi, nizamı ve İslam toplumu” oluşturulunca, bu türden “Psikolojik Sorunlar” pek ortaya çıkmaz. 

Buna göre; şu pis ve necis “Kapitalist sistem üzere yürüyen” tüm memleketler ve bunlardan birisi olan Türkiye’de okutulan “Psikoloji Dersleri” batıldır. Keza; “Sosyoloji ve Pedagoji Dersleri” de bunun gibidir.

Zira bire bir “Batıdan ithal edildi ve körü körüne Batıyı körü körüne taklitten” ibarettir. Bunların doğru olup olmadığını hiç düşünmeden onların önderi Batı hayranı Mustafa Kemal’in izini takip ederek her şeyi Batıdan alıyorlar.

“İslâm şahsiyetine sahip olup, İslâm’ı kavrayan bir kişi” bunları “açar okur ve çürütebilir”. Böyle bir kişi, bu alanda bir tahsilde yapsa, onun için bir korku yoktur.

Ancak bir kişi böyle “İslâm şahsiyetine” sahip değilse onun kalkıp ta “Psikoloji Tahsili” yapması caizdir; fakat onun da “ayağının kayma tehlikesi” çok çok büyüktür.

Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de “küfür fikirleri ve akidelerini bize tafsilatlıca anlattı, onları çürüttü ve bize doğru fikirleri gösterdi.” Ondan dolayı sırf “çürütmek üzere küfür akidelerini ve fikirlerini öğrenmek” caizdir.

Hâlbuki herhangi “bir bilim veya kültürü öğrenmek” de caizdir. “İslâm’a aykırı ise” öğrenilir ve çürütülebilir. “İslâm’a aykırı” olan bir bilime ve kültüre “inanmak veya onları uygulamak” ise hiçbir şekilde caiz değildir.

Bir Müslüman, bu alanda yaptığı bir tahsilden “mezun olup bir yerde bu alanda çalışırsa” veya “özel bir muayenehane açarsa”, mutlaka “İslâm açısından insanları tedavi etmeye ve çözüm göstermeye” başlamalıdır.

“Allah’a (cc) ve Ahirete imana dayalı olarak”, Kur’an’ı ve Sünnet’i kuşatarak, “Kader ve Kaza” meselesini kavrayarak “İnsanların bütün sorunlarını” doğru şekilde çözmelidir.

Şayet bu kişinin durumu böyle değil ise onun kalkıp ta “Psikoloji Tahsili” yapması asla doğru değildir. Bu tahsille onların “sözde çözümlerini” öğrenirse, “Allah (cc) korusun onların yanlış fikir ve teorilerinden etkilenir ve İslâm’dan uzak durarak onların çözümlerini göstermeye veya tedavileri uygulamaya” başlar.

Bunun tabii ki vebali olur, Allah (cc) karşısında sorumluluğu vardır. Zira bu, “Matematik ve Fizik” gibi bir bilim değildir, Batı kültüründen bir parçadır.

Bu kültür ve sahiplerini “İslâm dünyasından söküp atmak” gerekir, daha doğru bir ifade ile o insanları “kurtarmaya çalışmak” gerekir.

Bu da ancak ve ancak “İslâm Hâkimiyetini” tüm dünyaya yaymakla gerçekleşir. İslam Devleti’ni kurmak, bütün insanların saadeti için tek ve doğru seçenektir.

Bu devlet tabii ki “İslam’a dayalı bir eğitim sistemi ve müfredatı” ortaya koyacaktır. “Küfür fikirleri ve akidelerini çürüterek” bunları öğretim ve eğitim sistemine ekler.

Fakat öncelikle çocuklara “İslam şahsiyeti kazandırdıktan sonra” bunları çürütmek, öğrenciler için söz konusu edilmeye başlar. 

Yazan Esad Mansur / 14 Ekim 2020


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın