Tekfircilerle Cezaevinde 2 Yıl Geçiren Bir Kişinin Anlattıkları
Tekfircilerle Cezaevinde 2 Yıl Geçiren Bir Kişinin Anlattıkları
TEKFİRCİLERLE F TİPİ CEZAEVİNDE 2 YIL
Bir kış günü sabah 5.30 da Radikal İslamcı Terör Örgütü olarak adlandırılan el Kaide Cemaati yöneticilerinden olduğum gerekçesi ile evime yapılan operasyon neticesinde tutuklanarak yüksek güvenlikli F tipi ceza evine sevk edildim.
Tutuklu kaldığım süre içerisinde en çok mutlu olduğum olaylardan biride, benden korkarak uzaklaşan yakınlarımın aksine var gücü ile bana destek olan (Şehid inşAllah ) Müslümanların avukatı Osman Karahan’ın şahsıma göstermiş olduğu alakadır.
Tutukluluk süremin ilk 3-5 ayını yaklaşık 5 m2 lik bir hücrede tek başıma geçirdim.
Tek kişilik hücrelerde genelde ağır müebbet cezası alan mahkûmlar kaldığı için İslami davalardan yatan kardeşler ile pek fazla karşılaşma fırsatım olmamıştı.
Onlar ile ancak hastane ye sevk zamanlarında karşılaşa biliyordum.
Yanı başımdaki hücrelerde PKK davasından müebbet ceza almış mahkûmlar yatıyordu.
Havalandırmayı iki saatlik kısıtlı sürelerde kullanabiliyorduk.
Uzun süren bu yalnızlığın ardından Cezaevi yönetimi üç kişilik koğuşlara geçebileceğim konusunda bir karar aldı ve üç kişilik odalardan birine nakledildim.
İslami davadan tutuklanan Müslümanlar ile birlikte kalacağım için içimi tarifi mümkün olmayan bir mutluluk ve heyecan kapladı.
Odaya geçerken gardiyanlar ”Birazdan yanına senin ile aynı davadan tutuklu birini getireceğiz” dediler.
Henüz eşyalarımı yerleştirdiğim esnada oda arkadaşım da geldi.
Kendisinden dışarıdan tanıdığım kardeşlerim ile karşılaştığımda hissettiğim sıcaklığı alamamıştım.
Ön yargılı olmaktan pek hoşlanmadığım için soğuk tavırlarını pek fazla umursamadım.
Sabah sayımında Kantin için hazırladığım dilekçeyi gardiyanlara vermek üzere masaya bıraktım.
Lavabodan çıktığımda oda arkadaşımın dilekçemi okuduğunu gördüğümde biraz rahatsız oldum. Şahsıma ait bir şeyi izin almadan okuması hoş bir durum değildi.
Dilekçe ye bakarak kibirli bir eda ile
”Gereğini arz ederim , SubhanAllah” demez mi.
”Hayrola kardeş gereğinin yapılmasını istemek de ne var?” diye sordum.
”Tağut’a arz mı ediyorsun?” diyerek cevap verdi.
”Bu istek te ne gibi bir sıkıntı var?” diye sordum.
Tuhaf bir şekilde gülümsemeye devam ederek kafasını sağa sola eğmek ile yetindi.
Bu tuhaf hareketlerine anlam verememem beni hem üzdü hem de canımı sıkmaya yetti.
Öğlen yemeği geldi. Koğuş arkadaşım akidesi gereği et yemediğini söyledi. Bende isterse bu durumu ceza evinde hali hazırda bulunan âlimlere danışabileceğini söyledim.
Kendisi yememeyi tercih etti. Ben yemek yerken de ”Tağut sizi bununlamı kandırıyor?” diye sordu.
”SubhanAllah sen ne diyorsun kardeş? Ne ima etmeye çalışıyorsun? açıkça söyle kalbinde kalmasın.” dedim.
Cevap vermedi ve yukarı kata çıktı. Sıkıntılı bir dönemin başladığını anlamıştım.
Ertesi gün sabah sayımının ardından gardiyan koğuşumuzun demir kapısının penceresine vurdu.
Koğuş arkadaşım uyuduğu için ben bakmak durumunda kaldım.
”Ne istediniz?” dedim ”Dilekçelerinize tarih atmamışsınız.” dedi.
”Ben dilekçe vermedim bu sabah. Arkadaşın dilekçesi olabilir. Oda uyuyor şu an.” dedim.
”O halde şu dilekçelere bir tarih atın size zahmet.” dedi.
Gayri ihtiyari kardeşin dilekçesine tarih atarken ”Gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim.” ibaresi gözüme çarptı.
”Bu ne iki yüzlülük” demeden kendimi alamamıştım.
Bu şahıs hem kardeşini dilekçe yazıp bir şey talep ettiği için kınıyor.
Bu kadar hassas ve ince düşünen bir kimse olmasına rağmen hem de Tağut diye adlandırdığı makama ”Saygılarımla” yazarak saygılar sunuyordu.
Yine de kendisini rencide etmemek için bu ayıbını yüzüne vurmak istemedim.
Tutuklu ve mahkumların F tipi Ceza evlerinde haftanın belirli günleri birer saat sohbet ve spor aktiviteleri hakları vardır.
Aynı gün bizim ile aynı koridorda bulunan koğuşlardaki kardeşler ile (F tiplerinde her koridorda üçer kişilik, üç oda bulunur.) sohbete çıktık.
Bu arkadaşlar koğuş arkadaşımın dosya arkadaşlarıydı.
Daha sonradan öğreneceğim üzere bu kardeşler her gizliyi araştırmak ve soruşturmanın üzerlerine farz olduğunu düşündükleri için, sohbet sırasında beni akide testine tabi tutarcasına soru sormaya başladılar.
Selefin ihtilaf ettiği meseleler hakkındaki kendi düşüncelerini akide meselesi haline getiriyor ve aksi düşüncedeki kimseleri tekfir etmekte tereddüt etmiyorlardı.
Duruşma esnasında ayağa kalkan, avukat tutan veya ikrah altında takiye veya tevil yapan Müslümanları dahi tekfir ediyorlardı.
Kısacası bu kimselerin her biri küçük birer alim olmuş, her mesele hakkında içtihat yapabilecek mertebeye ulaşmış kimselerdi.
Lakin bu fetvaları verebilmelerine rağmen Arapça dahi bilmemeleri beni şaşırtmıştı.
Bu arkadaşlar ile beraber henüz birkaç gün geçirmeme rağmen tek kişilik hücreyi özler hale gelmiştim.
Allah’ın (swt) rahmeti ile Afganistan da cihat etmiş bir mücahit kardeşimizin ceza evine geldiğini duydum ve bu kardeşin yanına geçmek için sabah sayımında dilekçe verdim.
Sayımın ardından gardiyan sert bir şekilde kapımızı çaldı.
”Kardeşim size kaç defa dilekçelerin ize tarih atmanızı söylemem gerek’” dedi ve bir kaç sayfadan oluşan dilekçeyi bana doğru uzattı. Dilekçe bana ait değildi.
Kime ait olduğunu kontrol ederken oda arkadaşıma ait olduğunu gördüm. Gizlileri araştırmaktan Allah’a sığınırım. İlk bakışta gözüme çarptığı kadarı ile arkadaş mahkemeye dilekçe yazmıştı.
Daha öncede bahis ettiğim üzere Mahkemeye karşı her türlü hareketi küfür algılayan bu zihniyetin dilekçesi bende adeta soğuk duş etkisi yapmıştı.
Dilekçesinde
”Sayın hakim ben ilk başta emniyet görevlilerimize ve mahkememize başvurarak kaynımın kaybolduğunu sizlere bildirmiştim. Ben iddia edildiği gibi aşırı görüşlere sahip bir kimse değilim” ve ”Tahliyemi saygılarımla arz ederim.” yazıyordu.
Kendisi gibi başkasına ait bir şeyi okumayı etik bulmadığım için arkadaşın mahkemeye yazdığı mektubu incelemedim ve gardiyana evrakı kendisine tamamlatması gerektiğini, bu evraka tarih atamayacağımı söyledim.
Diğer Müslümanlara küfür olarak gördükleri bir ameli kendilerine caiz olarak görmeleri beni dehşete düşürmüştü.
O anda Allah’ın (swt) ,
‘‘(Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.” (Hadid 27) , ayeti geldi aklıma.
Bu insanlar Allah’ın (swt) zorda kalan Müslümanlar için bir kolaylık olarak sunduğu ikrah ve takiye gibi meşru yöntemleri tamamı ile ret ediyorlardı.
Bu gerekçe ile Müslümanları rahatlık ile tekfir edebiliyor olmalarına rağmen icat ettikleri ve akide meselesi olarak adlandırdıkları bu aşırılıklara bizzat kendileri uymuyorlardı.
Tıpkı dinde aşırı gitme menhecinde Selefleri olan Ruhbanlar gibi kendi icat ettikleri bidatlara kendileri uymuyorlardı.
Muhakkak ki her beşerin zorluk karşısında göstereceği mukavemet dereceleri farklıdır. Gayrı meşru ve İslam ahlakına hiç de uygun olmayan iki yüzlü tavrı takınmak yerine selefim-izi izlemek daha güzel ve daha erdemli olmaz mıydı?
Üstelik bu konuda Allah (swt)
“Kalbi imanla mamur olduğu halde, inkara zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkar eder, kalbini inkara açık tutarsa, Allah’ın gazabı onların üzerinedir. Bunlara büyük bir azab da vardır. ” (Nahl, 106) buyurmaktadır.
Rasulullah (sav) ise
“Şüphesiz ki Allah, ümmetimden, hata etmenin, unutmanın ve onlara zorla yaptırılanların sorumluluğunu kaldırmıştır.” [İbni Mace] buyurmaktadır.
Sahabenin en önemlilerinden biri ve dinde fakih olan Abdullah ibni Mesud dahi “Ben, bana iki kamçı vurmayı uzaklaştıracak olan her sözü söylerim” buyurarak ikrahı bu sözler ile nitelendirmektedir.
Bu insanlar aleni bir şekilde insanları yapmaya güç getiremeyecekleri, neticesinde en az 5-6 yıl hapis cezası alacakları bir işe zorluyor ve onları tenkit hatta tekfir ediyorlar, kendileri ise gizliden gizliye dilekçeler yazarak tağutlara övgüler, saygılar ve methiyeler diziyorlardı. SubhanAllah.
Henüz koğuş değişikliği talep ettiğim dilekçeme cevap gelmemişti.
Hayatımda bu insanlar ile geçirdiğim günlerdeki kadar bunaldığımı hatırlamıyordum.
Koğuş arkadaşım gündüzleri sürekli olarak ihtilaflı meseleler hakkında sohbetler açmaya çalışıyor geceleri ise tuhaf sesler çıkararak nöbetler geçiriyordu.
Koğuş arkadaşım birinci haftanın sonunda ”et konusunda yanıldığını düşündüğünü ve eti yiyebileceğine karar verdiğini” söyledi.
Haram ve helaller konusunda ani kararlar alabilmeleri beni çok şaşırtıyordu. Bir gün önce haram dedikleri bir şeyi bir gün sonra helal kabul edebiliyorlardı.
”De ki: “Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 10/59)
O günlerde ceza evine İslami davadan (Tanzim Kaide) tutuklanmış gençler geldi. Bizim ile aynı koridora verildiler.
Bu gençler (hesaplarını Allah (swt) görecektir) zahiren oldukça eğitimli, vasat, ahlaklı ve cesur kimselerdi.
Aileleri ise perişan haldeydi.
Yaşlarının oldukça küçük olması ve yargılandıkları davanın çetin bir dava olması ailelerini bir hayli ürkütmüştü.
Gençler ifadelerinde hakkı savunmuşlar ve gerçekleri açık yüreklilikle beyan etmişlerdi.
Aileleri onlara ısrarla mahkeme esnasında dikkatli olmalarını ve gereksiz çıkışlar yapmamalarını nasihat ediyordu.
Özellikle bu kardeşlerden birinin annesi perişan haldeydi.
Oğlundan avukat tutmasını ve en azından mahkemeye çıkarken sakalını biraz kısaltmasını rica ediyordu.
Genç annesinin bu durumuna üzülüyor Allah’ı (swt) ve annesini razı edecek bir çıkış yolu arıyordu.
Bu konu ile alakalı sohbet ederken tekfirci kardeşlerden biri atılı verdi.
-”Sakalını kısaltırsan kafir olursun!”
– ”SubhanAllah sen neye göre hüküm veriyorsun? Bu durumun en aşırısı haramdır. Ayrıca sakal kazımaktan değil kısaltmaktan bahis ediyoruz. Allah’ın dininde haram veya kerih olan bir şeyi neye göre küfür olarak tanımlaya biliyorsun biliyorsun?” dedim
-”Siz sakalı Abdulhakimi razı etmek için keserseniz küfre girersiniz.” dedi
-” Allah-u Ekber , Nefsini razı etmek için içki içen, karısına güzel görünmek veya iş yerinde öyle isteniyor diye sakalını kesenler de küfre giriyor bu kaide ile ? Bunun usulü nedir? ” dedim.
-”Vallahi Kafir olur!” diyerek delil getirdi.
-”Öncelikle sakal kesmek haramdır. Senin bu sözün dahi (Allah’ı şahit göstermen) bir delil niteliği taşımaz.
”Ama kim mecbur olur da istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl 115) ayetini bilmiyor musun?
Hz Ömer zorda kalarak hırsızlık yapanlara bile bu hüküm ile had uygulamamıştır. Bu durumda sakal kesmek haram dahi olmayabilir. En doğrusunu Allah (swt) bilir” dedim.
Ben kardeşleri açıkça bu insanları dinlememeleri konusunda uyardım.
Ve durum neyi gerektiriyorsa, Allah’ı da razı edecek şekilde bir yol izlemeleri nasihatinde bulundum.
Kardeşler bu şahısların davranışlarından etkilenmişlerdi.
Sohbet esnasında bu kimselerin küresel Cihad’ın önderi olan Şeyh Usame bin Laden’i (ra.) , Şeyh Eymen Ez Zevahiri , Şeyh Ebu Muhammed Asım El Makdisi gibi İmam ve alimleri dahi tekfir ettiklerini öğrendiğimde hiç şaşırmadım.
Bu tekfirin nedeni ise beyanatlarında Müslüman halk terimlerini kullanmaları ve cehaleti mazeret olarak görmeleri imiş.
La havle ve la kuvvete illa billah.
Kendilerine bu konuda nasihatler ettim ve Allah’ın (swt) (zahiren) değerli bu kullarına ettikleri bu buğz dan ötürü Rabbimiz’in gazabını üzerlerine çekebileceklerini söyledim.
Lakin bu kişileri nasihati seven kimseler olarak bulmadım. Esasen bu kimseler ile fazla tartışmaya girmekten kaçınmaya da özen gösteriyordum.
Çünkü Ceza evi yönetiminin Müslüman kimliği ile gelmiş olan insanların birbirleri ile tartıştığı düşüncesine kapılmamasına özenle gayret ediyordum.
Çünkü bizler hem İslam’ı temsil ediyor hem de bu kimselere de tebliğ ediyor ve onların hidayetlerini de arzuluyorduk.
Sohbet esnasında İslami davalara bakan Müslümanların Avukatı Osman Karahan’ın Suriye’de (İnşAllah) şehit düştüğü haberi geldi.
Hepimiz çok hüzünlenmiştik.
Daha bir kaç gün önce kendisi ile görüşmüş bize neden veda ettiğine bir anlam verememiştik.
Tekfirciler den biri o esnada ”Allah azabını artırsın, ateşi bol olsun” demez mi. O an kendimi kaybettim ve ”O çeneni kapat , ya hayır konuş yada sus! Yoksa hoş olmayacak şeyler yaşanacak.” dedim.
Kendisi de sınırları aştığının farkına varmış bir eda ile başını öne eğdi.
Bu şahısların eylemlerinde tamamen samimiyetsiz oldukları ve şov amaçlı hareket ettikleri her hallerinden belli oluyordu.
Sohbetin bitmesine yakın tekfirci kardeşlerden biri içimizde rukye yapmayı bilen birinin olup olmadığını sordu.
Yine Tekfirciler den biri bu konuda tecrübesi olduğundan bahis etti.
Bu kardeşlerden biri geceleri tuhaf sesler çıkarıyor ve arkadaşlarını rahatsız ediyormuş. Bu yüzden rahatsız olan kardeşin içinde cin olabileceğinden şüphe duymuşlar.
Gardiyana durumu izah ettik ve rukye yapmayı bildiğini iddia eden kardeş ile hasta olan kardeşi aynı odada buluşturduk.
Bir hafta geçmesine rağmen arkadaşın hastalığı azalmak bir yana daha da şiddetlenmiş.
Ben yan koridorda bulunan Antepli olan rukye konusunda uzman ve kıymetli bir kardeş den bu şahıslara yardımcı olmasını rica ettim.
Ceza evi yönetimi ile de konuştuk.
Antepli arkadaşı aynı gün hasta olan arkadaşın odasına aldılar.
Odadan insanları dehşete düşürücü sesler (uğultular ve böğürmeler) geliyordu. Hepimiz adeta irkilerek Rabbimizi tespih ediyorduk.
Bu tedavi inatla ve sabırla günlerce sürdü lakin bir sonuç ve fayda elde edemedik.
Antepli bu kardeşin bu konuda uzman ve meşhur olmasında rağmen cini çıkarma konusunda başarılı olamadı.
Kendisine neden bu cinin çıkarılamadığını sorduğumda ”bu Cinin bir ifrit” olduğunu söyledi.
O an aklıma şu ayet geldi;
”Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat.” (Araf 175)
Çünkü bu ayet Müslümanları tekfir edenler ile alakalı bir ayetti.
Bu ayetin tefsirinde bahis edilen bir hadis de Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyuruyordu ;
Hafız Ebu Ya’la, Huzeyfe bin Yeman’dan Rasulullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Sizin için en çok, Kur’an okuyup simasında sevinci görünen ve Müslüman olarak bilinen, ancak İslam’dan sıyrılıp Kur’an’ı arkasına atan, komşusuna kılıç sallayan ve müşrik olmakla suçlayan adamdan korkarım.”
Bunun üzerine:
“Ey Allah’ın Rasulü (sas), bu durumda suçlayan mı yoksa suçlanan mı müşrik olur?” denilince, “Suçlayan” diye cevap verdi.”
Bu kimseler Müslümanları tekfir ettikleri için Rabbimizin gazabına uğramış ve Allah’ın bir cezası olarak ifritin takibine mazhar olmuşlardır.
Allame Şeyh Asım El Makdisi dahi 30 risalesinde bu konunun üzerinde önemle durmuş Müslümanları tekfir etmenin böylesi büyük tehditler ve cezalar içerdiğini vurgulamıştır.
Rukye konusunda tecrübeli olan Antepli kardeş de bu konuda benim ile aynı fikirdeydi.
Allah (swt) şahittir ki onlardan rukye yaptığı her kişide bir şeytan ile karşılaşılıyordu.
Bu şeytanlar ile yaptığımız sohbetler esnasında şeytanlar ”bu kimselerden çocukları olduklarını ve bir aile olduklarını” anlatıyorlardı.
Bu şeytanlar dehşetli Kâfir kimselerdi. Onlar 2000 – 2500 yaşlarında Yahudi ifritlerdi.
Hatta bu hastalık onlardan bazılarının eşlerine dahi tesir etmiş, hanımları dahi bu hastalıklı akidelerinden dolayı şeytanın takibine uğramıştı.
Antepli kardeş bu illetin Allah’ın izni ve emri ile başlarına geldiğinden şüphelendiğini söyledi.
Ve Müslümanları tekfir ettiklerinden dolayı onlardan kalben tevbe etmelerini istedi. Aksi takdirde rukye yapmaya devam etmenin anlamsız olduğunu vurguladı.
Birçoğu bu istikamet üzere inat ettiler ve kabul etmediler.
İçlerinden sadece bir tanesi tevbe etti.
Ve bu kardeşin tevbesinin kalben olduğuna hepimiz kanaat getirdik, kalplerin özünü Allah (swt) bilir. Bu kardeş kısa sürede hastalığından kurtuldu.
Bu sıralarda mahkemelerimiz de başlamıştı.
O zamanlarda Tanzim Kaide davasından tutuklanan kimseler genelde 3 – 4 ay gibi bir sürede mahkemeye çıkıp tutuksuz yargılanmak üzere ilk celsede tahliye oluyorlardı.
Lakin evdeki hesap çarşıya uymadı. Hükumet siyasetini değiştirmişti. Mahkemeye her çıkan geri ceza evine gönderiliyordu.
Herkes de bir tedirginlik hâkimdi.
Ben 25 yıl ile yargılanıyordum diğer kardeşler ise Örgüt üyeliği ile (6 yıl 8 ay).
Avukat tutmanın, oturmanın kalkmanın küfür olduğunu söyleyen tekfirciler, farklı bir ilde yargılanan kardeşlerin 9 ar yıl hapis cezası aldığı haberini duyunca renkleri sapsarı kesildi.
İçlerinden bazıları hemen avukat tuttular , diğerleri de onları da tekfir etti.
Mahkemeleri bir celse daha atınca onlarda yani arkadaşlarını tekfir edenlerde avukat tutmaya karar verdiler.
Tükürülenler birer birer yalanıyor ve bu kimselerin samimiyetsizlikleri birer birer ortaya çıkıyordu.
Daha düne kadar kardeşine sakalını kısaltırsan kafir olursun diyen şahıs mahkemeye sakalını kazıyarak gidiyordu.
“Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu (günahı) kendisi de işlemedikçe ölmez.” (Tirmizî, Kıyâme, 53)
”Ey iman edenler, Allah’ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.” (Maide Suresi, 87)
Bildiğiniz üzere Ruhbanlık hristiyanlık dinine sonradan eklenen bir bidat dır.
Allah’ın rızasını kazanma arzusu güden bazı kimseler dinde aşırı giderek Allah’ın (swt) kendilerine helal kıldığı bir takım rızkları tüketmemiş, evlenmeyerek kendilerini tamamen zikre adamışlardır.
Daha sonrada icat ettikleri bu bidata sadık kalmamışlardır.
”(Kendiliklerinden) İcat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.” (Hadid 27) ,
Birçok toplum Allah’ın rızasını gütmek için dinde yaptıkları aşırılıklardan dolayı helak olmuştur.
Bu Tekfirci insanlarında tutumu Ruhbanlar ile benzer özellikler taşıyor.
Yapmış oldukları bu eylemler kendilerine bir fayda sağlamadığı gibi büyük zararlarda veriyordu.
Bunun en somut örneği yurt dışından gelen ve Türkiye de tutuklanan bir kardeşti.
Bu kardeş Tekfircilikde baya ileri gitmişti.
Bırakın herhangi birini İslami davalardan tutuklanan kardeşlerden dahi selam aldıktan sonra dinden çıktığını düşünerek Kelimeyi Şahadet getiriyordu.
Dilekçe yazmanın, gazete okumanın bile kendini dinden çıkaracağını düşünüyordu. Şeytan kendisini dinde aşırılık ile kandırmıştı.
De ki: “Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın.” (Maide Suresi, 77)
Bu kardeş ile tartışmayan ve tekfir etmediği hemen hemen kimse kalmamıştı. Kendisine ısrarla nasihatler ettik.
Konular ile ilgili Rasulullah (sav) den Sahabeden (ra) geçmiş ümmet ve peygamberlerin (as) kısalarından delil getirdiysek de kabul etmedi.
Bir meselede verilmiş en aşırı görüşü alır ve bayraklaştırırdı.
Mahkeme öncesi kendisine nasihat ettiysem de dinlemedi.
Gece geç saat de yüzü sap sarı olmuş bir şekilde duruşmadan döndü. Ne oldu diye sorduğumda dokuz yıl ceza aldığını söyledi.
”Neden?” dedim. ”Hakimi Tekfir ettim, hakkı söyledim ve tartıştık.” dedi. Buraya kadar kendisi ruhsatı kullanmamış ve azameti seçmişti ve kendisini takdir ettim. Kendisi Allah (swt) için sabır diledim.
Sonra bana ”Hakime yurt dışında ‘akli dengesi yerinde olmadığına dair’ raporları olduğunu” söylediğini lakin hakimin dikkate almadığını söyledi.
”SubhanAllah sen bu konuda Allah’ın sana vermiş olduğu ruhsatları küfür olarak gördüğünü ve kullanmadığını sonrada Hakime deli olduğunu mu söyledin?” dedim.
”Evet” dedi.
”Allah dan kork bu nasıl bir savunma? Bu nasıl bir uslupdur. Orada bulunan insanlar bizimle dalga geçmiş ve bunlar bir kaç akılsız, deli insan topluluğu dememiş midir sence? Madem azameti seçtin neden deli raporunu ekliyorsun?” dedim.
”Bilmiyorum” dedi.
Bu arkadaşın hikmetli bir şekilde savunmaya yapan bütün arkadaşları tahliye olmuş bir tek kendisi ceza almıştı.
Onlar sadece kendilerine sorulan sorulara cevap vermiş, gerektiğinde tevil yoluna başvurmuşlardı.
Bu arkadaş ise kendisine soru sorulsun sorulmasın her mesele hakkında görüşlerini bildirerek mahkemeyi tekfir etmiş ve deli raporunun kendisini kurtaracağını düşünmüştü.
Cezanın ardından arkadaşın ailesi Yargıtay’a başvurması gerektiğini söyledi.
Kardeş Yargıtay’a başvurmanın da küfür olduğunu düşünüyordu.
Bu yüzden bizlere kendi adına bir dilekçe yazmamızı söyledi. SubhanAllah! Küfre Rıza Küfür değil miydi?
Bu nasıl bir akide? Allah’ın (swt) dinini oyuncak haline getirmişlerdi.
Daha sonra kendisinin küfür olarak tanımladığı Yargıtay’a gizlice dilekçe verdiğini cezası Yargıtay’dan kesinleşince öğrenmiştik.
Allah’ın (swt) rahmeti ile zaman hızla geçmiş ve nasıl olduğunu anlamadan ceza evinde yaklaşık bir buçuk yılımı tamamlamıştım.
Yurtdışından gelen bu arkadaşın dosya arkadaşlarından olan bir şahıs ile birlikte kalıyorduk.
Bu arkadaş da sürekli olarak Allah’a (swt) tevbe ediyordu.
Ve Allah’ın kendisini tahliye ettirdiği takdirde Cihad ahkamı olan Şeyh Eymen Ez Zevahiriyi ve diğer Şeyhleri bir daha asla tekfir etmeyeceğini ve onlara dil uzatmayacağını söylüyordu.
Bir sabah sayımının ardından gardiyan geldi ve kendisine bir kağıt uzattı. Yüzü sapsarı kesiliverdi.
”Ne oldu kardeşim hayır ola bu ne hal?” dedim.
”Abi ben yandım mahvoldum.”
”Ne oldu?” dedim.”Abi Cehalette bir davam vardı iki yıl ceza gelmiş.” dedi.
Akşam olmadan kendisine yardımcı olmamı avukat tutup Yargıtay’a itiraz etmesi gerektiğini yoksa bu mahkeme kendisini tahliye etse dahi ceza evinden çıkamayacağını söyleyerek benden yardım istedi.
“Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu (günahı) kendisi de işlemedikçe ölmez.” (Tirmizî, Kıyâme, 53)
O da Allah’ın rahmeti ile tahliye oldu.
Ben kendisinden yaklaşık altı ay sonra tahliye oldum. Ziyaretime geldi. Kendisi ile sohbet ettik misafirim oldu.
”Abi Suriye ye gittim ve zalim Esad’a karşı savaştım.” dedi. ”Ne güzel abim maşAllah, Kimin ketibesindeydin.” dedim.
”Abi Irak Şam İslam Devletinde Şeyh Eymen Ez Zevahiri’nin ketibesindeyim.” Dedi. O dönemde Şeyh Eymen Ez Zevahiri İŞİD i henüz fes etmemişti. Bu sohbetin üzerinden henüz bir kaç gün geçmeden Şeyh Eymen’in İŞİD’i fes ettiği kararı ortaya çıktı.
Aynı Şahısın Facebook hesabında ”Şeyh Eymen’i tekfir ve Cemaatini tekfir ettiği, onları Mürcielik ile suçladığı ve İşid’in onlara hiç bir zaman biat etmediğini” yazdığını gördüğümde çok şaşırdım ve üzüldüm.
Bu ne ikiyüzlülük ve namertliktir.
Bu adam Allah swt nın günlerinden bir gün bana yalan söylemişti, Hatta o Rabbine dahi yalan söylemişti. Cemaatinin taassubunu yapabilmeyi yalancılığa tercih ediyordu.
Tekfirciler ile geçirdiğim bu iki yılda onlar ile alakalı tespit ettiğim en önemli şey, Allah’ın (swt) yüklemediği görevleri Üzerlerine almaya çalıştıkları ve altlarında ezildikleridir.
Din güzel ahlaktır onların ise güzel ahlaktan nasiplerine hiç bir şey düşmemiştir.
Onlara nasihatim Tevhid kelimesini ikrar eden bir kimseyi herhangi bir konuda hüccet ikame etmeden tekfir etmeye kalkmamalarıdır.
Müslümanlara özelliklede ümmetin gençlerine nasihatim bu kimselere asla özenmemeleridir.
Bu yolun sonu dünya ve ahirette zillettir.
Sakın ha sakın haricileri harici yapan özelliğin sadece ”haramlar yüzünden insanları tekfir ettikleri” olduğunu sanmayın.
Onların harici olmalarının sebepleri pek çoktur.
Bunların başında da İslam’ın hayırlılarına karşı düşmanlık, Emire itaatsizlik ve ahde vefasızlık gelir.
Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in menheci şudur ki; Bir kişi İslam’a yakin ile giriyorsa ancak yakin ile çıkabilir.
İslam’a giren insan Müslüman muamelesi görür.
”Allah Subhanehu ve Teala şu üç durumda bizlerden razı olur:
1. O’na hiçbir şeyi şirk koşmadan ibadet etmeniz.
2. Allah’ın ipine topluca sarılmanız ve ayrılığa düşmemeniz. (Bu şart cemaat olma kaidesi dışında başka bir şeyle ikame edilemez.)
3.Allah’ın ipine topluca sarılın ve ayrılığa düşmeyin.
Allah Resulü (sav) bu üç hususu yerine getiren kimselerin kurtuluşa ereceğine kefil oluyor. O halde ihtilaflı yollara sapmayalım ve Allah’ın dinine ve birbirimize şefkatle, merhametle sıkı sıkı sarılalım.
“Dünyada veya ahirette özür dilemek zorunda kalacağın söz ve hareketten uzak durmaya çalış..” [Hakim]
Kaynak: İnternetten alıntıdır.
Tags: