Kitabın İlmi ve Bu İlmin Anlaşılması Nasıl Olmalıdır?

Kitabın İlmi ve Bu İlmin Anlaşılması Nasıl Olmalıdır?

Yazan İbrahim Dönertaş

Dini konularda, kitaplarda nakledilen ayet ve hadislerin zahir anlamlarına bakarak hüküm çıkarmak,

ancak bu konuda ehliyet sahibi insanlara mahsus olup, özel bir bilgi ve mahareti gerektirdiği gibi,

bu ayet ve hadislerden fıkıh istinbatına sahip olan müçtehid ulemanın söylemiş olduğu sözleri, vermiş oldukları fetvaları da doğru bir şekilde anlamak, ayrı bir maharettir.

Söylenmiş olan her sözü kendilerine yapılmış bir hitab olarak anlayan bir kısım Müslümanlar,

okumuş oldukları kitaplardaki doğru bilgileri, yanlış şekilde kullanarak, sağlıklı bir din anlayışını kazanamadıkları gibi, başkalarını da bu yanlış ortama sürüklemektedirler.

Kur’an’ı Kerim’de “Ey iman edenler” diye başlayan ayetler, mutlak manada her bir Müslüman’a hitab olduğu halde,

bu ayetler ancak, devamında gelen diğer ayetler ve Sünnet’in usulüne uygun bir şekilde tahlil edilmesi ile anlaşılacağından, ancak bu konuda gerekli olan ilme sahip olan insanların açıklamaları ile mümkündür.

Bu âlimler de kitaplarında, kendi aralarında kullandıkları kavramlar ve cümleler ile konuşurlar ki, eğitim sahibi olmayan avam, bu hususları anlayamaz.

Mesela, bu husustaki yanlışlıklara işaret eden Ekrem Doğanay hocamızın, “Selef Müdaafası” isimli eserinin 365. Sahifesinde şu açıklamalar vardır.

İmam Buhari’nin Tecrid-i Sarih tercümesinde, 18 yerde Ebu Hanife’yi veya onun gibi âlimleri kastederek,

“kale ba’zu’n-nâs” diyerek birtakım görüşler beyan ettiğini, bu sözün “insanlardan bazıları” şeklinde Türkçe’ye tercüme edilmesinin yanlış olduğunu, doğru tercümenin, “fukahadan bazısı, âlimlerden biri” şeklinde olması gerektiğini ifade ederek, tercüme hatasına işaret eder.

Sözüne delil olarak da İlm-i Usuldeki: “Mutlak kemaline masruftur” kaidesini delil getirir.

Oradaki “nâs”dan maksat “Kümmel-i Ricâl(ilim ehli, kemâl sahibi insanlar)dır.

Mesela: “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir”(1) hadisinde kastedilen mana da bunun gibidir, diyerek meseleyi açıklar.

Hadiste geçen Müslümanlar, sıradan Müslümanlar olmayıp, Müslümanların âlimleri, müçtehidleri anlamındadır.

Yoksa Müslüman denilen birtakım kimselerin toplanarak güzel dediği her şey, güzel olarak kabul edilse idi,

Din bozulur, ortaya yüzlerce fırka çıkar, Müslümanlar arasında bugünkünden daha da büyük bir kaos yaşanırdı.

Yine bu hususta “Kim kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu o döndüğü yolda bırakırız ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir” (Nisâ,4/115)

ayetindeki “mü’minlerden” kasıt da müçtehid ulemadır ve onların yolu da, üzerlerinde ittifak ettikleri ortak fikir olan icma’dır.

Bütün Müslümanlar bir araya gelse ve hatta Müçtehid olmayan bütün âlimler ve hatta mukallidler sınıfından olan ashabı tahric’ler, ashabı tercih’ler bir araya toplansa ve bir konu üzerinde ittifak etseler, bu yine de icma olmaz.

Hatta ictihad bile olmaz. Bunların hepsi mukallid’dir. Yani bir müçtehidi taklid eden ve etmek zorunda olan kişilerdir.

Ancak böyle kişiler, fakihlerin istinbat etmiş oldukları fıkhi hükümlerin kaynaklarını ve delillerini bilen, görüşler arasında tercih yapabilen, “müftabih kavil” veya “zahir rivaye” denilen, kuvvetli görüşleri ayırt edebilen kişilerdir.

İşte bu ilme sahip olan kişiler de müçtehid ulemanın kitaplarda kayıtlı olan görüşlerini anlayabilme ve açıklayabilme özelliğine sahiptirler.

Yine aynı şekilde bu fetvaların mahiyetini anlamakta, birbirine zıt gibi gözüken sözlerinin arasını bulmakta ve mevcut bilgileri şerh etme ilmine sahip olan ilim sahibi insanlardır.

İslâm’ın hükümlerindeki mana derinliklerini bilmeyen, Kur’an’ın ayetlerinin zahir anlamlarını alarak bu bilgileri “ilim” zanneden birtakım ehliyetsiz kişiler,

Kur’an ayetlerini alabildiğine kullanarak istedikleri şekilde niyetlerine uygun olarak nakletmişlerdir.

Bugün her bir fırka Kur’an ile konuşmakta ve grubunun ve üstadının fikirlerine uygun delilleri de Kur’an’ı Kerim’de rahatça bulmaktadır.

Oysa Kur’an elde olduğu halde, O’nun ilminin yok olacağı, rivayetlerle açıklanmaktadır. Kur’an, ilmin kaynağıdır.

Çünkü mahiyetinden birçok bilgiler çıkar.

Kur’an’dan çıkan ilim ise karış, karıştır.

Birinci karışı öğrenenler kendilerini bir şey zannederek kibirlenirler, adam olduk zannederler.

Fakat onlar alçaldıkça tavana, yükseldik zannederler tavana, sözünde olduğu gibi seviyesiz kimselerdir.

İlimde ikinci karışı elde edenler, tevazu sahibi olurlar, kendilerini bilirler ve silkinerek kendilerine gelirler.

Üçüncü karışa gelenler ise, ilimin çok geniş bir şey olduğunu görerek, hiçbir şey bilmediklerini anlarlar.

Çünkü ilim denilen şey bir deryadır.

Üstelik bu derya, sahili olmayan bir denizdir. İşte bu seviyeye gelen insan, daha karış karış olan ilmin en başında, daha ilk karışlardadır.

Haddini bilir, bilmediğini bilir.

Bir insanın, bilmediğini bilmesi bile, çok büyük bir bilgidir. Günümüzde bu bilgiye sahip olmayan insanlar çığ gibi büyümüştür.

Çünkü İslâm sahipsiz kalmış, ilim kaybolmuş, geriye kalanlar da meydanı boş bularak, İslâm düşmanı şeytani güçler tarafından kendilerine sağlanan akademik imkânlar,

Basın ve yayın organları vasıtası ile, dillerini istediği gibi kullanarak sözde din anlatmaktadırlar.

Bu kişilere de her türlü finansal destek ve teşvik edici katkılar, en yüksek derecede imkân olarak sunulmaktadır.

Diğer yandan, az sayıda olan ilim ehli de baskı altında tutulmakta, manevi linç eylemlerine tabi tutularak, bu yolla gerçek ilim insanlardan saklanmaktadır.

İşte böylesine dumanlı bir havada dini yaşamak zorunda kalan biz Müslümanlar için, kitaplarda yazan ve aşağı yukarı her mezhep imamının söylemiş olduğu “Nerede sahih bir hadis varsa o benim mezhebimdir” sözü birtakım kişiler tarafından yanlış bir şekilde kullanılmakta ve bu kullanım da yaygınlaştırılmaktadır.

Müçtehid ulemanın bu sözü hakkında İbni Abidin;

Mezhebin görüşüne aykırı bir şekilde gelen ve o görüşün hilafına olarak başka bir hüküm ihtiva eden bir delil gelir ise ve bu delil de sahih bir hadis olur ise, o zaman mezhebin hükmü bırakılarak, o hadise dönülür ve o hadis ile amel edilir, açıklamasını yapar.

Fakat bu sözü bizim gibi, mukallid olan, ictihad ehliyetine sahip olmayan, doğrusunu yanlışından ayıramayan kişiler için değil de, fıkhetme gücüne sahip olan müçtehid ulema için söylenmiş olduğunu da ifade eder.

İbni Abidin’in bu husustaki açıklaması şöyledir:

“Hadis sahih olurda, mezhebin hilafını ifade ederse, hadisle amel edilir. Ve bu hadis onun mezhebi olur.

İmam-ı Azam’ı taklid eden bir kimse, o hadisle amel etmekle, onun mezhebinden çıkmış olmaz. Sahih rivayete göre hazreti imam ‘Hadis sahih ise, benim mezhebimdir’ demiş.

Bunu İbn-i Abdi’l Ber ve başkaları diğer imamlardan da rivayet etmişlerdir. Nitekim İmam-ı Şarani, dört mezheb imamının da aynı sözü söylediğini nakleder.

Malumdur ki bu iş, delillere bakarak onların, muhkemini, mensuhunu anlayanlara mahsustur” (2) diyerek,

Bu işlemin her kişi için değil, ancak bu hususta gerekli bilgiye sahip olan kişilere mahsus olduğunu da özellikle beyan eder.

Günümüzde de söylenen her sözü kendilerine söylenmiş söz zanneden bir takım kişiler,

“Herkes kaptan olabilir” sözünü kendilerine has kılarak tahtadan salları ile fırtınaların ve dalgaların yoğun olduğu engin okyanuslara açıldılar,

uçak kokpitlerine oturan birtakım kişiler, kendilerini pilot zannederek, yolcuları ile birlikte büyük uçakları uçurmaya çalıştılar.

Uçmasına uçtular da, piste konmasına konamadılar.

Çakılıp kaldılar. Ama bu çakılma, etkisini dünyada gösteren bir düşüş değil, cehennemin derin vadilerine doğru yapılan bir düşüştür.

Doğru kelimeyi yanlış olarak anlama ve kullanma hususunda bir başka örnek verecek olursak, İmam Şafii (rh.a.)’nin şu sözünü örnek göstere bilirirz.

İmam-ı Şafii (rha):

"Kat'i bir habere dayanmadan veya ictihad yapmadan bir söz söylemek günaha çok yakındır.

Allahû Teala(c.c.) Resûl-i Ekrem (sav)'den başka hiç kimseye ilmi bir delile dayanmadan "Din" hususunda herhangi bir söz söyleme hakkı vermemiştir.

İlmi delil ise: Kitab, Sünnet, İcma-i ümmet, Asâr ve mahiyetini beyana gayret ettiğim kıyas-ı fukaha'dır"(3)

diyerek çok önemli bir beyanatta bulunmuş ve ilmi delilden uzak olarak, şahsi kanaatlerine göre din adına söz söyleyen kimseleri uyarmıştır.

Fakat bu sözde kastedilen Kur’an, Sünnet, İcma, Asar gibi delillere bakarak söz söyleyebilecek olan kişiler, bu hususta

Kur’an ve Sünneti bilen, İcma ve Kıyas bilgisine sahip olan, sahabeden gelen ve “eser” denilen, sahabeye ait söz, fiil ve takrir’lerin mahiyetini bilen ilim ehli kişilerdir, yani müçtehid ulemadır.

Bu sözde bahsedilen ve ilim olduğu ifade edilen “âsâr” kelimesi bile kendi içinde birçok açıklamayı barındırmaktadır.

Mesela İbn Hacer gibi bazı muhaddislerin, “eser” tabirinden hadisin mevkûf veya maktû’unu kastederken, İmam Suyuti’nin açıklamasına göre,

Horasan fakihlerinin ise 'mevkûf'a eser demesi(4) ‘eser’ teriminin bile değerlendirilmesinde, bu tür özel mânâları da göz önünde bulundurma gereğini ortaya koymaktadır.

Bu değerlendirme ise bu hususta bilgi sahibi olan insanlara mahsus olan bir fiildir. Her kimse için geçerli değildir.

İmam Nevevi(rh.a)’nin El-Mecmu isimli eserinin birinci cildinde de açıklandığı üzere, İmam Şafii’nin Er-Risale isimli eserinden naklettiğimiz yukarıdaki sözü,

yani din hususunda Kitab, Sünnet, İcma, Asar ve Kıyası Fukaha delilleri ile konuşacak olan kişiler, İmam Nevevi’nin tabiri ile “yoldan geçen kimseler için” söylenmiş bir söz değildir.

Bu söz Kitabın, Sünnetin ve bu hususlardaki diğer ilimlerin kendisinde toplandığı kişilere mahsus olan bir hususiyettir.

Biz İmam Şafii’nin bu sözünü, yine kendisinden nakledilen şu sözü ile daha iyi anlayabiliriz.

İmam Şafii (rh.a.) şöyle demiştir:

“Kişi Allah’ın kitabı, nasih ile mensuhu, özel ve genel hükümleri, farzları ile edebe yönelik buyrukları hakkında âlim biri değilse, yönetici tarafından hüküm vermek için görevlendirilmemelidir.

Kişi bu özellikleri taşımıyorsa, kendisine verilen böylesi bir görevi kabul etmemeli, vali böyle özeliklere sahip olmayan birini kadı olarak atamamalı, müftüde bu özelliklere sahip değilse fetva vermemelidir.

Bunun yanında bu kişi Rasulullah (s.a.s.)’ın Sünnetini, eski ve yeni âlimlerin görüşlerini ve Arab dilini iyi bilmelidir. Müteşabihleri ayırd edecek yetiye, kıyas yapabilecek bir akla sahip olmalıdır.

Kişi bu vasıflardan birinden mahrum olduğu zaman, kıyas yapması caiz olmaz.

Aynı şekilde kişi usul ilmini biliyor olsa da, fürudan sayılan kıyası bilmiyorsa, bir konuda kendisine : ‘Kıyas yap’ denilemez, zira kendisi kıyası bilmemektedir.

Yine kıyas yapmayı biliyor, ancak usul ilmini veya bir kısmını bilmiyorsa, bilmediği bir konu üzerinden kendisine ‘-Kıyas yap’ denilemez. (5)

diyerek, kadı ve müftü olarak atanacak kimselerin bile birtakım özelliklere sahip olan kişilerden seçilmesi gerektiğini, her kişinin hüküm vermek üzere atanamayacağını beyan eder.

Aslında kadı veya müftü demek müçtehid demektir.

Fakat günümüzde müçtehid olabilecek ilme sahip kimseler olmadığı için, mukallid kimseler de kadı ve müftü olarak atanabilir.

Ancak kendilerinde olmayan ictihad kabiliyeti olmadığından, bu hususta müçtehidlerin vermiş oldukları fetvalar ile hüküm verirler.

Kendilerine kadı ve müftü denmesi aslen değil, hükmendir.

İctihad ehliyetine sahip olmadığı halde, içtihada kalkışanlar, kendilerini dev aynasında gören, kara cahillerdir. Cahil demiyorum, çünkü cahil, bilmediğini bilendir.

Yani bilmediğini bilmekte bir ilimdir. Herkese nasip olmaz. Bilmediğini bilmeyenin cehaleti iki kezdir.

Bu hususta Yahya b. Kesîr (rh.a.)’in hadis(eser) olarak nakledilen şu sözü bu konuda güzel bir misaldir.

Yahya b. Kesîr dedi ki:

“Kim ‘ben âlimim’ derse, o câhildir. Kim ‘ben câhilim’ derse, o câhildir. Kim ‘Ben cennetteyim’ derse, o cehennemdedir. Kim ‘Ben cehennemdeyim’ derse, o cehennemdedir.” (6)

Kendini âlim gören ve bu hususta cesur olan kimse, aslında bilmediğini bilmeyen, cahil kimsedir.

KİTAB BAŞKA, O’NUN İLMİ İSE BAŞKA BİR ŞEYDİR

Kur’an’dan faydalanmak, ancak onun ilmine vâkıf olmak ile mümkündür.

Kitab’ın ilmi, Kitab’dan başka bir şeydir.

O’nun mana derinlikleri ve incelikleridir. Bu hususta şu ayet güzel bir örnektir. Allah(c.c.) Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurur:

“De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah Teâlâ'nın ve Kitab'ın ilmine(ilmul kitâb) sahip olanların şahidlik etmesi yeter'. (Rad,13/43)

İmam Râzi bu ayetin açıklamasında:

“Cenâb-ı Hak, ‘kitap’ ile Kur'ân'ı kastetmiştir. Yani, "Size getirdiğim o kitap, kahir bir mucize, apaçık bir burhandır, delildir.

Ancak ne var ki onun bir mucize olmasını bilmek, ancak bu kitaptaki fesahat ve belagatı, onun gaybı ve pek çok ilimleri ihtiva ettiğini bilen kimseler için söz konusu olabilir.

Binâenaleyh, kim bu kitabın bu şekilde olduğunu bilirse, onun mucize olduğunu bilir.

O halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğunun manası, "katında Kur'ân ilmi olan" şeklinde olur. Bu, Esamm'ın görüşüdür.

Kur'ân'ın mucize olmasını bilmek, ancak, Allah Teâlâ o kuluna Kur'ân ilmini öğretmesi suretiyle onu şereflendirdiğinde mümkün olur" demektir" (7)

Yine Elmalı Muhammed Hamdi Yazır tefsirinde, bu ayet ile ilgili aynı mahiyette, şu açıklamayı yapar:

“Ve o âlim ki, yanında kitap bilgisi vardır. Kur'ân ilmine veya genel olarak kitap bilgisine sahiptir.

Yani Arapça bir hüküm olan bu kitap, bu Kur'ân, benim peygamberliğime başlı başına bir şahittir, yeterli bir belgedir.

Ancak bunun böyle olduğunu bilmek, bunu anlayabilmek için kitap ilmine sahip olmak,

bu kitabın anlatımındaki fesahat ve belağati, bildirdiği gayb haberlerini anlamak, dile getirdiği bunca ilimleri bilmek, hasılı dilinden ve içeriğinden anlamak gerekir”

diyerek, Kitab’a ve Kitab’ın ilmine ayrı ayrı dikkat çeker.

Günümüzde kitabdan konuşan çoktur, fakat onun ilminden haberi olan ise çok azdır.

Kitab ilmine sahip olan selef uleması, Ehli Sünnet vel Cemaat müçtehidleri, sahip oldukları bilgiler hakkında kitaplar yazmışlar, elde ettikleri ilmi metinleri, kendilerinden sonra gelecek olan nesillere de aktarmışlardır.

Bünyesinde birçok ilmi kelamı ve lafızları, anlamları barındıran bu metinlerde kastedilen manaları, yine bu âlimlerin talebeleri ve halefleri şerh ederek, daha anlaşılabilir bir şekilde ve açıklayarak, hocalarının ne demek istediğini, neyi kastettiğini vurgulayarak beyan etmişlerdir.

İlim denilen şey, bir derya olduğuna göre, her bir dalgıç ustalığına göre, deryaların derinliklerine dalarak, her biri ayrı ayrı güzellikleri keşfetmişler, keşfettikleri bu detayları, bu melekeye sahip olmayan avamın hizmetine sunmuşlardır.

Hatta bırakın denizlerin derinliklerine dalamayan, yüzme bilmediklerinden yüzemeyen hatta suya girmekten dahi aciz olan kişilerin önüne, hazır bir nimet olarak bu güzellikler istifadelerine sunulmuştur.

Bu ilmi eserlere yapılan şerhleri anlamaktan aciz olan kişiler için bile, bu şerhlere haşiyeler yazılmış, her bir konu detaylı olarak, ince ince izah edilmiştir.

Tabi ki bu husus da ehil olmayan insanlar tarafından da yapıldığından, ya da tam olarak hakkını veremeyen insanlar tarafından yapılması söz konusu olduğundan, yine bu şerhler ve şerhlere yazılan haşiyelerin hangisinin daha güzel olduğunu tespit etmekte ayrı bir bilgiyi, ilmi gerektirecektir.

“Meselâ yalnız Beydavî diye bilinen Envârut Tenzîl ve Esrâr-ut Te'vil adlı meşhur tefsire 250 kadar hâşiye yazılmıştır.

Bu hâşiyeler içerisinde çok değerli olanlar da mevcuttur.

Meselâ, Beydavî Tefsîrinin hâşiyeleri içerisinde, Haşiyetu Şihâb ile Haşiyetu Şeyhzâde son derece kıymetlidir.

Bazen öyle ilmi ve kıymetli izahlar yapılmıştır ki, izahı yapılan metin bile ikinci plânda kalır.

Hâşiyeciliğin fayda ve zararları olmuştur.

Bir çok üstün ve kıymetli eserler, yazılan hâşiyeler sayesinde daha iyi anlaşılmış, elden ele dolaşmış ve ölümsüzleşmiştir”(8)

Ehliyet sahibi olmayan insanların haşiyeleri ise zarar vermiştir. İşte hangi kitabların faydalı olduğu ve bu kitaplara yazılan açıklamaların hangisinin sahih olduğu, hangisinin zararlı olduğu, müçtehidlerin söylemiş oldukları sözler kimin içindir ve ne anlama gelmektedir

konuları da ayrı bir ilmi gerektiren bir husus olup, hangi kitapların sağlam olduğu da ilim sahibi olan kişilerin tavsiyesi ile mümkündür.

Sokakta yürüyen, üç beş ayet ezberleyen, birtakım eksik bilgiler ile ahkâm kesen insanların değil.

O halde bize düşen “Kitab’ın ilmi” ne sahip olan ilim ehlinin kılavuzluğu ile doğru bilgiye ulaşmaktır.

Dipnotlar :

(1) Ahmed b. Hanbel, I, 379.

(2) İbn-i Abidin,Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar, c.1.shf.83; Fıkhi Meseleler,Yusuf Kerimoğlu,ölçü yay.c.1.shf.68.

(3) İmam-ı Şafii-Er Risale-Kahire: 1979 (2. bsm) Sh: 508 Md. 1467-1468.

(4) Şamil İslâm Ansk.’Eser’ Mad.

(5) Beyhaki Sunenu’l-Kebir (1/108) Medhal Bab:- Hdsno: 179 Ocak y.; Vuslat Derg.Kasım 2016

(6) Taberani, Mucemu’s Sağir(1/185

(7) Mefatihul Ğayb,Fahruddin er-Râzi,Rad 43. suresi tfsr.

(8) Şamil İslâm Anskl. “Haşiye” mad.

Kaynak Yazarın Facebook Paylaşımı


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın