Kerbela: Nice Civanmertler Allah’ın Dinini Kanlarıyla Açıkladılar

Nice Civanmertler Allah’ın Dinini Kanlarıyla Açıkladılar (Tarih Şer’i Delil Değildir)

Yazan Mehmet Ali Kedicioğlu 

Evet, nice civanmertler ile Allah(cc), Dinini kullarına açıklamaya devam etmiştir.

Hilafet kaldırıldıktan iki nesil geçmesine, tüm imkânlar ile O’nun üstünün örtülmeye çalışılmasına rağmen, Hilafeti Ümmet’e açıklamaya ve ikame etmeye çalışanların bulunması da bunun delili değil midir?

Hicret’in dördüncü yılı Şaban ayının beşinde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, ikinci torunu ve Ali Radıyallahu Anh’in ikinci oğlu Hüseyin Radıyallahu Anh’in ağladığını işittiğinde annesi Fatıma Radıyallahu Anha’ya, “Onun ağlamasına üzüldüğümü bilmiyor musun?” dedi.

Torunlarının, “Hasan” ve “Hüseyin” isimleri, babalarına rağmen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem tarafından konulmuştur.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem her birisi için “Bunun ismini değiştirmekliğim bana emr olundu.” buyurmuş, Ali Radıyallahu Anh de “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” demişti.

Ali Radıyallahu Anh der ki: “Hasan, Rasulullah’a göğsünden başına kadar, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmına çok benzerdi.”

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Hasan ve Hüseyin’e bakıp “Allah’ım ben bunları seviyorum. Sen de sev bunları.” diyerek dua etmişti.

Yine “Hasan ve Hüseyin ki onlar benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır.”

“Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan bana kin tutmuş olur.”

“Hasan ve Hüseyin Cennetlik gençlerin iki Seyyididir.” buyurmuştu.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bir gün Ashabı ile davet edildiği bir yemeğe gidiyordu. O sırada Hüseyin Radıyallahu Anh sokakta çocuklarla oynuyordu.

Rasulullah Ashabını geride bıraktı. Ellerini açıp Hüseyin’i tutmak istedi. O, bir o yana bir bu yana kaçıyor, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de gülüyor ve onu tutmaya çalışıyordu.

Nihayet onu tuttu. Bir elini onun kafasının arkasına diğer elini de çenesinin altına koyup öptü.

Sonra da “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever. Hüseyin torunlardan bir torundur.” buyurdu.

“Torunlardan bir torundur” demesi, kendisinin de Allah’ın kullarından bir kul olması temasına ne kadar benziyor, değil mi?

O Elçi, gaybı bilen değildi. Ancak, gaybı bilenin bildirmesi ile bilebiliyordu. Her iki tema da insanların onlara ilahlık izafe etmeleri ihtimali ile ilgili bir uyarı niteliğinde değil mi?

O Elçi, kızı Fatıma’ya, “Ey Fatıma! Allah için güzel işler yap. Ben seni Allah’ın azabından kurtaramam.” buyurmuştu.

Demek ki, Allah Resulü’nü sevmek, korunmak için yeterli değildir. Güzel amellerle Allah’ın huzuruna varmak gerekmektedir. Rasulullah için geçerli olan, O’nun Ehl-i Beytinden olan torunları için de geçerlidir.

Demek ki Hüseyin Radıyallahu Anh’i, uğradığı vahşi katliamla birlikte, feryadı figan ederek ve bu işte aşırı da giderek anmak tek başına bir öneme haiz değildir.

Musibetler karşısında feryat etmek yerine “İnna Li’llahi ve İnna ileyhi raciun” (“Biz Allah'a ait (kullar) iz ve şüphesiz O'na dönücüleriz.”) demek yaraşır.

Bir de elverir ki bu tarihî olayla yani Kerbela katliamı ile Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın sevgili torununun bu Ümmet’e bıraktığı, dedesinden devren gelen mesajı tefekkür edip gereğince ameller takdim etmektir.

Evet, onlar da bir kavimdi, geldi, geçti.

Şimdi biz yaşıyoruz. Ve Rabbimiz, hangimiz daha güzel amel edecek diye bizi bir süreliğine yaşatıyor. Onların amelleri kendilerine, bizim amelimiz de bize…

Akıllı insan kendi geleceği için dersler çıkarıp gereğini yapmaya muvaffak olan insandır. Feryadı figan ile ağlayıp sızlama, acizlik ve zaaf işaretidir.

Şimdi, ağlama değil; tüm uyarılara rağmen, adeta bir kurbanlık gibi, kendisini feda eden, sanki kesilmesi için boynunu uzatan Hüseyin Radıyallahu Anh’i bu davranışa götüren temel saikı çok çok iyi anlama zamanıdır.

Geçmişte de böyle olmalıydı.

Hilafet kaldırıldıktan sonra bugüne kadar geçen süre boyunca akıl sahiplerinin Kerbela katliamından çıkaracağı sonuçlar bulunmalı idi.

Unutulmamalıdır ki bu din -ki o İslam’dır-, Kıyamet’e kadar bir nur olarak varlığını sürdürecektir.

Allah Resulü’nün Veda Hutbesi’nde “…burada bulunanlar bulunmayanlara bu söylediklerimi iletsin. Olur ki hazır olmayanlar daha iyi anlar…” buyurduğu gibi, Allah’ın rahmet ve mağfireti asla belirli bir çağla sınırlı değildir.

Olur ki bizler herhangi bir konuda, çeşitli yollara sevk edici manipülasyonlara düşmekten muhafaza edilmiş olabiliriz.

Yani bir olayı daha derli toplu anlayıp, davamızla ilişkilendirerek yaşadığımız toplumun gündeminde yardımcı hale getirip, Allah’ın muhkem delilleri ile bizden istediği dava yönünde ondan faydalanabiliriz.

Belki bu musibet, böylece Ümmet için hayırlara vesile olabilir.

Evet, tarih kesinlikle Şer’i delillerden bir delil değildir.

Ona, ancak şer’i hükümlerin nasıl tatbik edildiğini, iyi veya kötü bir şekilde mi tatbik edildiğini anlamak için bakılır.

Hele tarihi olaylardan -ki Kerbela katliamı acı bir örnektir-, hareketle amel ve ibadetler uydurmak, bu tarihi olayın o insanlar için bir şer olmasıdır ki bu, o amel sahipleri için daha büyük bir beladır.

Rasulullah “İbadetleri benden alın” ve “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle namaz kılınız” buyurmuştur.

Kaynağı O’nun Sünneti’ne dayanmayan her ibadet, bir bidattir. İbadetlerin bir illeti olmadığından, Allah Resulü ibadetlerini nasıl yapmışsa, bizim de öyle yapmamız gerekmektedir.

Zaman ve şartların değişmesi, ibadetlerin değişmesini gerektirmez.

Muharrem ayı, Hicrî takvimin ilk ayıdır. Bu ay, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den önce de vardı.

Hazreti Hüseyin’in bu ayın 10. günü olan Aşure günü, Kerbela’da katledilmiş olması, hem de kurbanı bile keserken gösterilmesi gereken incelik ve hassasiyete bile riayet edilmeksizin kelimenin tam anlamı ile hunharca katledilmesi olayı, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Allah’a kavuşmasından 50 yıl sonra gerçekleşmiştir.

Yani Rasulullah Allah’a kavuştuğu için artık vahiy kesilmiş, böylece Allah, dinini, kullarına olan lütuf ve inayetini tamamlamıştı.

Muharrem ayı’nda, Hüseyin Radıyallahu Anh’in şehadeti ile ilişki kurularak matem için et yemekten, su içmekten, tıraş olmaktan nefsi men etmek, kadınlara tüm ay boyunca değil de, Aşure günü olan 10 Muharrem’e kadar yaklaşmayarak, bolca Kerbela katliamını hatırlayıp ağlayarak matem tutmak ve bu amellerle dindarlık içgüdüsünü tatmin etmek, insanların icat ettikleri, kendi akıllarının, heva ve heveslerinin güzel gösterdiği amellerdir.

Aşure günü ve sonrası pişirilen Aşure yemeği de Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’ne binaen değildir.

Aşure günü ile ilgili olarak Allah, Resulü’ne ne bildirmişse o önemlidir. Peki, tarihte geçen ve o gün olduğu bildirilen olayların temel kaynağında ne vardır?

Bu olaylar sabit olsa bile önceki elçilerin değil, Allah’ın dinini tamamladığı son elçisi Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in getirdikleri yani O’nun Şeriatı bizim için çok önem arz etmeli, bizi bağlamalıdır.

Eğer bu bakışla olaya bakarsak her şey yerli yerine oturur. Ve biz de dinimizi, ondan olmayan batıl kirlerden temizlemiş oluruz.

Aksi takdirde zifiri karanlıklar içinde yolunu, ancak çakan bir şimşeğin aydınlatması ile sınırlı olarak bulmaya çalışan; yani karanlıklar içinde bocalayıp duran insanlar olmaktan bir karış öteye gidemeyiz.

İşte o zaman İblis yeryüzündeki askerlerini kullanarak, “ben Müslümanım” diyen o hayırlı topluluktan önemli bir parça koparıp onlara hükmetmeye başlamış demektir.

Ancak, İblis’in hileleri zayıftır.

Çünkü Allah kullarına çok yakın bulunuyor ve izni keremiyle onları hidayete çağırıyor. Ayrıca O’nun affı, merhameti, azabından çok daha fazladır.

Ancak O’nun vaadi de haktır ki Cehennemi cin ve insanların kâfirleri ile dolduracaktır. Ve O, vadinden asla hulf etmez.

İnsanların en üstünleri şüphesiz ki Allah’ın elçileri ve o elçilerle birlikte hareket etmekte sabırlı olan Salih insanlardır.

Hüseyin de Radıyallahu Anh, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın torunu olmasından -yalnız bundan dolayı değil-, ilmi ve takvası, dakik, kıvrak anlayış ve feraseti ile o Salihler topluluğundandır.

O, Raşidî Halifelerle olayların içinde yaşayarak geldiği için, değişen siyasî olaylara ve çevresinde olup bitenlere “aydın bir idrak” ile vakıf idi.

Belki de içinde bulunduğu tüm siyasî gelişmeleri en iyi bir şekilde idrak ediyordu.

Hatırlayalım o günü ki, bir gün Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Hicir mevkiinde toplu bir halde bulunan müşriklerin ileri gelenlerinin yanından geçerken onlar, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den bahsediyorlar ve O’ndan dertlenip

“Biz O’nun gibisini görmedik. Bizlere ahmak ve akılsız diyor, topluluğumuzu bölüyor, baba ve atalarımıza, tanrılarımıza hakaret ediyor.” diye konuşuyorlardı.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Kâbe’yi tavaf ederken yine arkasından laf attılar. Rasulullah onların sözlerini işitti. Yüzünde bir kızgınlık eseri göründü.

Rasulullah üçüncü defa yanlarından geçerken yanlarında durarak “Ey Kureyş topluluğu, beni dinliyor musunuz? Varlığım kudret elinde olana yemin ederim ki hakkınızda telakki ettiğim ölüm ve helak haberini tebliğ için yanınıza geldim.” dedi.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu sözü onlara öyle tesir etti ki başları üzerine kuş konmuş gibi oldular. Ebu Cehil bile “Ya Ebu Kasım! Selametle geçip git. Yemin ederim ki sen cahillerden değilsin.” dedi.

Ertesi günü yine aynı yerde toplanmış birbirlerini O’nun aleyhinde tahrik ediyorlarken, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem çıka geldi.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in etrafını çevirip üzerine atladılar. Bu durum kendisine haber verilen Ebu Bekir hızla Mescid-i Haram’a girdi ve “Allah belanızı versin. “Rabbim Allah’tır” diyen bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?” diye ağlayarak onlara çıkıştı.

İşte Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sözü “Bırak onları ya Ebu Bekir… Varlığım kuvvet avucu içinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben onlara kurban edilmek için gönderildim.”

Rasulullah onların her an kendisini boğazlamak, öldürmek hırsı ile hareket edebileceklerinin bilinci ile aralarına giriyor ve tebliğini muhakkak ki, en güzel şekilde yapıyordu.

Yani o Elçi, müşriklere tebliğ için her gittiğinde boğazlanma tehlikesi içinde olduğunun da bilincinde idi.

Ayrıca Mekke’li müşrikler, kavmine karşı O’nu himaye eden amcası Ebu Talip’e gidip

“Muhammed kadın istiyorsa Kureyş’in en güzel kadınını verelim. Hükümdar olmak İstiyorsa gelsin başımıza hükümdar olsun. Zenginlik istiyorsa istediği kadar mal verelim. Yeter ki bu davadan vaz geçsin” dediklerini Ebu Talip O’na ilettiğinde

O, Allah’ın elçisi, amcasına

“Ey amca onlar güneşi sağ ayı da sol tarafıma getirseler bile ben bu davan vaz geçmem. Ya Allah’ın dini hâkim olacak ya da ben öleceğim”

Demekle asıl davasının, Allah’ın dininin üstün olması demek olduğunu, müşriklerin bildiği bu gerçeği dili ile, bu sözü ile ilan ederken kararlılığını, ölüm kalım düzeyinde dile getirmiş olmakta idi.

Evet, o günün tüm siyasî olaylarına aydın bir şekilde vakıf olmakla beraber Hüseyin Radıyallahu Anh, Küfe’ye doğru harekete geçeceği sıralarda kendisine yapılan uyarılardan da gafil değildi.

Tehlikeyi hissediyordu. Tehlike ile ilgili somut deliler de vardı. Ayrıca O, dedesi Muhammed Aleyhi’s-Selam’dan gelen haberlerle birlikte babası Aliyyul Murteza’nın da verdiği haberlere vakıftı.

Şöyle ki:

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın zevcesi Hz. Ummü Seleme der ki:
“Rasulullah Aleyhi’s-Selam bir gün yanı üzerine yattı. Kaygılı ve üzüntülü olarak uyandı. Sonra uyudu. Yine kaygılı ve üzüntülü olarak uyandı.

Yine uyudu ve sonra tekrar uyandı avucunda kırmızı bir toprak vardı. Ve onu öpüyordu.

“Nedir bu?” diye sordum:

“Hüseyin için. Cebrail O’nun Irak toprağında öldürüleceğini bana haber verdi. Bu da oranın toprağıdır” buyurdu.

Ayrıca Hüseyin Radıyallahu Anhın şehit edileceği yerden Cebrail’in getirdiği toprağın Kerbela toprağı olduğu, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın bu yeri Kerb’u’bela yani tasa ve bela yeri diye vasıflandırdığı da rivayet edilir.

Başka bir rivayet de şöyledir ki bu rivayet Ahmet İbni Hanbel’in Müsned’indedir:

Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre yağmur meleği (başka bir rivayete göre Cebrail) Rabbinden izin alarak Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın yanına gelir. Rasulullah “Ey Ümmü Seleme kapıyı üzerimize kapa, yanımıza kimseyi bırakma” buyurur.

O sırada Hüseyin Radıyallahu Anh koşarak kapıya gelir. Hz. Ümmü Seleme onu içeri bırakmaz fakat Hüseyin Radıyallahu Anh kapıyı zorlayıp içeri dalar.

Kendisini Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın kucağına atar. Rasulullah onu boynuna, omzuna alır, öper, sever.

Melek, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e “O’nu çok mu seversin?” diye sorar. Resulullah “Evet” der. Melek, “iyi ama Ümmet’in O’nu öldürecektir” der. Rasulullah, “Demek O’nu öldürecek olanlar Müminler ha.!” diye buyurur.

Cebrail, “Evet, istersen O’nun öldürüleceği yeri de sana göstereyim” der. Rasulullah “Olur” deyince Melek getirdiği bir avuç ıslak kızıl toprağı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e gösterir. Hz. Ümmü Seleme de onu alıp elbisesinin eteğine koyar.

Dineveri, Kitabul’ahbar’ında, “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın bu husustaki ihbar ve müşahedesi, hicretin 61. yılının ilk ayı olan Muharrem ayında Kerbela’daki facia ile gerçekleşmiştir” demektedir.

Muhakkak ki Hüseyin Radıyallahu Anh, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’le ilgili bu habere vakıf olmalıdır.

Hüseyin Radıyallahu Anh ve kafilesi gün ortasında Kayz mevkiine geldiklerinde Hurr bin Yezid et Temimi’nin kumandası altındaki bin kişilik Küfe birliği ile karşılaştı.

Hüseyin Radıyallahu Anhın Hurr ile görüştü ve Küfe’lilerin gönderdiği bir heybe dolusu mektubu ona gösterdi.

Hurr, “Biz bu mektuplardan herhangi birisini sana yazanlardan değiliz. Fakat sana kavuştuğumuz zamandan itibaren Küfe’ye, Küfe valisi İbn-i Ziyat’a götürünceye kadar senden ayrılmamamız bize emredilmiştir” dedi.

Hüseyin Radıyallahu Anh, “Ölmek bundan önce ve yeğdir” dedi.

Sonra ağırlıklarını yüklenip Hicaz’a doğru yöneldi. Küfe’li süvariler önlerini kesip onları Hicaz’a döndürmediler.

Hüseyin Radıyallahu Anh, Hurr’e “Sen bu hareketlerinle ne yapmak istiyorsun?” diye sordu. O “vallahi seni vali İbn-i Ziyada götürmek istiyorum” dedi.

Hüseyin Radıyallahu Anh, “o halde vallahi bence çarpışmaktan başka yapacak bir şey yoktur” dedi.

Münakaşa çoğalınca Hurr “seninle çarpışmak emri bana verilmemiştir. Bana senden ayrılmamak emri verilmiştir. Aramızda bir yol tut ki bu yol seni ne Küfe’ye ne de Hicaz’a götürsün” dedi.

Kumandan Hurr’un denetiminde, vali İbn-i Ziyad’ın talimatı ile onlar susuz bir yere getirildiler. Ve Hurr dedi ki “valinin emri böyledir. Seni susuz bir yere indirmemi emretti. Valinin emrinin sonuna kadar yerine getirilmesi zaruridir.“

Hüseyin Radıyallahu Anh’in vefakâr ve fedakâr adamlarından biri olan Züheyr b. Kayn;

“Babam, anam sana feda olsun Ey Rasulullah /SAV)’ın oğlu (torunu). Vallahi bize şunlardan başka gelen olmasa biz onlara yeter ve hepsinin hakkından geliriz. Bunlardan başkaları da bize gelirse ne yaparız? Gel sen bize müsaade buyur da şunlara karşı vazifemizi yerine getirelim. Çünkü bunlarla çarpışmak gelecek olanlarla çarpışmaktan daha kolaydır.”

Hüseyin Radıyallahu Anh, “çarpışmayı kendim başlatmayı hoş bulmuyorum. Taki onlar çarpışmaya kalkıncaya kadar“ dedi.

Züheyr b.Kayn “bak işte şurada yakınımızda Fırat kıyısında bir köy daha var” dedi. Hüseyin Radıyallahu Anh, “nedir ismi o köyün” dedi.

Züheyr, “El’Akr” (meşhur olmak, yaralanmak, boğazlamak) dedi.

Hüseyin Radıyallahu Anh, “Akr’dan Allah’a sığınırız” dedi.

Hurr ve adamları onları, biraz daha ilerleterek Kerbela’da durdular. Hurr, “Bu yere in. Fırat nehri de yakınında” dedi. Hüseyin Radıyallahu Anh, “nedir bu yerin ismi” diye sordu. “KERBELA” dediler.

Ve Hüseyin Radıyallah Anh hatırladı: “Zat-i kerbin ve belain… Üzüntülü tasalı, mihnetli ve belalı yer” dedi.

“Babam Sıffin’e giderken buraya uğramıştı. Bende yanında idim. Durdu buranın neresi olduğunu sordu. İsmi kendisine haber verilince “Onların hayvanlarından indirilecekleri yer işte burasıdır. Kanlarının döküleceği yer işte burasıdır.” dedi.

Bunun ne demek olduğu kendisine sorulduğunda “Muhammed Hanedanı’nın yükleri, ağırlıkları işte burada indirilecek” dedi.

Yine Ahmet İbni Hanbel, Müsned in’de şöyle haber verdi.

“Ali Radıyallahu Anh’in Mataracısının rivayetine göre, Ali Radıyallahu Anh Sıffin’e giderken Ninova hizasına gelince Mataracısına “Ebu Abdullah! Fırat kıyısında biraz dur.” diye seslendi.

Ebu Abdullah “ne için duracağız?” diye sordu.

Ali Radıyallahu Anh: “Ben bir gün Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın yanına gitmiştim. Gözlerinden yaşlar dökülüyordu. “Ey Allah’ın Resulü, seni gözlerinden yaşlar akıtacak dereceye getiren mi oldu?” diye sordum.

“(Evet) biraz önce Cebrail yanımda idi. Hüseyin’in Fırat kıyısında şehit edileceğini bana haber verdi. Onun toprağından sende koklar mısın?” dedi.
“Evet” dedim. Bunun üzerine elini uzattı. Bir avuç toprak avuçlayıp bana verdi. Gözlerimin yaşını tutmaya kadir olamadım” demiştir.

Şimdi bu haberleri Hüseyin Radıyallahu Anh biliyordu.

Sıffin Savaşı’na giderken babası Ali Radıyallahu Anh’in söylediklerini de biliyordu. O halde Hüseyin’in bilerek boynunu kılıca uzatmasının arka planını mutlaka anlamaya çalışmalıyız.

Bu husus, Hz. İsmail’in, babası Hz. İbrahim Aleyhi’s-Selam’a, Allah’a kurban edilme meselesi ile ilgili olarak emr olunduğu şeyi yerine getirmesini, inşallah kendisinin sabredenlerden olacağını beyan etmesine benzemektedir.

Muhakkak ki O, ilim sahibi olup, hayatı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın getirdiği risaleti başkasının ulaşamayacağı bir noktadan idrak etmiş bir zattı.

O, Kerbela’ya gelmeden önce de bazı şeylerin olabileceğini peşinen kabul ederek yola çıkmıştı.

Ailesi, yakın akrabaları hatta küçücük çocuğu ile birlikte yola çıkıyordu. Bu bir savaşa çıkma değildi. Kadın ve çocukları ile bir insanın yola çıkması asla bir savaş seferi değildir.

Belki tahmin etmediği, anladığı zaman ise artık işin dönülemeyecek bir noktaya gelmiş olduğu, sürpriz gelişmelerle karşılaşmıştı.

Mekke’den ayrılırken bazı yakınlarının onu ikazı ile ilgili haberler, tarih içinde Ümeyye oğullarına bir mazeretleri olması için uydurulmuş haberler de olabilir.

Haber uydurma işini, kimileri Resul Aleyhi’s-Selam’ın Sünnetine kadar ulaştırmışlardır. Mevzu Hadisler böyle ortaya çıkmıştır.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den sonraki Hülafai Raşidin dönemi, Sahabelerin yönetimde bulunma dönemidir.

Hz. Osman’dan sonra, O’nun Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’yi Şam’a vali olarak ataması ile başlayan veya daha doğrusu Muaviye İbni Ebu Süfyan’ın Şam valiliği ile başlayan süreçte, İslam Devleti’nin merkezî siyasî ortamı Medine’den kaymaya başlamıştı.

Ali Radıyallahu Anh, Irak topraklarındaki Küfe şehrini Hilafet merkezi yapmış, Hilafeti’ni o şehri merkez ittihaz ederek sürdürmüştü.

Bu durum, Ümmetin değişen durumunun bir sonucudur.

Çünkü muazzam fetihler olmuş, İran’daki Kisra, devletleri ile yerle bir olmuş ve bölge İslam’ın hâkimiyetine geçmişti.

Cihad faaliyeti içteki olumsuz fitne ve kargaşalara rağmen canlı ve diri olarak devam etmekteydi ve ön görülen hedeflere göre en uygun bir mekânın devletin baş şehri yapılmasına ihtiyaç vardı.

Öte taraftan Ümeyye oğulları Şam’da güçlü bir merkez edinmişti. Sıffin Savaşı bu gelişmeye yani Muaviye liderliğinde Ümeyye oğullarının Şam’da nüfuz ve kuvvet elde etmesini önlemeye yetmemişti.

Ümeyye oğulları ve nüfuz bölgelerinde her ne kadar bazı Sahabeler bulunuyor olsa da onların ağırlıkları, Mekke’de Rasulullah zamanında İslam’a karşı mücadelede öncülük yapanlarda idi.

Ve onlar sinsi politik oyunları ve bugünkü anlamı ile siyasî komploları başarı ile uyguluyorlardı.
Muaviye, Ali Radıyallahu Anh’in Hilafetinin ilk günlerinden itibaren Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılması temasını işledi.

Bu tema, Ümmet üzerinde geniş ölçüde yankı bulan bir tema idi. Ancak Muaviye bu iddiasını paravan olarak kullanıyordu.

Çünkü kendisi etkili olmaya başladığı zaman artık Hz. Osman’ın katillerinden söz edilmez olmuştu. Hâlbuki hak ve cezalarda zaman aşımı diye bir şey asla söz konusu olamaz.

Demek ki Muaviye bu tezinde samimi değildi.

O, tezini Ali Radıyallahu Anh’in Hilafeti döneminde kullanmıştı. Ali Radıyallahu anh Muaviye’nin durumuna siyasî olarak vakıf olduğu için daha önceki halifelerin yapmadığı bir şey yaptı ve Muaviye’yi “Biat” konusunda zorladı.

Zira Ümmet içinde büyük bir fitne kopmak üzereydi. O, bu fitneyi önlemek için askerî işlere başvurdu. Ancak istenen sonuç hâsıl olmadı.

Ali Radıyallahu anh, Hz. Ömer gibi bir suikast sonucu Rabbisine kavuştuktan sonra, siyasî ortam Şam’daki Muaviye lehine daha fazla kayış gösterdi.

Hz. Hasan Radıyallahu anh; Medine’deki merkezi siyasî ortam tarafından hemen Halife olarak seçilip biat edilmesine rağmen, siyasî ortamı kendi lehine çevirmek isteyen ve bu konuda çok hırslı olan Ümeyye oğullarının lideri olarak Muaviye’yi karşısında buldu.

Hz. Hasan, Hilafet makamını kendi rızası ile Müslümanların kanının akıtılmaması için, o makama çok hırslı olan Muaviye’ye bıraktı. Onunla mücadele etmedi. Siyasî otoritenin engellenemez gidişinin önünde durmadı.

Muaviye rakipsiz olarak Ümmetin liderliğini elde etmekle birlikte kendisinden sonra da Ümeyye oğullarının otoriteyi ellerinden kaybetmemeler için, daha sağ iken oğlu Yezid için biat alma girişimlerinde bulundu.

Etkili, sözüne itibar edilir kişilerle toplantılar yaparak oğlu Yezid’e biat alma çalışmaları, bazı Müslümanların direncini, muhalefetini ortaya çıkartıyordu.

Bu kişilerden birisi bir toplantıda Muaviye’ye şöyle diyor: “Yalan söylersem Allah’tan, doğru söylersem senden korkuyorum”.

Bu ahval içinde Muaviye, Şam çevresinde oğlu Yezide biat aldıktan sonra Hacc için gittiği Mekke ve Medine’de de, Hüseyin Radıyallahu Anh, Abdullah b. Zubeyr, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Ebu Bekir etkili ve halifelik için en önemli aday olma potansiyeline sahip kişiler oldukları için, onlardan da oğlu Yezide biat almak istedi.

Bu amaçla görüşmeler yaptı. Ancak Şam çevresindeki gibi başarılı olamadı.

Burada, Resul Aleyhi’s-Selam’ın Sünneti ile Hülafai Raşidin uygulamalarına göz atarak otorite tesisi konusunda İslami görüşün ne olduğunu hatırlamalıyız:

Rasulullah, Risalet görevini yüklendikten sonra Mekke’de ileri gelenlere özel bir önem veriyor, bilinçli ve kasıtlı olarak müşriklerin ileri gelenlerini davet ediyordu.

Bu eğilim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın her döneminde izlenebilmiştir. Yine Risalet görevini yüklenmesinin 10.yılında Taif’e gitti. Taif’teki etkili, sözü dinlenir bazı kişilerle görüştü.

Onları Allah’ın yegâne ilah olarak kabul edilmesine davet ile birlikte Resulullah olduğu için de kendisini korumalarını, tüm güçleri ile destek vermelerini de istedi. Taif seyahati bir dönüm noktasıdır.

Taif dönüşünde ise o yılki hac mevsiminde yanında birkaç sahabesi ile birlikte çadırları dolaşıp ileri gelenlerle, kabile başkanları ile görüştü. İslam’ı kabule davet ile birlikte kendisine yardım etmelerini de istemeye başladı.

Bu açıkça bir otorite talebiydi.

Hatırlayalım ki O, Ukaz Panayırı’nda konaklayan Amir b. Sasaa oğullarına gitti. Onlara hangi kavimden olduklarını sordu. Amir b. Sasaa oğullarındanız dediler.

Rasulullah onlara: “Sizde himaye nasıldır? Ben Allah’ın gönderdiği elçisiyim. Sizin yanınıza gelirsem Rabbimin bana emrettiği şeyleri tebliğ edinceye kadar hiç birinizden hoşlanmayacağım bir hareketle karşılaşmadan beni himaye eder misiniz?” dedi.

“Sen Kureyşte kimlerdensin?” diye sordular. Rasulullah “Abdulmuttalip oğullarındanım” dedi. “Sen nerede Abdumenaf oğullarından olmak nerede” dediler. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın davetini reddettiler.

Ama bunlardan Beyhara b. Firas adındaki şahıs kendi kendine düşündü ‘eğer ben bu genci tutarsam bütün Araplara hâkim olabilirim’ dedi.

Öyle düşündü ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e “eğer bizim yardımımızla seni Allah muhaliflerine hâkim kılacak olursa senden sonra bu hâkimiyet bizim olur mu?” dedi.

Resul Aleyhi’s-Selam Risaletinin en önemli siyasî kaidesini işte bu olayda açıkladı. O günün zor şartlarına rağmen herhangi bir tavize yanaşmadı ve ona şöyle dedi:

“Emir ve İrade Allah’ındır. O, hükmetmeyi dilediğine verir” dedi.

Buradan şunu anlıyoruz ki İslam otoriteyi Ümmet’e verdi. Ümmet serbest hür iradesi ile otoriteyi içlerinden birine teslim eder.

Otoriteyi elde eden zat ise biat ile Ümmetin emiri olur.

Ancak biat akdinin içinde Allah’ın hükmü ile hükmetme ahitleşmesi vardır. Yani otoriteyi elde eden zat Allah’ın hükmü ile hükmedecek, Ümmet te ona itaat edecektir.

Böylece İslam’da otorite Ümmetin, hâkimiyet ise Allah’ın olmaktadır. Ümmet yöneticisini serbest hür iradesi ile seçecek ve seçilen zata biat edilerek yöneticiliği gerçekleşecektir.

Rasulullah, vefatına yakın zamanlarda açık ve net olarak Ümmetin kime biat edeceklerini açıklamamıştır.

Hz. Ebu Bekirin Halifeliği de Sahabelerin sert veya yumuşak ama ciddi ve hayati münakaşa ve tartışmaları ile gerçekleşmişti.

Rasulullah Cuhfe mevkiinde Gadir-i Hum vadisinde konakladığında Müslümanlara hitabetti. Ölümünün yaklaştığını hissettirdi.

Ve “Size iki şey bırakıyorum. Birincisi Yüce Allah’ın kitabıdır ki O’nun içinde hidayet ve nur vardır. O’nu sımsıkı tutunuz ve sarılınız.
İkincisi Ehli Beytimdir. Ehli Beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım”
ve bunu üç kez tekrar etti.

Sonra Ali’nin elinden tutup “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım o’na dost olana dost, düşman olana da düşman ol” diyerek yalvarmıştı.

Hastalığı ağırlaştığında namaz kıldırmak üzere Hz. Ebu Bekir’i görevlendirmesi, Hz. Ömer’le ilgili sözleri de Ümmete bazı esintiler kazandırmış ama kendisinden sonra ki Halife konusunda onları bağlamamıştı. Bunlar, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın Sünnetinden delillerdir.

Ashabı Kiramın birlikte ulaştıkları karar ve görüşler İcma-i Sahabe olup Sünnetten sonra üçüncü şer’i delildir.

Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali Radıyallahu Anhların Halife olmalarında değişik şekillerde de olsa ümmetin kimi istediğinin hür irade ile ortaya çıkarılması gerçekleşmiştir.

İşte bu, otorite hakkının Ümmete verilmiş olduğunun delilidir. Bir Halife’nin, ölmeden önce yerine seçilecek şahısla ilgili Ümmet’in bir ferdi olarak irade beyan etmesi ise reddedilmemiştir.

Böylesi bir davranış, Ümmet’in hür iradesini etkileyecek bir davranış olarak algılanmamış, anlaşılmamıştı.

Ancak; ilk defa Muaviye daha sağ iken oğlu Yezide biat almış, kendisi öldükten sonra da bu biat yenilenmişti. Bu fahiş bir hata idi.

En azından Hz. Hüseyin ve diğer muhalifler için öyle değerlendirilmiş olmalı idi.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın aynı anda iki Halife’nin olmasını yasaklamış, “ikincisini öldürünüz” demiş olmasına rağmen Muaviye kendisi Halife olarak sağ iken oğlu Yezide biat almıştı.

O zamana gelinceye kadar, Muaviye ye karşı siyasî bir mukavemet olmadı. Ancak o ölmeden önce oğlu Yezide biat alma çalışmalarına başlayınca Ümmet de mukavemete başladı.

Zira bu açıkça Resul’ün Sünneti ve Sahabe icmaına rağmen yapılan bir ameldi. Bu günün siyasî ortamında seçimler yapılırken siyasî otoritenin seçimleri etkileme çalışmaları nasıl bir hile ve kötüye kullanma ise Muaviye’nin yaptığı da o idi.

Rasulullah vefat edince o dehşetli saatlerde bazı sahabeler toplanıp şiddetli tartışmalar sonunda Hz. Ebu Bekir’i Halife olarak naspettiler. Hz. Ebu Bekir’e biat edilmeye başlandı.

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer tarafından dışarı çağrıldığında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın mübarek naaşı yanında Ali Radıyallahu Anh, Hz. Abbas ve Zübeyir b. Avvam kalmıştı.

Hz. Abbas, Ali Radıyallahu Anh ile baş başa kalınca ona “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın Hilafet işini senden başkasına vasiyet ettiğine dair bir şey biliyor musun?” diye sordu.

Ali Radıyallahu Anh, “Vallahi hayır. Bu hususta bir şey bilmiyorum” dedi. Hz. Abbas gidip diğer Sahabelere de aynı şeyi sordu. “Hayır” cevabını aldıktan sonra Ali Radıyallahu Anh’in yanına döndü. “Uzat elini sana biat edeyim. Ehli Beytin ve halk da sana biat eder“ dedi.

Ali Radıyallahu Anh “Allah sana iyilik versin ey amca… Bu işi bizden kim ister ki” dedi.

Hz. Abbas “Sanırım vallahi uman olacaktır” dedi.

Hz. Ebu Bekir’e Mescidde biat edildiği sırada Tekbir seslerini işittiler. Ali RadiyAllahu Anh “Bu nedir?” diye sordu.

Hz. Abbas “Bu, seni davet ettiğim, senin de yanaşmadığın şeydir” dedi.

Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’e biat etmek üzere toplandıkları vakit Ebu Süfyan b. Harb “Vallahi ben kandan başkası ile söndürülemeyecek bir toz duman görüyorum” dedi.

“Ey Abdi Menaf oğulları size ait işleri Ebu Bekir’e mi bırakıyorsunuz? Nerede o iki zaifler? Ali ve Abbaslar? Ey Hasan’ın babası! Uzat elini, sana biat edeyim.

Siz Ebu Kuhafe’nin oğlunun yönetim işinizi üzerine almasına nasıl razı oluyorsunuz? Bu iş, Kureyşliler içinde küçücük bir kabileye nasıl verilir? Vallahi isterseniz ben, onun üzerine her taraftan süvariler ve piyadeler doldururum” dedi.

Ali Radıyallahu Anh,

“Ben asla böyle bir şey ister değildim. Yazıklar olsun sana ya Ebu Süfyan ! Ey Ebu Süfyan vallahi sen bununla ancak fitne ve fesat çıkarmak istiyor, İslamiyet ve Müslümanlara karşı düşmanlığını sürdürüp duruyorsun.

Fakat bununla onlara hiçbir zarar veremeyeceksin. Senin nasihatin bize gerekmez. Bu işe Ebu Bekir’i yeterli görüyor ve buluyoruz. Biz onu bu işle baş başa bıraktık. Araya girmedik” dedi.

Ebu Süfyan, Mekke fethinden sonra bir süre Muellefetul Kulub’dan iken sonra dinini güzelleştirmiş ve katıldığı savaşlarda yararlılıklar göstermişti. Hz. Osman, yanında bulunan Ümeyye oğulları ile birlikte biat etmiştir.

Fakat Ali Radıyallahu Anh ve Hz. Abbas ise Haşim oğullarının yanında bulundular ve biat etmeksizin Mescidden ayrıldılar.

Daha sonra Ali Radıyallahu Anh Hz. Ebu Bekir’e “Bize hiç danışmadın. Hakkımıza riayet etmedin” diyerek sitemlendi.

Allah hakkıyla bilir ki burada kullanılan: “Hakkımıza riayet etmedin” sözü danışma, istişare anlamında olmalıdır.

Yoksa Hilafet’in Ali Radıyallahu Anh veya Ehli Beytin hakkı olduğu anlamında değildir. Ortada bir haksızlık olsa idi Ali Radıyallahu Anh canına değer vermez, mücadele ederdi.

Hz. Ebu Bekir “evet öyle oldu. Fakat ben ortaya fitne çıkmasından korktum” diyerek mazeret beyan etti.

Ali Radıyallahu Anh, Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in muavinliğini yapmıştı. Hz. Osman ise muavin olarak Ümeyye oğullarının ileri gelenlerinden olan Mervan’dan faydalanmıştı.

Daha sonraki günlerde en sinsi komplo ve hileler maalesef bu zat tarafından icra edilmişti. Bizi ilgilendiren Ali Radıyallahu Anh’in kendisinden önceki Halifelerle herhangi bir probleminin olmamasıdır. Onlar arasında biat konusunda bir sürtüşme yaşanmamıştı.

Halife seçimi ve biat ile devlet yönetiminde boşluk olmasını engelleme, her zaman ve devirde bu ümmet için en önemli ve ciddi siyasî amellerdendir.

Gerekli şartlara sahip olan herkes ona talip olabilir. Biat akdi Ümmet ile Hilafete talip zat arasında yapılan bir akittir. Bu akit olmadan asla herhangi bir zat, Ümmet üzerinde emir ve söz sahibi olamaz.

Tıpkı nikâh akdi olmadan birbirine yabancı iki insanın; bir kadın ve erkeğin birbirine helal olmaması gibi.. Nikâh akdi olmadan tarafların birbirini istemesi ne kadar kuvvetli olursa olsun kişiler birbirine helal olmaz ve evlilik gerçekleşmez.

Hilafete talip olan kişinin Ümmetin en iyisi olması şart değildir. Zaten en iyinin doğru bir şekilde saptanması da imkânsızdır. Zira takva kalp ile ilgili olup kalpten geçenleri de bilen yalnız Allah’tır.

Bu bakımdan Ümmetin en iyisi olma, uygulama pratiği olmayan bir kavramdır. Nitekim Hz. Ebu Bekir, Ömer ve diğer Sahabiler Halife olduklarında ”…sizin en iyiniz olmadığım halde beni Halife olarak seçtiniz…” şeklinde konuşmuşlardır.

Bu ifade bir tevazu işareti olarak kabul edilebileceği gibi bu konudaki şer’i hükmü de gösterir ki o, Halife’nin Ümmetin en iyisi olması demek olmadığıdır.

İşte bundan dolayı Ali Radıyallahu Anh’ den sonra Hz. Hasan dâhil ümmet Muaviye’nin halifeliğine ses çıkarmadı. Gelecekte, Muaviye’den sonra siyasî bir rakip olma endişesi ile Hz. Hasan’ın zehirlenerek öldürüldüğü de söz konusudur.

Muaviye’nin, oğlu Yezide sağlığında biat almaya kalkışması Ümmet içinde karışıklıkları artırdı. Tepkilere sebep oldu.

Şu anda ise, ölü bir vücudun sinirsel tepkileri ne ise Müslüman Ümmetin Halife ve Hilafet rejimi ile ilgili uyanıklık ve bu konuda duyarlığı da öyledir. Ama Ümmet canlı ve dip diri iken bu mesele daima önemini muhafaza etmiştir.

Muaviye bu davranışı sergilemese ve Halife seçimini kendi ölümünden sonraya bıraksaydı yani Rasulullah ve sonraki Halifeler gibi davransaydı hiçbir sorun olmazdı.

Ancak Allah’ın Levh-i mahfuzu ve ezelden takdir edilmiş bir iradesi vardır. Biz o iradenin ne olduğunu bilmediğimiz için akıl, irade ve hırslarımızla baş başa bırakılmışızdır.

Hani Ashab arasında azil yapanların varlığını Allah’ın elçisi hissedince şöyle demişti “…siz onu yaparsınız. Siz onu yaparsınız. Ama Allah’ın Kıyamete kadar yaratacaklarına engel olamazsınız.”

Evet, hiçbir şey O’nun tedbir ve takdirine engel olamaz. O’nun takdir ve tedbirini değiştirecek de yoktur.

Muaviye b. Ebi Süfyan Hicretin 60. Yılında Recep ayı ortalarında Şam da vefat etti. Şam’lılar onun oğlu Yezide biat ettiler.

Normal şartlar altında Halife seçimine gidilseydi ortada görülen adaylar Hüseyin Radıyallahu Anh, Abdullah b.Zubeyr, Abdullah b.Ömer, Abdurrahman b.Ebu Bekir ve Hilafeti hırsla isteyen Yezid b. Muaviye olacaktı. Muhtemelen de Ümmet kesinlikle Yezid b. Muaviye’yi seçmeyecekti.

Kendi geleceği için rakip olan bu zatların biat etmelerine özellikle ve öncelikle önem veren Yezid, Recep ayı içinde Şam’a dönüp Medine valisi Velid b.Utbe b.Ebi Süfyan’a şöyle yazdı:

“Bu yazım sana geldiği vakit Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr’i buldur. Onların bana biatlarını al. Eğer biattan kaçınırlarsa boyunlarını vur. Başlarını bana gönder. Halkın da Biatı’nı al, Biat’ten kaçınanlar hakkında Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr hakkındaki hükmü onlara da uygula. Vesselam.”

Velid bu mektubun uygulanmasından endişe etti. Mervan’ı çağırtıp onunla istişare etti. Mervan ise ona,

“Abdullah b. Ömer ile Abdurrahman b. Ebi Bekir bu konuda istekli olmazlar. Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr’e gelince; adam gönderip çağırt. Yezid’e biatlarını al. Biat etmezlerse, Muaviye’nin ölüm haberi (gelmeden) yayılmadan önce boyunlarını vur” dedi.

Muaviye’nin ölüm haberi gelmeden önce, henüz daha Muaviye yaşıyormuş gibi Yezide biat alma işleminin devam ettiğini veya devam ettirilmek istendiğini bu mektuptan anlayabiliriz.

Neden?

Çünkü Muaviye bunun için uğraşmıştı. Bu gizli saklı bir bilgi değildi. Muaviye’nin bu faaliyeti ile emrin üzerinin örtülme gayreti görülüyor. Muaviye Halife olduğu için itaat edilme hakkı vardı.

Ama Yezid’in Halifeliğinin ilanı ise yeni bir durumdu. Kabul edilmesinde sıkıntılar olabilecek bir vakıa idi.

Tabii Hüseyin Radıyallahu Anh’in istihbarat kabiliyetini bilmiyoruz. O belki de bunu haber aldı. Döndürülmeye çalışılan siyasî manevrayı, komployu keşfetti. O bilgi ile Medine Valisinin çağrısını, Abdullah b. Zübeyr ile Mescid-i Nebevi de oturmuş sohbet ederlerken aldı ve haberciye “Sen git izin sıra geliriz” dediler.

Abdullah b. Zübeyr, Hüseyin Radıyallahu anh’a: “sence bu çağırılmanın asıl sebebi nedir?” diye sordu. Hüseyin Radıyallahu anh: “Sanırım Muaviye ölmüştür. Biat için çağırılıyoruz.” dedi.

Hüseyin Radıyallahu anh’in bu cevabı ya başlı başına siyasî ferasettir veya konu hakkında gizlenen bilgiye ulaşmış olduğundan çağrının içeriğini bilmektedir.

Abdullah b. Zübeyr ise, “Ben bundan başka bir maksat olduğunu sanıyorum” dedi. Mescidden ayrılıp evine oradan da gizlice Mekke’ye gitti. Bu nedenle Medine Valisi Velid onu yakalatamadı.

Belki Zübeyr’in Oğlu’nun Mekke’ye savuşup gitmesi, vali konağında Hüseyin Radıyallahu Anh ile birlikte katledilmelerini engelleyen bir olay olmuş, yumuşak huylu ve ileri görüşlü olduğu anlaşılan valiye, bu emre uymama konusunda bir imkân sunmuş olabilir.

Hüseyin Radıyallahu anh azadlı köleleri ve oğullarından bazılarını yanına alarak Vali konağına gitti. Yanındakileri kapıda bırakıp tembihatta bulunduktan sonra içeri girdi. Vali Velid’in yanında Mervan, şu siyasî mimar olan Mervan oturuyordu.

Hüseyin Radıyallahu anh da Vali’nin öbür yanına oturdu.

Vali Velid, Yezid’in mektubunu okuduktan sonra Hüseyin Radıyallahu anhı Yezid’e biat etmeye davet etti. Hüseyin Radıyallahu anh diplomatik bir üslup kullanarak talebi geri çevirdi.

Dedi ki “benim gibi bir adam gizli olarak biat etmez. Zaten halkın önünde açıklamadıkça sende razı olmazsın. Halkı biat’e davet ettiğin zaman bizi de çağırtırsın”.

Velid hemen ikna oldu. Mervan ise derhal müdahale etti: “Eğer bu şimdi yanından ayrılacak olursa onu bir daha ele geçiremezsin. En iyisi bu adamı hapset. Yanından ayrılıp gitmeden ya biat eder yahut boynunu vurursun”.

Gerçekten Mervan’ın bu tepkisi ilginçtir. Sanki Yezid’i de kullanan odur ve sanki Vali’ye gönderilen mektubun içeriğinde de O’nun etkisi vardır.

Hüseyin Radıyallahu anh yerinden sıçradı: “Ey mor suratlı adamın oğlu! Yalan söyledin. Vallahi sen alçaklaştın. Benim boynumu vurmaya ne sen kadir olabilirsin nede o“ diyerek Velid’in yanından çıkıp gitti.

O gittikten sonra Vali ile Mervan tartıştı. Vali Mervan’ a “Yazıklar olsun sana. Sen bana Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın kızı Fatma’nın oğlu Hüseyin’i öldürmemi mi telkin ve teklif etmek istiyorsun…“

Dikkat edilirse Yezid’in mektubu değil Mervan’ın görüşleri analiz edilmektedir. Sanki Mervan Yezid’ in önüne geçmiştir.

Evet, gerçekten Mervan’ın düşmanlığı Yezidi geçmiş görünüyor. Vali devam etti:

”…Biat etmem dedi diye Hüseyin’i mi öldüreyim…”

Mervan, vali ile aynı görüşte olmadığı halde “senin bu husustaki görüşün ve yaptığın yerindedir” dedi. Karşısında ihlâs ve samimiyet görünce geri adım attı. Başka sinsi planları kurabileceğini düşünmüş olabilir.

Hüseyin Radıyallahu anh o gece karanlıktan faydalanarak aile efradı ile birlikte Mekke’ye gitti. Mekke’liler Hüseyin Radıyallahu Anh’in başına toplandılar.

Bu olaylar Recep ayının sonuna doğru oluyordu. Şaban, Ramazan Şevval, Zilkade, Zilhicce (hac ayı) ve Muharrem… Tam 5 ay!

Hüseyin Radıyallahu anh’in Kerbela’da, hunharca katledilmesi ile sonuçlanan Kerbela faciası arasında yaklaşık beş ay civarında bir zaman dilimi…

Hüseyin Radıyallahu anh’ın siyasî manevraları ile O’nu yok etmek isteyen, evet biat ettirmek değil yok etmek isteyenlerin oyun ve hilelerinin kıyasıya yarıştığı 5 ay…

Küfe, Ali Radıyallahu anh’in Hilafeti’ni geçirdiği bir şehirdir.

Mekke ve Medine’ye göre yeni fethedilen yerlere yakınlığı ve stratejik özellikleri itibariyle, fetihlerin devamlılığı açısından önemine binaen Ali Radıyallahu anh, yönetimini oradan sürdürdü.

Öte yandan siyasî ortam artık Medine’ den kuzeye doğru Şam ve Küfe’ye doğru kaymaya başlamıştır.

Hüseyin Radıyallahu anh’a Kufe’den mektuplar gelmeye başladı. Hüseyin Radıyallahu anh’in Mekke’ye geçtiğini haber alan Küfe’ lilerden Ehli Beyt taraftarı bir cemaat, Süleyman b. Surat’ın evinde toplanarak Hüseyin Radıyallahu anh’i Küfe’ye davete karar veriyorlar.

Ardından Hüseyin Radıyallahu anh’a mektuplar yazmaya başlıyorlar. Hüseyin Radıyallahu anh’a gelen mektuplar bir heybe dolusu idi.

Hüseyin Radıyallahu anh yazdığı bir mektupla birlikte amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kufe’ye gönderdi.

O’na: “Ey amcamın oğlu, seni Kufe’ye göndereceğim Kufe’ lilerin görüşlerinin hangi noktada toplandığına bak. Eğer onlar bana gönderdikleri mektuptaki gibi iseler bana acele yaz. Yanına gelmekte acele edeyim. Eğer durum başka olursa sen geri dönmekte acele et” dedi.

Müslim b. Akil, Kufe’ye vardı. Ehl-i Beyt taraftarı olanlar Müslim’in başında toplandılar. Haber Kufe’ye yayıldı.

Yezid’in Valisi Numan b. Beşir yumuşak huylu bir sulh adamı idi. Bu gelişmeyi hemen Yezid’e ulaştırdı. Yezid, Numan’ı Valilikten azledip yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı ek görevle atadı.

İbni Ziyad babası belli olmayan bir köle çocuğu iken Ebu Süfyan tarafından evlatlık edinilmiş bir kişiydi. Yani Ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin üvey kardeşi idi.

Yezid bu üvey amcasına “İki kanadın varsa kanatlan ve hemen Kufe’ye uç” dedi.… ”Ele geçirilip azatlanmak yahut bir köle olarak geldiği yere geri çevrilmek” tehdidi, ondan istenen işin önemini ve bu konuda Yezid’in kararlılığını ifade etmektedir.

Yezid’in İbni Ziyada yazdığı yazılı emir şöyledir:

“Haber aldığıma göre Kufe’liler yanlarına gelmesi için Hüseyin’e yazmışlar. Hüseyin de Mekke’den ayrılıp onlara doğru hareket etmiş. Beldeler arasında senin belden, günler arasında da senin günün onunla belalanmıştır. Sen ya onu öldürürsün yahut bize bağlanmış olan aile nesebin kesilerek kendi nesebine, köle babana döndürülürsün. Sen yok edilmeden sakın.! “.

Yezid yazısında Müslim b. Akil’in de define arar gibi aranıp bulunmasını, hemen öldürülmesi veya sürgün edinmesini de emretmişti.

İbni Ziyad yanında Basra Eşrafından Şerik b. Aver ile birlikte Kufe’ye hareket etti. Kufe’ye girmeden önce başını sardı.

Halk ise Hüseyin Radıyallahu Anh’in Kufe’ye gelişini bekledikleri için onu Hüseyin Radıyallahu Anh sandı.

Hatta Vali konağına geldiğinde Vali bile “Ey Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın torunu, sen benim yanıma ne için geldin? Benim beldemi ne için seçtin” derken onu Hüseyin Radıyallahu Anh sanmıştı.

Vali, onu örtüsünü açınca tanıdı. Halk da “Melcanenin oğlu imiş” diyerek bağrışıp onu taşladılar.

İbn-i Ziyad zaman içinde Müslim b. Akil’i katletti.

Müslim b. Akil şehit edilmeden önce Ömer b.Saad b. Ebi Vakkas’ı bir köşeye çekti. Hüseyin Radıyallahu anh’a acele mektup göndermesini, taraftarı olduğu zannedilen 18 bin kişinin ihanetine kendisinin de uğramaması için Mekke’ye dönüp gitmesini ve orada oturmasını bildirmesini rica etti.

Hey gidi Müslim b. Akil.. Allah seni genişliği gökler ve yer arası kadar olan Cennetine koysun…

Ok yaydan çıktı. Artık Hüseyin hakkında ölüm hükmü verilmişti. Mekke’ye dönmesi de O’nun için bir korunma değildi.

Çünkü karşısındakiler artık O’nun öldürülmesine azmettiler. O, artık Umeyye oğulları hükümdarlığı için gerçek bir tehditti.

Mervan, Hüseyin Radıyallahu anh’in Mekke den Kufe’ye doğru gittiğini işitince İbn-i Ziyad’a şöyle yazdı

“Hüseyin sana doğru yönelmiş gelmektedir. Vallahi Allah bize Hüseyin’den daha kıymetli hiçbir kimseyi teslim etmemiş, elimize geçirmemiştir.”

Yani Mervan, Hüseyin’in artık bir tehlike olmaktan çıktığından çok çok emindi.

Muhtemeldir ki o, Kufe’de Müslim b. Akil’in katledilmesi ile Hüseyin Radıyallahu Anh’in tamamen avuçları içinde bulunduğundan tam olarak emin olmuştu.

Müslim b. Akil’in Kufe’ye gidişi, adeta Musab’bin Ümeyr’in Medine’ye gidişine, Hüseyin Radıyallahu anh’in Kufe’den gelen bilgiler doğrultusunda ailesi ile birlikte Kufe’ye doğru yola çıkması da Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın Medine’ye hicretine benzemektedir.

Bu bakımdan Mervan’ın sevincini, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın hicreti sırasında Kureyş müşrikleri tadamamışlardı.

Bu aşamada siyasî ortama Yezid’den daha çok Mervan’ın hâkim olduğu görünmektedir.

Mervan, Hz. Osman’ın Hilafeti sırasında da O’nun muavini idi. Bu bakımdan engin siyasî tecrübesi vardı. Tüm bu yeteneklerini, otoritenin Umeyye oğullarına geçmesi için sonuna kadar kullanıyordu.

O, sanki o dönemde bir derin devlet idi…

Yol boyunca Hüseyin Radıyallahu anh Küfe’deki durumu ve Müslim b. Akil’in başına gelenleri haber aldı.

Kufe’den gelen bir adam “Ey Rasulullahın oğlu. Allah aşkına kendine ve seninle birlikte olduklarını gördüğümüz şu ev halkına acı. Geldiğin yere dön. Kufe’ye gitmeyi bırak. Vallahi orada sana yardımcı yok” dedi.

Hüseyin Radıyallahu anh’in yanında bulunan Akil oğulları da “Kardeşimiz Müslim’den sonra bize yaşamak gerekmez” dediler.

Hüseyin Radıyallahu anh ise; “Şunlar da ölecek olduktan sonra yaşamakta hayır yoktur” diyerek yola devam etti.

Ama belki hala Küfe halkı ile ilgili bir ümidi vardı. Veya sonucu idrak etmekle beraber izzetle ölmeye karar vermişti.

Hüseyin Radıyallahu Anh insanların görüşlerini istişari mahiyette dinliyor ama o insanların bilmediklerini de Allah’ın izni ile biliyordu.

Artık bu noktadan sonra geri dönüş yoktu. İzzetle vuruşarak ölmekten başka bir yol yoktu. Bu Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ ın sevgili torunu ile ilgili Allah’ın bir kaderi olarak gerçekleşmekte idi.

Hüseyin Radıyallahu Anh, Yezid’ in biat talep ettiği günde yumuşaklık gösterseydi bile muhtemelen sonuç abisi Hasan’ın sonu gibi olacaktı.

Çünkü onlar Ehl-i Beyt olarak Umeyye oğullarının iktidar hırsları önünde duran birer engel idiler.

O tuzağa düşmedi. Sonuna kadar izzeti Allah yanında aradı. Ve hile ile Allah’ ın ümmete verdiği hakkı çalanlara, hayatını ortaya koyarak muvafakat göstermedi ve karşı duruşuna kanı ile Kerbela’nın kuru, susuz topraklarını sulamak suretiyle herkesi şahit etti.

Ona ihanet edenler, mektupları ile davet edip ona biat ettiklerini söyleyenler sözlerinde hiç durmadılar ve sebat göstermediler. Onu, Ensarın Rasulullah ve Ashabını bağırlarına bastıkları, mal ve canları ile onları korumada sebat ettikleri gibi korumadılar, sebat göstermediler.

Şurası muhakkak ki Hüseyin Radıyallahu anh güç elde etmek ve sultaya ulaşmak için Umeyye oğullarının yaptığı gibi planlar yapan bir insan olmaktan uzaktı.

O, sırf Ehl-i Beyt’ ten olduğu için de katledilmedi.

O, Umeyye oğullarının sultayı ele geçirme davalarının önünde en büyük engel olduğu için, acımasızca katliama uğratıldı.

Hurr b.Yezid, yönetimindeki bin kişilik Kufe süvari birliği ile ona ulaştığında, Hüseyin Radıyallahu anh’in Küfe’ lilerden gelen mektupları ona göstermesi, kumandana, özür beyan etmek için miydi?

Yoksa O’nun kendisine tabi olmasının meşruiyetine ikna için miydi?

Kim bilir, belki Hurr biat etse idi bu, kıvılcım gibi çevreyi etkileyebilirdi.

Hüseyin Radıyallahu Anh imam olarak öğle namazını Hurr’ün askerleri ile birlikte cemaat olarak eda ettikten sonra yüzünü cemaate çevirip şöyle dedi;

“Ey insanlar, Mazeretimi önce Allah’a sonra da size arz ederim. Gönderdiğiniz mektuplarınız ve elçileriniz bana gelmedikçe ben buraya çıkıp gelmiş değilim. Bana verdiğiniz ahd ve misaklara güvenerek ben yanınıza gelmiş bulunuyorum. Eğer iş başkalaşmış ise döner geldiğim yere geri giderim..”

Kufe’ liler sustular. İkindi namazından sonra sözlerini gene tekrarladı. Hurr b.Yezid; “Vallahi senin bahsettiğin bu mektuplardan bizim haberimiz yoktur” dedi.

Hüseyin Radıyallahu Anh mektupları önüne dökünce Hurr; “biz bu mektuplardan herhangi birini sana yazanlardan değiliz” dedi.

Hüseyin Radıyallahu anh neden böyle yaptı? Özür beyan etmek için mi? Mektuplar Kufe’ lilerin beyatlarını gösteriyordu.

Bu biat vesikalarına dayanarak Hüseyin Radıyallahu Anh Hilafet ve Halifelik noktasında Yezid’den daha haklı bir noktada bulunduğunu onlara göstermek, Halifenin hakkı gereği olarak Yezid ve Valisine değil kendisine itaat etmelerini hatırlatmış olmak amacıyla bu hareketi yapmış olmalıdır.

O, korkmadı, zaafa da düşmedi. “Mademki söz verip biat ettiniz o halde bana itaat etmelisiniz” demek istedi.

Böylece Kerbela’ya, hicretin 61.yılının Muharrem ayı başlarında bir Çarşamba günü ulaştılar. Demek ki, Aşure gününe kadar 10 gün süre ile Kerbela’da tutuldular.

İbni Ziyad, cennetle müjdelenmiş on sahabeden biri olan Saad b. Ebi Vakkas’ın oğlu Ömer’i harekete geçirmek için, şantaj olarak onun Rey valiliği ile Desteba ve Deylem serhatları muhafızlığına tayin yazısını kullanmıştı.

Sad b. Vakkas’ın oğlu Ömer, Ahiret ve dünya arasında tercih noktasında imtihan edildi ve dünyayı tercih ederek Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın torunu ve Ehli Beytin-i katletme işini yapmaya razı oldu.

Böylece Umeyye oğulları Hüseyin Radıyallahu Anh’in katlini bir başka Sahabi çocuğuna yaptırmaya da muvaffak oldular.

Bütünüyle bu olaylar gerçekten tüm katılanlar için müthiş bir imtihandır.

Kazananlar az olmakla beraber onlar zulme ve zulüm ile Ümmetin otoritesini gasp edenlere yalnız sözü ile değil davranışı yani eli ile engel olmak için harekete geçenler, Şehitlerin efendisi Hamza gibi olmaları ile sonuçlanan olayların odağında bulunan Hüseyin Radıyallahu Anh ve ashabı, bu imtihandan kazançlı çıkanlar olmuşlardır.

Hüseyin Radıyallahu anh’in Ömer vasıtası ile ilettiği üç teklifi de bir zaaf değil kendisini ve ailesini katletme niyetleri sabitleşmiş olanları düşündükleri cinayetten alı koymak için olabilir.

Bu teklifin, cehennemin hemen kenarında duranların kurtarılması için yapılan bir hamle olduğu, son imkân ve fırsat olduğu düşünülebilir.

O şöyle diyordu; “Bırakınız da ben cihad etmek üzere hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid‘in yanına gidip kendisi ile görüşeyim. Yahut da dönüp Medine’ye gideyim.”

İbni Ziyad, Hüseyin Radıyallahu Anh’in dilediği yere gitme teklifini düşünmüşse de Şemir b. Zilcevşen; “Eğer sen böyle yaparsan bu yavuz ve uğraşıcı kişiyi hiçbir zaman yıldıramaz, titretemezsin” dedi.

İbni Ziyad, Ömer’e yazdığı mektupta;“O bizim ağımıza düşmüş kurtulmayı ummaktadır. Halbuki vakit kaçıp kurtulma vakti değildir.”

Şemir’e de “Git. Eğer Ömer Hüseyin ile çarpışırsa ne ala… Kaçınırsa boynunu vur. Asker’in başına sen geç” dedi.

İbni Ziyad’ın yazısı Hüseyin Radıyallahu Anh’e ulaşınca “İbni Ziyad’ın teklifini hiçbir zaman kabul etmem. Bu yolda şu ölümden ötesi var mı? O halde hoş geldi safa geldi ölüm” dedi.

İbni Ziyad halkı Kerbela’da toplanması için zorladı ki yapacakları infaz onların gözünü korkutsun.

Perşembe günü akşamı… Cuma gecesi… Muharremin dokuzuncu gecesi… İbni Ziyad halktan Hüseyin’in yanına gizlice geçmek isteyenlere mani olmak için tedbir aldı.

Kufe ordusu hayvanlarına bindi. O sırada Hüseyin Radıyallahu Anh çadırının önünde oturuyordu.

Kufe ordusundaki hareketlenmeyi görünce kardeşi Abbas’a; “Yanlarına git de sor bakalım ne istiyorlar” dedi. Abbas onlara sordu. Dediler ki:

“Vali den bize yazı geldi. Emrine boyun eğmeni sana teklif etmemizi kabul etmediğin takdirde işinizi bitirmemizi emrediyor”.

Hüseyin Radıyallahu Anh “Akşamleyin üzerimize gelmekten geri durunuz. Gece bir düşünelim bakalım” dedi. Onlar geri döndüler.

Hüseyin Radıyallahu anh ashabını topladı: “Öyle sanıyorum ki bu kavim yarın sizinle çarpışacaklar. Onlar ancak beni isterler. Karanlık çökünce benden ayrılınız. Çevrenizdeki köylere dağılınız” dedi.

Onlar ise; “Vallahi biz senden ayrılmayız” dediler.

Ancak yanında bulunanlardan bir adam “Ben borçluyum” deyince Hüseyin Radıyallahu Anh “Yanında borç olan benimle çarpışmasın” dedi.

Taraflar saf tuttu.

Ve Hüseyin Radıyallahu anh’ın duası rivayete göre şöyle idi :
“Allah’ım Irak’lılar beni aldattılar. Bana hile yaptılar. Kardeşime yaptıklarını bana da yaptılar. Allah’ım onların işini boz, dağıt. Hepsini birer birer topla ve yok et”.

Savaş başladı. Kısa bir sürede katliam bitti.

Ömer b. Sad, on süvari görevlendirdi. Bunlar Hüseyin Radıyallahu anh’in cesedini, göğsü ve arkası ufalanıncaya, topraklar içinde belirsiz oluncaya kadar atlarına çiğnettiler.

Onlar zulümle Halife olan Yezid’e asla biat etmeyerek hayatlarını Hilafet için feda ettiler.

Aradan asırlar geçti. Gün geldi Hilafet ilga edildi.

Hüseyin Radıyallahu anh ve Ashabı, makam ve mevki için, dünya metaı için ölümü göze almadıklarına göre ne için kanlarının hunharca akıtılmasına razı oldular?

İşte burada çıkarmamız gereken asıl ibret, Hilafet’in gerçek anlamda ne kadar önemli bir müessese olduğunu hatırlamaktır.

Biat alınmasındaki bir hile sonucu, tüm bu olaylar oldu ve devamında korkunç kanlar akıtıldı. Ama Hilafet ve biat devam etmekte idi.

O, İslam’ın kati olan rükünlerinden bir rükündür. O’nun edasında, bir cüzünün terki ve bir cüzündeki hata bu olaylara sebep olmuştur.

Peki ya o Hilafeti bu ümmetin unutması ve onun tamamen ortadan kaldırılması çok çok daha büyük bir günah değil midir?

Hüseyin Radıyallahu Anh, şehitlerin efendisi Hamza gibi görevini tamamlayıp Rabbine kavuştu.

Bu zulme rağmen o müessese (Hilafet), tüm canlılığı ile asırlar boyu devam etti.

Asıl o Hilafet müessesesi nin ümmet üzerinden kaldırılması, Hüseyin Radıyallahu anh’in şehadetinden çok daha geniş olumsuz etkileri olan büyük bir günahtır.

Ne yazık ki bu günahın işlenmesine onu yani Hüseyin’i ve Ehli Beyt’i çok sevdiğini söyleyenler de onaylamış, hiç ses çıkarmamıştır.

Bu ise, Hüseyin Radıyallahu Anh’i, biat ederek davet edip, sıkışınca O’nu düşmanları ile baş başa bırakıp O’nun vahşice katledilmesine seyirci kalanların günahından çok daha büyük bir günahtır.

Keşke akıl edilebilse…

Kaynak Facebook’ta ilgili yazarın sayfasından alınmıştır.

 


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın