Türkiye’de Devletin İslam’ı Laikleştirmesi-2
Türkiye’de Devletin İslam’ı Laikleştirmesi-2
Daha çok değil, bundan 50-60 yıl öncesinde kadınlarımız ve genç kızlarımız, İslam’ın bir şiarı olarak tesettürsüz sokağa bile adım atmazlardı.
Ama şu 2013 Türkiye’sinde adeta her yerde çıplaklık gırla gidiyor. Her sezon tıklım tıklım dolu olan plajları bir kenara bırakalım, sokaklarımızın hali bile içler acısı.
Peki halkı Müslüman olan bir toplum 50-60 yıl gibi bir sürede, böylesi “Laik/dinin hayata karıştırılmadığı” bir toplum haline nasıl geldi ya da getirildi?
İşte aşağıya alıntısını yaptığımız makalesinde, yazar Bünyamin Zeran kardeşimiz, bu sorumuza adeta cevap veriyor ve Devlet gücünün, toplumumuzu Laikleştirmede nasıl bir etkin araç olarak kullanıldığını bize izah ediyor.
İki bölüm halinde kaleme aldığı makalesinin, ikinci bölümü aşağıda. Birinci bölümü de yine sitemizde mevcut. Anlam bütünlüğünü yakalamak için, önce Birinci bölümü, sonrasında İkinci Bölümü okuyun deriz.
Şanı yüce Allah (cc), bu güzel çalışmasından dolayı Bünyamin Zeran kardeşimizden razı olsun ve bu makaleler, gaflet uykusunda uyuyanların uyanmasına vesile olsun inşallah. Amin
Kardeşiniz Bekir Yetginbal
…….
TÜRKİYE’DE İSLAMİ MÜCADELE VE DEVLETİN İSLAMI SEKÜLERLEŞTİRMESİ – II
Yazan: Bünyamin ZERAN 26 Eylül 2013
Devletin Baskı Aygıtları:
Kemalist ideoloji kendi değerlerini güle oynaya halka kabul ettirmiş değildir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte halkı ve muhalefeti sindirebilmek için devletin baskı aygıtlarını işletmişlerdir.
İstiklal mahkemeleri, bu alanda önemli işler yapmıştır. Kemalist ideoloji muhalefetsiz bir düzen kurabilmek için her fırsatı değerlendirmesini bilmiştir.
Siyasi cinayetlere kadar her yola başvurmaktan kaçınmamışlardır.
Trabzon vekili Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’in Muhafız Alay komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesi, Rauf Orbay, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy gibi milli mücadelenin en önemli paşalarının İzmir Suikasti bahane edilerek idamla yargılanması gibi daha birçok davalar ve cinayetler muhalefete gözdağı vermiştir.
Cumhuriyet devrinin önemli Üç Ali’si istiklal mahkemelerinde Mustafa Kemal’e muhalif olanları yine onun emriyle ya katletmişler ya da siyasi hayatlarına son vermişlerdir. Bu üç Ali; Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’dir.
Kemalist ideolojinin baskı aygıtı olarak kullandığı İstiklal Mahkemelerinin kullanılmasına, Şeyh Said isyanı sebep olmuştur.
13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Said önderliğinde doğrudan rejimi hedef alan bir ayaklanma olmuştur.
Rejim bunun İngilizler tarafından Musul ve Kerkük’ün elimizden alınması için çıkarttığı bir ayaklanma olarak tarih kayıtlarına geçirse de, olayın böyle olmadığı İsmet İnönü’nün o dönemdeki Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatta ortaya çıkar. İnönü diyor ki:
“Şeyh Said, harekat esnasında dini kurtarmak davasını açıktan ortaya atmış bulunuyor. “Hilafet kalkmıştır, din tehlikededir. Dini kurtarmak lazımdır.” Davaları bu.
Şeyh Said, isyan hareketini, böylece bütün memlekete milli bir hareket olarak değil, bir din hareketi olarak gösteriyor…
Şeyh Said, isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır.”[1]
Bu isyanın akabinde Hıyanet-i Vataniyye yasası çıkarılır, Takriri Sukun yasası ile birlikte İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur.
Nerdeyse tüm muhalefete, “İslamcı damgası vurularak” istiklal mahkemelerinde yargılanmaları sağlanmıştır.
Bu sayede birçoğu öldürülmüş, bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bir kısmı da bir daha siyasi hayata tekrar dönmemecesine köşesine çekilmiştir.
Devletin İdeolojik Aygıtları:
Cumhuriyet ideolojisi baskı aygıtları yanında, ideolojik aygıtları da devrimleri pekiştirmede bir araç olarak kullanmıştır.
Bunları sırasıyla konuşacak olursak; eğitim, dinsel ideolojik baskı aygıtı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiiler, medya (medya derken o dönem için gazete ve radyo kastedilmektedir) ve son olarak şehirleşme’yi esas alabiliriz.
a) İdeolojik Aygıt Olarak Okul:
Öncelikle belirtelim ki Osmanlı da toplumu dönüştürücü aygıt din idi. Yeni Türkiye ise en önemli ideolojik aygıt olarak eğitimi kullanmıştır.
Çünkü Türkiye rol model olarak Avrupa’yı esas alıyordu.
Devletin dil devrimi yapması ile birlikte, yeni yetişecek neslin geçmişle bağını kesiyor ve eğitim kurumlarıyla yepyeni bir toplum inşa etme sürecine giriyordu.
Yeni yetişecek nesil bu sayede, Avrupa pozitivizmine teslim oluyor ve dini değerleri ise küçümsüyordu.
Fransız laikliği ile donatılırken, Darwin’in evrimciliğine bağlı, Freud’un psikanaliz mantığıyla yetişiyordu.
Öncelikle dini değerler, toplumun tamamen dışına itilip, yerine Batı pozitivizmi inşa ediliyordu. Dinin yerine konan yeni değer ise, ulusçu anlayıştı ki bu topluma dayatılan yeni bir dindi. Adı da Türk Milliyetçiliği idi.
1923-1924 tarihleri arasında İlk ve Ortaöğretim okulu olarak 4.894 okul, 273.107 erkek öğrenci ve 62.954 kız öğrenci olmakla birlikte toplam 341.941 öğrenci mevcutken,
1940-1941 arasında 10.596 okul, 661.279 erkek öğrenci ve 294.468 kız öğrenci ile birlikte toplam 955.747 öğrenciye ulaşılmıştır.[2]
Bu sayısal değerleri 2013 yılının verilerine kadar getirdiğimizde ise karşımıza korkunç rakamlar ve değişimler çıkacaktır kuşkusuz.
Bu okullardan mezun olan yeni nesil, devletin; bürokrasi, siyaset, ordu ve yargı gibi merkezlerine yerleştiğinde, Cumhuriyet’in başlangıcında rejimin, kendisini yeniden üretmesine yetecek kadar bir kitleye ideolojik aygıtlarıyla nüfuz edebildiğini söyleyebiliriz.
Eğitimin özellikle kadınlar üzerinde oluşturduğu seküler etki ise çok daha fazladır.
Kadınlar daha fazla eğitim olanağına kavuşup meslek sahibi oldukça, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki annelerine nazaran “ataerkil kalıpları” daha çok sorgulamış ve kendi ayakları üzerinde durabilme yeteneğine daha çok kavuşmuşlardır.
Cumhuriyet döneminde merkezin ideolojisini çevreye taşıyan eğitim aygıtları, okullarla sınırlı kalmamıştır.
Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri gibi aygıtlarda olmuştur.
Halkevleri, Meşrutiyet’te kurulan Türk Ocakları’nın yerini aldı. Halkodaları ise, Cumhuriyet döneminde, küçük yerleşim yerlerinde kurulan, Halkevleri ile aynı çizgideki kuruluşlardı.
İnkılabı yaymak, İslami ideolojinin gücünü kırmak gibi amaçlarla kurulan ve faaliyet gösteren bu kurumların, kapatılana kadar CHP’ye bağlılığı sürdü.
Bu kurumlar 1951 yılına gelindiğinde DP tarafından kapatıldı.
Köy Enstitüsü projesi’ nin fikri arka planında, 1924 yılında Türk Eğitim sistemi için rapor hazırlayan John Dewey ve ayrıca William James gibi filozofların, pragmatist felsefesi olduğu söylenebilir.[3]
Köyün içinden, köye öğretmen yetiştirme hedefini güden bu kurumlardan 17 bin kadar köy çocuğu, öğretmen olarak yetişmiş ve geniş bir kitleyi bunlar eğitmişlerdir.
Bu kurumlar teorik bilginin yanında pratik uygulamaya da önem vermiş; makine kullanımı, hastalıkla savaş, kooperatifçilik ve hayvancılık gibi birçok konuda köylüyü eğitmişlerdir.
Köy Enstitüleri, arka planlarında var olan pragmatizme uygun eğitimlerinin yanında, Cumhuriyet merkezinin ideolojisini; köyde, imamın yerine Cumhuriyet’in yetiştirdiği öğretmeni önder yaparak yerleştirmeye çalışmışlardır.[4]
b) Dinsel İdeolojik Aygıt Olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiler:
Cumhuriyet ideolojisi dinsel kurumlara farklı şekilde yaklaşmıştır.
Bu farklı yaklaşımlar; (dinsel kurumların) gücünü yok etme, kontrol etme ve ideolojik aygıt olarak kullanma diyebiliriz.
Camilerin nasıl kontrol altına alınması gerektiğiyle ilgili bir endişe ise hep vardır. Camilerin cemaatlerin kontrolüne geçmesinden korkuluyordu.
1931 yılında çıkarılan bir kanunla, camii ve mescitlerin yönetimiyle görevlilerin atanması Evkaf Umum Müdürlüğü’ne geçti.
Eski Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin Diyanet İşleri Başkanı olmadan önce 1920’lerde yazdığı hutbe kitabında yer alan hutbe başlıkları, camilerin nasıl ideolojik aygıt olarak kullanıldığı konusunda fikir verici niteliktedir.
Bu başlıkların bir kısmı şöyledir; “Çalışan Mükafatını Görür”, “Vatan Müdafası”, “Türk Hava Kurumu’na Yardım”, “Askerlik Şerefi”.[5]
Camilerin minarelerinin arasına mahyalar yoluyla yazılan yazıları incelememiz bile aynı yönde bir kanaat verecektir. Minarelerin arasına mahyalarla yazılan bazı sloganlar şöyledir; “Varol İnönü”, “Türk Yılmaz”, “Yaşasın Gaziler”, “Vatan Sevgisi İmandandır”, “Yaşasın Misak-ı Milli”.[6]
Diyanet’in, Cumhuriyet merkezinin rahatsızlık duyduğu Nurculuk ve Süleymancılık gibi akımlara karşı raporlar hazırlamasından da anlaşılabilir.
Örneğin Nurculuk hakkındaki raporda, Nurculuk; İslami esaslara uymayan yorumlar yapmak, Saidi Nursi’yi aşırı yüceltmek, Kur’an ve Sünnete aykırı, akıl dışı yaklaşımlarda bulunmak, Mustafa Kemal’e saldırmak, Kürtçülüğü körüklemek, şapka devrimine karşı çıkmak gibi hususlarda eleştirilmiştir.[7]
c) İdeolojik Aygıt Olarak Medya:
Cumhuriyet rejimi tek partili dönemde gazete ve dergi gibi medya araçlarını ideolojik aygıt olarak kullanmayı bilmiştir.
Her ne kadar basını tekelinde toplamamış olsa da muhalif yazarlara verilen cezalar ve yıldırma politikaları sayesinde kontrolü elinde tutmayı becerebilmiştir.
1927 yılında radyo yayıncılığı Türkiye’de başlamıştır. Radyo, büyük kısmı okur yazar olmayan bir topluma, Cumhuriyetin “sözle” ulaşmasının aracı olmuştur.
Böylece devletin diğer ideolojik araçlarla ulaşamadığı yerlere ulaşmada ciddi bir araç olmuştur.
Televizyon yayınları Türkiye’de 1968 yılında başladığı için ideolojik aygıt olarak TV’ler bu bölümde ele alınmayacaktır.
Şehirleşmenin artması, köylere elektrik gitmesi, vericilerin ülkede daha çok yayılması radyo yayıncılığı eliyle topluma yön vermeyi hızlandırmıştır.
Özellikle Cumhuriyet gazetesi, yeni rejimi basın yoluyla halka takdim etmede ve toplumsal değişimi ateşleyen yayınları yapmada Cumhuriyet’in yılmaz bekçiliğini yapmıştır.
d) Şehirleşmenin Sonucunda İdeolojik Aygıtların Artan Önemi:
Şehirleşme olgusu, çevredeki bireylere, ideolojik aygıtlarla daha çok nüfuz edilmesine olanak tanınmasının yanında, oluşturduğu yeni sosyal yapı ve güç ilişkilerini yeniden şekillendirmesiyle de bireyleri dönüştürdü.
Devletin sekülerleştirici ideolojisine karşı, bireylere İslami bir hayat görüşü veren en önemli kurum aile olmuştur.
Şehirleşme, bunu yok etmemiştir ama ailenin çekirdek aile olmasına yol açarak; önceki dönemin ideolojisine göre, hayatlarının daha uzun dönemini geçirmiş ve Cumhuriyet’in dönüştürücü yeni ideolojik aygıtlarıyla daha az karşılaşmış olan büyükanne ve büyükbabaların, yeni nesiller üzerindeki etkisinin azalmasına yol açmıştır.
Kocalarının aileleriyle yaşamaktan uzaklaşma, kadınların erkek egemenliğine dayalı değerlere göre işleyen geniş ailelerden uzaklaşmaları ve daha çok otonomi kazanmalarına da sebep olmuştur.
1927 yılında kırsal kesimde yaşayan nüfus %75,8 oranında iken, 1950’de çok ufak bir değişiklikle bu oran %75,0 olmuştur. Bu oran, Batı’daki modernleşmeyle Türk modernleşme arasındaki önemli bir farklılığı anlayabilmemizi sağlayabilir.
Batı’daki modernleşme, toplum seviyesindeki değişimler üzerinde yükselmiştir ve şehirleşmenin getirdiği yeni toplumsal yapı ve üretim ilişkilerindeki farklılaşma, Batı modernleşmesinin en önemli dinamiklerinden biri olmuştur.
İngiltere’de köylülerin tarımla karın doyurmaması neticesinde, şehirlere akın ederek karın doyurmak istemesi sonucu oluşan köyden kente göç Avrupa’nın toplumsal dinamiklerini hepten değiştirmişti.
Bu durumun aynısı Türkiye’de çok daha uzun zaman dilimleri içinde meydana gelmiştir ki bu oran özelikle 1923-1950 arasında şehirleşme açısından ancak %1’e tekabül etmektedir.
Şehirleşmeyle birlikte oluşan algıya göre; şehir, yüksek olan Batılı kültürünü temsil ederken kırsal kesim ise düşük olan İslami kültürü temsil etmektedir.
Batılılaşmak, medeni olmak anlamını taşırken İslami değerlere sahip olmak ise irticacı olmak, geçmişe takılıp kalmak ve uygar dünya değerlerine düşman olmak anlamında değerlendirilmiştir.
Şehirleşmenin oluşturduğu sosyolojik ortam, bireyciliği geliştirirken, aile bağlarını zayıflatmış ve birey üzerinde kontrol mekanizmasını gevşetmiştir. Bu durumda bireyi dönüştürmek daha mümkün hale gelmiştir.
Tek Parti Döneminin İslam’la Mücadelesinde Değişim Rüzgarları:
1946 yılına gelindiğinde devletin o sürece kadar yapmış olduğu icraatlar, İslami kesimi sindirmeye dönük olup, yeni bir ulus dini yaratma gayretinde olsa da, göl maya tutmamıştır.
Rejim, Mustafa Kemal eliyle ve İsmet İnönü eliyle, her ne kadar dinsel kimlikten arındırılmaya çalışılsa da, Batı pozitivizmi bu toplumda bir yere oturmamıştır.
Geleneksel olsa da toplum dini, birbirlerini bağlayan bağ olarak algılamıştır.
İşte tam burada CHP zihniyeti, yeni bir refleks geliştirmiş ve rejimin katı pozitivist anlayışını yumuşatmıştır.
Bu, İslamcılara ödün vermek için olmayıp esasında İslamcıların elini daha güçsüz bırakmak adına olmuştur.
1948 yılına gelindiğinde CHP’deki değişim arzuları gün yüzüne çıkmaya başlar.
Hacca gideceklere ilk defa döviz müsaadesi verilmesi ve vizelerin yapılışı hareket noktası olmuştur.
1 Şubat 1949’da ilkokul programlarına isteğe bağlı din dersi konulmuştur.
Yine 1949 yılında İmam-Hatip kursları açılmıştır. Kursların amacı ehliyetli din adamı yetiştirmekti. Ortaokul seviyesinde idiler.[8]
Ehliyetliden kasıt rejimi savunacak, ama namaz, cenaze namazı gibi bazı ritüelleri yapabilecek kabiliyette din memurları yetiştirmekti.
İlk olarak 8 ilde açılan kurslar sonraları İmam-Hatip okulları haline getirilmiştir.
CHP iktidarının son aylarında, 1950’nin birinci yarısı içinde bazı önemli olaylara şahit olunur:
1- Din adamlarının idaresi, tekrar Diyanet İşleri reisliğine verilmiştir.
2- Meşrutiyet İslamcıların tanınmış siması, Başvekil Şemsettin Günaltay, buhranlı bir safhada okuduğu hükümet programında İlahiyat Fakültesi açılacağını duyurmuştur.
3- Tekke ve zaviyelere dair kanun yumuşatılmış akabinde 19 türbenin açılmasına müsaade edilmiştir.
Şemsettin Günaltay’ın rejim tarafından başbakan yapılması bile İslamcıların güçlenmesini engellemek içindir.
Başlangıçta doğru şeyler beklentisi içinde olan İslamcılar, bizzat Şemsettin Günaltay’ın ağzından devrimlerin aynen korunacağını bildirmesi ile hayal kırıklığına uğramışlardır.
Tıpkı AKP iktidarındaki Erdoğan’ın “biz Cumhuriyetle hesaplaşmıyoruz, biz Cumhuriyeti koruyoruz” demesindeki hayal kırıklığı gibi.
Ya da AKP iktidarında Başbakan yardımcısı Ömer Çelik’in “biz olmasaydık Cumhuriyet batacaktı, Allah’a şükür ki biz geldik ve Cumhuriyet kurtuldu” demesindeki hayal kırıklığı gibi.
Zira bugün de bazı İslamcı çevrelerin, Erdoğan’ı kurtuluş reçetesi görme hastalığında olduğu gibi, o gün de Günaltay aynı şekilde algılanmıştır.
Tabii bütün bu değişimler halkın CHP’ye olan öfkesini değiştirmemiştir. Rejim, yeni bir refleks ile çok partili sürece geçme kararı almıştır.
Bu karar, yalnızca partinin kendi içinde aldığı bir karar olmaktan ziyade, ABD’nin ve Batı’nın dünya konjonktüründe ortaya koyduğu siyasetle de ilgili idi.
1947’de önerilen Marshall yardımının dayattığı şartlar arasında, kuşkusuz çok partili sistem ve liberalleşme de vardı.
Dünya yeni bir dalgayla değişime zorlanıyordu. Amerikan ürünleri ve sineması artık yeni bir toplumu belirleme de öncülük ediyordu.
Türkiye’de Jön Türklerden bu yana yönünü, hep Batı’ya çevirdiğinden bu değişime ayak uyduruyordu.
Artık liberal demokrasi zamanıydı ve jakoben anlayış atılmalıydı.
Çünkü ulusçu zihniyet birçok yönüyle bu değişimi algılayabilecek zihniyet değildi.
İslamcılar için, artık yeni bir mücadele alanı daha vardı ki bu yeni alan, diğerinden daha zor, daha tehlikeliydi.
Zira liberal demokrasi anlayışıyla, halkı partileşme yoluyla değişimin ana faktörü olduklarına inandırıyorlardı.
Bu durum, çok partili süreçte ele alınacağı gibi, Müslümanları, partiler yoluyla politize etmeyi ve Müslümanların sisteme adaptasyonlarını sağlamayı amaçlayacaktır.
Daha ileriki zamanlarda bu sürece STK’lar da dahil olacaktır.
Süreç artık tamamen ABD’nin perde arkasından dayattığı politikalarla yürüyecektir. Çok partili süreç Türkiye için yeni bir çağın başladığının habercisidir ve halk kendini bir anda yeni kurulan Demokrat Parti’nin avuçlarında bulur.
Oysa Demokrat Parti’yi oluşturan kadrolar, tamamen CHP’nin içinden çıkmıştır ve aynı zihniyeti taşımaktadır. Şekil değişmiştir ama öz aynıdır.
Cumhuriyet’in Kuruluşundan Çok Partili Sürece Kadar Devrimci Zihniyetin Dışa Vurumları:
Bu başlıktan kastettiğim şey, yaratılmaya çalışılan “ulusçuluk dini” nin hem ilahı hem peygamberi olarak görülen Mustafa Kemal’in nasıl putlaştırıldığını anlatabilmektir. Bugün Kemalizm dediğimiz ideolojinin kaynaklarına inebilmektir.
Böylesi bir heyulanın yaratılmasında elbette Mustafa Kemal’in katkıları büyüktür. Bunun yanında kraldan daha çok kralcı olan şakşakçıların da rolü büyüktür.
Bu konuyu anlatabilmek için Faruk Köse’nin Akit gazetesinde yazdığı bir yazıyı aşağıya alıntılamak meramımızı ifade etmeye yetecektir diye düşünüyorum. Diyor ki yazısında;
“1927’de Sarayburnu’nda dikilen ilk anıtından sonra adına binlerce anıtlar, heykeller, büstler, resimler yapılarak yurdun her köşesine yerleştirildi.
Açıkça “ilah” olarak tanımlanır oldu. Nitekim, henüz M. Kemal hayatta iken, 5 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Atatürk yarım bir ilahtır; Türklerin babasıdır” yazılabildi.
Sözleri ayet gibi, hadis gibi her yere yazıldı. İlke ve devrimleri kutsanıp dokunulmaz ilan edildi ve bütün hayat ona göre biçimlendirildi.
Dini hayat bile, onun sözlerine göre tanımlayıp sınırlandırıldı. Zorunlu “Din Kültürü” derslerinde, ayet ve hadisten çok onun sözlerine yer verildi.
“Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” sözlerinin ardına düşülerek, İslam’a karşı imha edici bir kampanya yürütüldü.
“Kutsal Kitap” yazdı, ama yazdığı Nutuk, bağlıları tarafından kutsal kitap olarak algılandı.
“Kemalizm” adıyla halkı devre dışı bırakan ve “silahlı bürokrasi”yle güçlendirilmiş bir “elitler diktatoryası” kuruldu.
Toplum “tek seslilik”e, “tek tiplilik”e icbar edildi ve bunun için otoriter-totaliter bir rejim kuruldu.
“Yüce Atatürk”, aslında bir “Mitolojik Figür”ün ifadesi oldu. Ne varsa bu figür bağlamında yorumlandı, bu figür etrafında “güçlü organizasyonlar”la “derin işler”e dalındı.
Yüceltip ilahlaştırma kapsamında şiirlerde bakın neler söylendi:
“Kabe Arabın olsun, bize Çankaya yeter.”
“Rabbim de gözyaşı dökmezse ayıp.”
“On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan.”
“Ufukta sonsuzluğu çizen kudretli bir el /
Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel.”
“Bu taş (mezarının taşı) daha kudsidir o Kabe’nin taşından.”
“Selanik’ten yüceldi ilahların bir eşi.”
“Kurtulmak, kurtarmakta hacet yoktu Allah’a.”
“Varsın… Teksin… Yaratansın…”
“Biz sana tapıyoruz.”
“Yoktan varediyor Tanrı gibi her şeyi.”
“Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kabe.”
“Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.”
“Tutsak seni layık, yüce Tanrı’yla müsavi (eşit).”
“İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!”
“Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili /
İnsana ne ilah, ne de sevgili, /
Ne de ana-baba aratıyordu /
Her an yaratıyor, yaratıyordu.”
“Tanrı gibi görünüyor her yerde.”
Sonra uçtular adeta:
“Millete can veren, vatan yaratan; /
Tanrının göklere dönüşü gibi… /
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam, /
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!”
Ve nihayet, “Allah değil, o yazdı alın yazımızı” dendi.
Ezana nazire olsun diye “Atatürk ekber.. Atatürk ekber”
diye başlayan bir “yeni ezan” yazıldı.
“Allah’ın dediği olur” şiarına karşı “Cumhuriyet’in dediği olur” dendi.
Anıtkabir, Kabe’den üstün görüldü.
Hz. Muhammed’in doğum günü münasebetiyle yapılan “Kutlu Doğum Haftası”na karşı, 19 Mayıs Haftası’nı “Mutlu Doğum Haftası” ilan edildi.
“Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” ayetine karşı, “Kemalist Devrim mutlaka tamamlanacak” sözü afiş yapıldı.
Kur’an-ı Kerim’den hüküm ayetleri çıkarılarak yerine Nutuk’tan parçalar konulmak istendi.
Kapsamlı bir “dinde reform” projesi hazırlandılar.
İslam inancındaki “amentü”ye karşı “Türk’ün yeni amentüsü” yazıldı.
“…Ulu Şefimizin gösterdiği yoldan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahiret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır” dendi.
Bir yandan İslam dinini kaldırmak için ne gerekiyorsa yapıldı, bir yandan da “Kemalist ideoloji” dinselleştirmeye çalışıldı.
Açıkça “Tanrılaşan Türk Atatürk” ya da “Tanrı Türk” söylemi zihinlere enjekte edildi.
Tutmayınca bir nevi Peygamberleştirmeye çalışıldı; Mustafa Kemal’in “Tanrı tarafından özel olarak görevlendirildiği” inancı yayılmaya, “kerametlerinden” söz edilmeye başlandı.
Hatta “Yurdu halkı her kim ol evvel ana / Her işi asan ede Allah ana / Millet adın zikredelim bir kere / Vacib oldur cümle işte Türklere” diye Mevlid bile yazıldı.
Ve vefatı Hz. İsa’nın göğe yükselmesine benzetilerek, hatta daha da ileri gidilerek, “Şimdi ilah oldu ve yükseldi o” diye şiire konu edildi.
Milli bayramlarda, kurtuluş günlerinde ve diğer resmi törenlerde yapılan ritüelleri söylemeyeceğim bile.”[9]
Bunun gibi daha birçok abartılı edebiyatla topluma Türklerin ilahı gibi anlatılmaya çalışıldı.
Şevket Süreyya Aydemir, dönem itibariyle Mustafa Kemal’i ilahlaştırmak zorunda olduklarını itiraf ediyor.
Ayrıca konuyu daha ayrıntılı anlatabilmek için Yavuz Bülent Bakiler’den de bir alıntı yapmak yerinde olacaktır:
“Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lazım.
İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslamiyet ve Hz. Peygamber (sas) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmi ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslam bir takım zevata göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (sas) nihayet bir çöl bedevisidir", "İslamiyet'in yerine yeni bir din koymak lazımdır ki, o da Kemalizmdir."
Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılapçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı."
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı?
Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini, Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
(…)
Ger dilersiz bulasız oddan necat
Mustafa-yı ba Kemal'e essalat.
Ol Zübeyde, Mustafa'nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdanesi
Gün gelip oldu Rıza'dan hamile
Vakt erişti hafta ve eyyam ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halaskar merhaba
Merhaba ey ulu serdar merhaba!
Edip Ayel, Atatürk'e: "Sen bizim yeni peygamberimizsin!" diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı.
Behçet Kemal'i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk'e yeni dini sıfatlarla secde etmesi lâzımdı.
Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harabe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kabe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni layık, yüce Tanrı'yla müsavi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Edip Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah'ı mı olmalıydı; peygamberi mi?
Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler.
Bu bakımdan, Atatürk'e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istemedi:
Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilah, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de "Allah", "tanrı", "ilah", "Kabe", "put" gibi kelimelerle Atatürk'e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı.
Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı:
Çankaya;
Burada erdi Musa
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mucize, ne füsun…
Kabe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter.
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttu:
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilahın yüce davetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen bu dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı:
Akbaba'cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türlüğün bütünü.
Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:
"Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmayacağına iman ederim." [10]
DEĞERLENDİRME:
……
Türkiye’de (siyasi) yapılanmalar ise, daha çok 1950 sonrasında göze çarpıyor. Bunun nedenleri arasında o dönemde yükselen sol hareketleri, komünizm tehlikesini görebiliriz.
ABD’nin komünizm ideolojisi ile savaşmanın bir taktiği olarak dini ön plana çıkarması, Türkiye gibi, Batı ve ABD’ye yönünü çevirmiş kukla bir devlet için yeni dönemin başlaması gerektiğini ifade ediyordu.
Bir kısım sosyologlara göre merkez-çevre çatışmasında, “merkez, artık çevreyi dikkate almak zorunda kaldı” deseler de aslında bu değişen dünya koşullarına göre merkezin kendini garantiye alması için bir refleksi olarak tanımlanmalıdır.
Rejim, laik ve üniter yapısından taviz vermemektedir. Yine ulusçu, Batıcı, laik ve bununla birlikte demokrasiye doğru evrimleşmektedir.
Demokrasi halkın değişimi kendisinin yönettiğini zannettiği bir oyundur.
ABD için tehlikenin rengi kızıldır. İki kutuplu dünyada, ABD’nin düşmanı komünizmdir ve o tehlike ortadan kalkana kadar İslam ve diğer tüm dinler bu savaşta kalkan olarak görev yapacaklardır.
Kapitalizmin yanında yer alan devletler de bu savaşta gereken rolü oynayacaklar ve dinsel alanlarda yumuşama ve serbesti getireceklerdir.
Artık laiklik, jakobence bir tanımdan çok protestan tanımla tanımlanacaktır.
Ne zaman ki komünizmle olan savaş kazanılırsa bu sefer yeni düşman İslam olacak ve tehlikenin rengi kızıldan yeşile dönecektir.
[1] Ahmet Cemil Ertunç, a.g.e. Sh. 97
[2] Caner Taslaman, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam, İstanbul yay. Sh. 110
[3] Caner Taslaman, a.g.e. sh. 113
[4] Bülent Tanör, Kurtuluş Kurtuluş, Cumhuriyet Kitapları, sh. 317
[5] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah yay. Sh. 74
[6] İsmail Kara, a.g.e. sh75,82,83
[7] İsmail Kara, a.g.e. sh. 152,161.
[8] Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, sh. 190
[9] Faruk Köse, Akit Gazetesi, “Atatürk’ten Gazi Mustafa Kemal’e”, 12.12.2012 tarihli makale
[10] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
Tags: Yayınlandı