Allah’a Küsmek Olur mu?

Allah’a Küsmek Olur mu?

Geçen gün okuduğum bir iletide, şöylesi bir şey dikkatimi çekti.

Öğrenci olduğunu belirten bir şahıs, “namazlarını kılmasına ve Allah’a çok dua etmesine rağmen sınavlarında iyi notlar alamadığını” belirterek bu durumun onun “inançlarını zayıflattığını, ibadete olan bağlılığını azalttığını” söylüyordu. 

Sizler de çevrenizde mutlaka böyle düşünen kimseler görmüşsünüzdür. 

Hatta belki zaman zaman bu tür düşüncelere sizler de kapılmışsınızdır. 

Mesela namaz kılıyor, dua ediyor, elinizden geldiğince dini kurallara riayet etmeye çalışıyorsunuz ama maddi sıkıntılarınız bir türlü geçmiyor, sınav notlarınız yükselmiyor, istediğiniz nice şeyler olmuyor. 

Bunun sonucunda da içten içe “Allah’ım niçin bana yardım etmiyorsun?” şeklinde duygular oluşabiliyor.

Bu tür düşünceler şayet sizinde aklınıza geliyorsa o zaman şunları okumanın vakti gelmiştir:

Öncelikle “çok yanlış anladığımız” bir hususu vurgulayalım:

Bizler Rabbimize “Dünyadaki işlerimiz iyi gitsin”, “Sınavlarda yüksek not alalım”, “Maddi sıkıntılarımız çözülsün”, “İyi bir eş bulalım” vs. diye kulluk etmiyoruz. 

Bizler, âlemlerin Rabbi olan Allah; “Zatı itibarıyla kulluk edilmeye, ibadet edilmeye layık olduğu için ve bizim fıtratımız O’na sığınma, ibadet etme, yalvarmaya muhtaç olduğumuz için” ona kulluk ediyoruz. 

Allah’a maddî bir beklenti, başarı ya da sağlık sebebiyle kulluk etmek, “Çıkarcı bir yaklaşımla kulluk etmek” anlamına gelir. 

Böylesi bir kulluk ise kalıcı bir kulluk olmayıp; başarısızlığa uğradığımız, sağlığımızın bozulduğu, işimizi kaybettiğimiz, kâr edemediğimiz durumda “Haydi Bana Eyvallah” diyerek yapılan bir kulluktur. 

Bu türden bir kulluk; Rabbimizin ifadesiyle, ortaya gelmeyip her an dışarı çıkmak için “Kenarda Bekleyen” bir kulluktur. 

Ayet bu konuda şöyle buyurur: 

“İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” (el-Hac 22/11)

İkinci bir nokta daha var: 

Bizler dünyevî konularda çoğu zaman üzerimize düşen ve yapmamız gereken şeyleri yapmıyor, Allah’a ibadet ve dua ettiğimiz zaman da, bunun otomatik olarak Allah tarafından hemen gerçekleştirileceğini düşünüyoruz. 

Sağlığımızı korumak için gereken tedbirleri almıyor, hasta olduğumuzda ilaçlarımızı doğru-dürüst kullanmıyor, derslerimize gerektiği gibi çalışmıyor, işimizi sağlama almıyor, ticaretimizde gereken özeni göstermiyoruz. 

Bütün bunları “Nasıl olsa ben dua ediyorum, Allah bu işlerimi ayarlar” diye Allah’a havale ediyoruz. 

Tevekkül bu mu? Tevekkül; sonsuz bir güvenle Allah’a güvenip, elinden gelen bütün çabayı da gösterdikten sonra gerisini Allah’a bırakmaktır. 

Hz. Peygamber’e (sas) bir bakın… 

Yeryüzünde ondan daha büyük bir mütevekkil var mı? O, hangi işini savsaklamış? 

Hicret edeceği zaman Hz. Ebubekir ile gizlice Mekke’den ayrılması, üç gün boyunca ters istikametteki mağarada gizlenmeleri, Hz. Ebubekir’in kızı Esma’ nın her gün gizlice bu mağaraya yiyecek getirmesi, müşrik bir yol rehberinin Medine’ye kadar onlara yol göstericilik yapması… 

Bu sadece bir örnek. 

O, Rabbine tevekkül etti ve her bir işinde başarıya ulaşmak için, hangi adımlar atılması gerekiyorsa hiçbirini aksatmadan her işinin gereğini yaptı.

Bir başka husus da şu: 

Rabbimiz bizi şükrümüz ile sınadığı gibi sabrımızla da sınayabilir. 

Biz, gereken her türlü tedbiri aldığımız, Rabbimize kulluk ve duamızda hiçbir kusur yapmadığımız halde imtihan gereği “zorluk, sıkıntı, başarısızlık” ile karşılaşabiliriz. 

Bu durumda “O kadar da çok dua ettim, kulluk ettim ama sonuç sıfır..” diyerek Rabbimize mi küseceğiz? 

Kulluğu mu terk edeceğiz? Onu terk edince kimin kapısına sığınacağız? 

Şimdi gelin biraz düşünelim: 

Kur’an’da Rabbimiz bize, geçmiş peygamberlerin kıssalarını niye anlatıyor? 

Bu peygamberlerin tamamı da “Tam tevekkül sahibi” olduğu halde içlerinde öldürülenler var mı? Var. 

Hasta olanlar var mı? Var. 

İftiraya maruz kalarak hapse atılanlar var mı? Var. 

Ailesinden, yerinden, yurdundan edilen var mı? Var. 

Onlar hiçbir zaman “ben Allah’a o kadar elçilik yapıyorum, dua ediyorum, kulluk ediyorum ama niye başıma bu sıkıntılar geliyor” diyerek peygamberlikten vazgeçtiler mi? Rablerine küsüp darıldılar mı?

Son olarak şunu bilmemiz gerekir: 

Bir mümin, her ne olursa olsun Rabbine karşı asla “Hüsnü Zannını” kaybetmez. 

Rabbinin Onun için “hayırlı olanı takdir edeceğine” inanıp güvenir. Güzel sonuç takva sahiplerinindir. 

Geçici başarısızlıklar, maddi kayıplar ve sıkıntılar elbet olabilir ama “biz Rabbimize bağlılığımızı daima sürdürdüğümüz, Ona dua ettiğimiz, Onun çizdiği sınırlara riayet ettiğimiz sürece” Rabbimiz zorluk içinde mutlaka kolaylık da var edecektir.

Rabbimiz kendisine ihlas ile kulluk etmeyi, tevekkülün tüm şartlarına hakkıyla riayet ederek tevekkül etmeyi, böylece “Dünyada salâhı, Ahirette felâhı” elde etmeyi cümlemize nasip eylesin.

Yazan: Soner Duman

20.Safer.1444 / 16.Eylül.2022 / Cuma


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın