TEDRİCİLİK Nedir, İslam’da Tedricilik Var mı?

TEDRİCİLİK Nedir, İslam’da Tedricilik Var mı?

Burada ele alacağımız, bozukluğunu göstereceğimiz ve tedavi edeceğimiz konu; İslam’ı anlamak ve uygulamakla ilgili tedricilik düşüncesidir.

Bu düşünce Müslümanların var olan “yönetimlere katılmasının cevazını” ve “Demokrasinin İslam’dan bir parça olduğunu “ çıkartmalarına sevk etmiştir.

Çünkü “İslam’ı akıllara yaklaştırmak” istemişlerdir. Nitekim bu düşünce, bazı cemaatların “Değişimle ilgili çalışmalarına” sıkı şekilde bağlıdır.

Öyleyse tedricilik nedir? Bunu kabul edenlere göre neyi kapsar? “Onun hakkındaki Şer’i hüküm” nedir?

Konumuza önce Şer’i hükmün tarifiyle başlayalım:

Şer’i Hüküm; Şâri’in kulların fiilleri ile alakalı hitabıdır.. Şâri, Allah-u Teala’dır. Şâri’nin hitabı, Allah-u Teala’nın hitabı demektir.

Fakat “Hitaba delâlet eden” bir konumda olduğundan dolayı “Sünneti ve Sahabenin İcmasını” da kapsaması için sadece “Allah’ın hitabı” değil de özellikle “Şâri’nin hitabı” denilmiştir.

Ta ki; “Allah’ın hitabı” ile Sadece Kur’an’ın kast edilmiş olduğu sanılmasın. Sünnet de bir vahiy olduğu için O da Şâri’nin hitabıdır.

Sünnetten bir delil açığa çıkardığından dolayı Sahabelerin İcması da yine Şâri’nin hitabıdır.

Müslümanlar Ruhî (Allah’a bağlılık), Maddî, Fikrî ve Siyasî alanlarda en düşük ve en geri seviyeye düşünce, içinde bulundukları kötü vakıa cinsinden bir fikre de sahip oldular.

Artık fikirlerini bu kötü vakıa ve ortamdan almaya başladılar. İslam’a bağlı olanlar dahi İslâm’ın hakikatine ve onun hayat bakışına aykırı fikirler edindiler.

Daha doğrusu edindikleri nice fikirler, İslam’ı ve Onun hayat hakkındaki mefhumlarını hiç mi hiç kavramadıklarını gösterir.

Müslümanların tüm işlerini elinde tutan sömürgeci kâfirler, bu işleri kendi elleriyle ve kendi istedikleri  şekilde evirir çevirir oldu, kendi ölçüleri ve tüm mefhumlarını Müslümanlara rahatça kabul ettirir oldu.

Sömürgeci kâfirler, bu konuda o kadar başarılı oldular ki ektikleri tüm zehirli fikirler, Müslümanlar indinde adeta güzel bir bitki, ağızlarında ise çok tatlı bir şey hale getirdiler.

Böylece sömürgeci kâfirler, Müslümanlara karşısında bu maçı kazandı. Bunun sebebi, İslam değil, Müslümanların noksanlığıdır.

Nitekim Müslümanlar “net ve doğru bir İslami anlayıştan” yoksun oldular ve “İslam’a bağlılıkları” da artık “net ve sahih bir bağlılık” değildir.

Kâfirlere karşı direnmeye çalıştılar.

Fakat bu direniş de, “içinde yaşadıkları vakıadan” etkilendi ve “maslahatçılığa” boyun eğdi. Ayrıca sürekli “eğri yollara girip yanlış adımlar” attılar.

Bu nedenle müthiş bir başarısızlığa uğradılar ve korkunç teslimiyet gösterdiler.

Bunun neticesi, kâfirler İslam memleketlerinde çok rahat bir şekilde oturup kalkar oldu.

Hiç bir kimse onlara bir şey diyemez ve engel olamaz hale geldi..

Peki, bu sömürgeci kâfirler “nasıl İslam’a saldırdılar” ve Müslümanlar onlara “nasıl bir cevap” verdi?

Kâfirler, “İslâm’ın artık bu çağa ayak uyduramadığını ve yeni sorun ve müşküllere hiçbir çözüm getiremediği” ithamlarıyla saldırdılar.

Müslümanlar ise, “kapitalist sisteminin kendilerine önerdiği şekilde” sözde İslâmî (!) çözümler ortaya koymaya çalışarak, “kâfirlerin bu saldırılarına” cevap vermeye çalıştılar.

Kapitalist sisteminin temeli, “İslam temeli ile çeliştiği ve taban tabana zıt olduğu için” Müslümanlar bu çelişen iki ideoloji arasında bir “bağdaştırma” işini başlattılar.

Bu nedenle “yanlış ve çarpık teviller yapmaya” yöneldiler. Bundan dolayı önce “iftiraca ve yalanca, şeriata ters gelen ve çarpık mefhumlar ve ölçüler” tespit edildi.

Bunda gaye, “bu iki ideoloji arasında bir uyum sağlamak ve İslâm’ın da gelişmelere ayak uydurabildiğini” göstermekti.

Bunun neticesinde, “Kapitalist mefhum ve ölçüler” adeta “İslâmî mefhum ve ölçüler olarak” görülmeye başlanmıştır.

Bunların açısından güya “artık İslam anlaşılmaya başlanmıştır..”

Hâlbuki “bunları almanın” asıl manası, “İslam’ı terk etmek ve kapitalist sistemine uymaktır.”

Zira “kapitalist sistemle bağdaştırmaya” yönelik her davet ve bu davetten etkilenecek her çağrı, “İslam’ı terk etme ve küfre girme” ye yönelik bir çağrıdır..

Bunun manası da, Müslümanlara küfür fikirlerini taşımak, onlara bunları kabul ettirmek ve hak olan İslam davetinden onları artık vazgeçirmektir.

Kapitalist sisteminin temeli laikliktir. Laiklikten de temel hürriyetler fışkırmıştır. Fikir hürriyetinden demokrasi doğmuştur. Mülk edinme hürriyetinden kapitalist ekonomi sistemi meydana gelmiştir.

Bundan dolayı Müslümanlar, geri kalmaya başladıkları çağlarda buna benzer fikirlere göre yeniden kalkınmayı gerçekleştirmeye çalışınca, kalktıkları yere geri düştüler, hiç bir zaman İslam ümmetini kalkındıramadılar.

Daha doğrusu, çok daha da fazla gerilediler.

Hatta onlardan, “maksatlı veya maksatsız” İslam şeriatına “dil uzatıldığını” gördük. Şöyle iddia edilmeye başlandı:

Rasulullah (sav)‘ in gönderilişinden 14 yüzyıl geçtikten sonra aynı şeriata göre muhakeme olunmamız akıl dışıdır. Yenilenmekten kaçınılmaz. Öyle bir yenilenme olmalıdır ki İslam’ı yeni şartlara uydurarak Onu yine önde kılacak yeni yeni kıyafetlere giydirmek gerekir. Yeniden onun üzerinde kalpleri birleştirmek, içine kapanıklıktan artık onu çıkartmak ve diğerlerin ithamlarından onu kurtarmak için ona çağdaş fikirleri içirmek ve onu boyatmak lazımdır. Nitekim İslam artık o eski kılıfı kabullenemez oldu.”

Bazı Müslümanlar bu açıdan “bir takım yeni fikirler” çıkarttılar ki bunlar artık kendileri için birer “yeni fikrî kaideler ve ilkeler” haline geldi, kendilerine “yeni bir çalışma çizgisini” belirledi ve “hayata doğru” yeni yönelmelerini tayin etti.

Tüm bunlara “gerileme fikirleri” adı veririz.

Çünkü bu yanlış fikirler, İslam memleketlerinde, bozuk olan “Batı tipi kalkınma ve yayılma döneminde” ortaya çıktı.

Bazı Müslümanlar “zaman ve şartlara uymanı ve kalkınmış olan Batı fikirlerinden istifade etmenin, İslam’ın bir emri” olduğunu zannettiler.

Çünkü iddia ettiklerine göre, böyle bir hareket İslam’ı asrın gerisinde bırakmaz.

Bu nedenle bu yönelişe hizmet eden ve Batıdan etkilenen birçok fikir ortaya atılmıştır.

Onlardan bazı örnekler şöyledir:

“İslam elastikî ve gelişmiş dindir”

“Al ve iste” (Bunun manası, ya hep ya hiç deme, sana verileni al sonra iste)

“Şeriata uygun olanı kabul et”

“Şeriata muhalefet etmeyeni kabul et”

“Ehveni şerrin”

“İki zerrenin en hafifini işlemek”

“Tümü elde edilmeyen şeyin bir kısmı terk edilmez”

“İslam hükümleri tedricilikle uygulanır”

“Demokrasi İslam’dandır”

“Zamanın ve mekânın değişmesiyle İslâm’ın değişmesi inkâr edilmez”

“Maslahat nerede bulunursa Allah’ın şeriatı oradadır”..

Bu fikirler ve benzerleri, onların adlandırdıklarına göre “çağdaş İslam kalkınmasının” temel fikirleri ve hareket noktasını teşkil etmiştir.

Bunun en önemli öncüleri Mason Cemaleddin Afgani ve onun talebesi olan Mason Muhammed Abduh‘dur. Hatta Son adama “Şeyhul İslam” lakabını bile verdiler.

Bu sözleri sarf edenler; kötü niyetle ve sinsî bir hedefle hareket ettiler ki “Müslümanlar, güçlerinin asıl sebeplerinden ayrılıp zaafa uğrasınlar” ve böylece “Allah’ın dinini tekrar hayata hâkim kılmak için uğraşmaktan” vazgeçsinler.

Bazı kimseler de, “hüsnü niyetle ve iyi maksatla” böylesi sözleri söylediler.

Zannettiler ki; “bu sözler Müslümanların bugünkü çektikleri tüm acılar, ızdıraplar ve zor durumlardan hatta  gerileme halinden” onları kurtarır. İşte bu, onlar için gerçek şifadır.

Bu sözler ister iyi niyetle söylensin, ister kötü niyetle söylensin, netice itibariyle Müslümanlara etkisi birdir.

Biz ise “kâfirlerin bu din için kurdukları komplo ve tuzaklara karşı” Müslümanları uyarıyoruz.

Vakıada ve tatbikat alanında kısırlığı ve bozukluğu ispatlanan bu tür fikirlerden hemen vazgeçmeleri için onlara nasihat ediyoruz.

Bu çeşit fikirler, ne hayr getiriyor ne de şerri onlardan uzaklaştırır. Allah bizi en zengin ümmet haline getirdi.

Diğerlerinden asla bir fikir almaya muhtaç değiliz.

Bizim fikrimiz bize kâfidir, biz onunla zenginiz. İslâm’ın tabiatı, “yalnız kendisinin olmasını” gerektirir.

İslam Dini, hayat meselelerini tedavi etmek için Allah indinden indirilmiş bir dindir.

Müslümanlara düşen görev; Şeriat dışına çıkmak değil, indirilmiş Şer’i nasslarda içtihat yapmaktır.

Böylece Allah’ın hükmünü öğrenir.

Kendi hayatı için gerekli olan tüm fikrî kaideler ve ilkeler, Şer’i delillere binaen çıkartılmış olmalıdır.

Bunlar ise birer Şer’i hükümlerdir.

İçtihat metodu sabit ve tektir. Herhangi bir durumda onu değiştirmek caiz değildir.

İşte kalkınmamızın temeli budur, ancak buradan ve buna göre hareket ederiz. Tıpkı eskiden olduğu gibi.

Müslümanların zihinlerine egemen olması gereken, mazbut olan bazı Şer’i fikir ve ilkeleri kendilerine hatırlatmak istiyoruz.

Kendi yönelişlerini ve eğilimlerini bir disipline soksun ve bunlara göre hareket etsinler.

Bunlardan bir kısmı şöyledir:

“Şeriat neredeyse maslahat oradadır” (Bunun tersi değildir)

“Fiillerde asıl olan Şer’i hükümle mukayyet olunmaktır”

“Haram kılan bir delil geçmedikçe eşyalarda asıl olan mubahlıktır”

“Güzel olan, şeriatın güzel gördüğüdür”

“Hayır olan, Allah’ı razı eden ve Şer olan da Allah’ı kızdıran husustur”

“Şeriat olmadan hüküm yoktur”

“Kim Allah’ın zikrinden yüz çevirirse, kendisi için sıkıntılı hayat hazırlandı”

İslam ümmeti diğer insanlar dışında tek ümmettir”

“İslam, ne vatancılık ne milliyetçilik ne sosyalizm ve ne de demokrasiyi kabul eder” (Bunlardan hiç birini kabul etmez)

“İslam öyle bir yaşam tarzına sahiptir ki diğerlerinkinden tamamen farklıdır.”

İnsan, bazı Şer’i nasslar karşısında durur, eski salih müminlerin üzerinde bulundukları duruma uymaz ise “bidatlara yönelmeyi” önemli bir şey gibi görür.

Nitekim dinde bidat zem edilmiş, red edilmiştir.

Rasulullah (sav)‘ in şöyle buyurmuştur:

“Size öyle şeyler bıraktım ki onlara bağlandığınız müddetçe ebediyyen şaşmazsınız. Bunlar Allah’ın Kitabı ve O’nun peygamberinin Sünneti’dir. Bunlar apaçıktır.” (ibni Hişam siyeri, Muvatta, Tirmizi, ibni Hanbel)

Buradaki “ebediyyen” kelimesi, bizi de kapsar.

Yine (sas) şöyle buyurmuştur:

“Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bir tanesi dışında hepsi cehennemliktir.” Dediler ki; “Ey Rasulullah, bu fırka kimdir?” Rasulullah (sas) dedi ki: “Benim ve bugün ashabımın üzerinde bulundukları hal üzerinde bulunan fırkadır.” (Ebu Davud, Tirmizi, ibni Mace ve ibni Hanbel)

“Sizi bembeyaz hüccet üzerine bıraktım. Benden sonra bundan uzaklaşan ancak sapık olandır.” (ibni Hanbel ve ibni Mace)

“İnsanların en hayırlısı benim yüzyılımdır. Onlardan sonra ise onları izleyen (yüzyıl) dır. Ondan sonra onları izleyen (yüzyıl) dır.” (Müslim)

“Sizden kimin ömrü uzarsa çok ihtilafları görecektir. Dinde muhdeslerden (yeni çıkartılan, uydurulan) sakının. Her muhdes bir bidattır. Her bidat cehennemliktir. Benim sünnetime ve hidayetli Raşidî Halifelerin sünnetlerine uyun. Dişlerinizle sımsıkı şekilde bunlara bağlanın.” (Ebu Davud, Tirmizi)

“Bizim emrimizin bulunduğu hal üzerine mevcut olmayan her şey red edilir.” (Buhari, Müslim)

Bu hadislerde; güzel olana uymaya bir davet ve her bidata karşı da bir uyarı içermektedir.

“insanların en hayırlısı….” hadisi şerifi, en hayırlı asırları sıralıyor ve zaman gittikçe şeriata bağlılığın zaafa uğradığını gösterir.

Fakat bizden de, şeriata daha kuvvetli şekilde bağlanmamızı istiyor. Doğruluğu ve hakkı aramada daha titiz olmamız da isteniyor.

Daha samimi ve insaflı olmamızı talep ediyor.

Mademki Rasulullah (sav)‘ in Sünnetine ve hidayetli Raşidî Halifelerin sünnetlerine sımsıkı şekilde bağlanmamız, Rasulullah (sav) ve sahabelerinin bulundukları hal üzerinde bulunmamız isteniyor.

Öyleyse dinde bidat çıkartmamız kesinlikle caiz olmaz.

Dinde olmayan yeni şeyler uydurmamız yada çıkartmamız hiç kabullenemez. Kim böyle şeyleri yaparsa red edilir.

Peki, bu günlerde o güzel hal üzerinde nasıl bulunabiliriz?

1- Kendi nefislerimizde İslam akidesini tertemiz ve saf halde yerleştirmeliyiz. Akideyi ve fikirleri örten ve karıştıran bütün unsurlardan korunmalıyız.

2- Fikrimizi, İslâm’ın safiyetli ve duru kaynaklarından almalıyız ve kafalarımızı dolduralım.

3- Heva, heves ve akla göre değil Şer’i delillere göre tespit edilen içtihat metodunu muhafaza etmeliyiz. Şer’i hükmü sadece ve sadece Şer’i delillerden almalıyız.

4- Hayatımızda en önemli şeyi İslam kılmalıyız. İslam’ı kendimizden, çocuklarımızdan, ailemizden, maslahatlarımızdan, heveslerimizden ve her şeyimizden daha önemli kılmalıyız. Kalplerimizde Allah’ın sözü yüksek olmalı. Allah ve Rasulünün önüne herhangi bir şeyi geçirmemeliyiz. Gelip geçmiş salih müminlerin bulundukları hal üzerine bulunmalıyız.

5- Akıllarımızdan ve nefislerimizden küfrün fikirleri, urları ve pisliklerini söküp atmalıyız. Asla küfür fikirlerinin propagandasına aldanmamalıyız.

Tıpkı sahabelerin cahiliyye fikirleri ve urlarını atıp tam şekilde İslam’a girdikleri gibi. Tam takvalı ve duru olmalıyız.

Bunu gerçekleştirebilmek için temele binamızı tesis etmeliyiz. Zira ümmetin sonu, ancak başlangıcı nasıl salih ve iyi olmuşsa, öyle salih ve iyi olur.

Bu, gerekli bir husustur. Her ümmetin her döneminde geçerlidir. Temele ne kadar yakın ve bağlı olursa, o kadar kuvvetli olur.

Bundan uzaklaşınca zayıf olur. İşleyeceğimiz konunun bu ön hazırlığı sunduktan sonra, şimdi;

Tedricilik nedir? Onu savunanların gözlerinde neyi kapsar? Gerekçeleri nedir? Ve ona karşı şeriatın tutumu nedir? Sorularına cevap verelim:

Diyorlar ki; Tedricilik, İstenen Şer’i hükme birden değil, aşama aşama varmak demektir.

Bunu savunanlar ona “Merhalecilik” adını verirler.

Onlara göre şöyledir: Müslüman önce Şer’î olmayan bir hükmü uygular veya öyle bir hükme davet eder.

Fakat bu, daha önce uyguladığı veya davet ettiği hükümden şeriata daha yakın olmalıdır.

Böylece tedricî (derece derece) olarak şeriata ve hükümlere yaklaşır. Fakat her sefer öncekinden daha fazla Şer’î hükme yaklaşır.

Böylelikle kendi görüşlerine göre durum böyle devam ettikçe Şer’î hükme daha fazla yaklaşılır.

Yine diyorlar ki; Tedriciliğin bir başka manası ise; Şeriatın bazı hükümlerini uygulamak, bazı hükümlerinin uygulanmamasına karşı susmaktır.

Umulur ki zamanla ileride şeriatın tamamını uygulamaya varılır. Burada, tedriciliğin merhaleleri belli bir sayı ile kayıtlı değildir.

Bunu savunanlar, onu belli kurallara zaptetmiş de değiller.

Onlara göre bir Şer’î hükmü uygulayabilmek için bir merhale veya iki merhale veya bazen üç merhale hatta daha fazla merhaleye ihtiyaç vardır.

Tedriciliği apaçık şekilde etkileyen şey ise, şartlar ve durumlardır. Nu nedenle onlar merhalelerin sayısını azaltabilir veya çoğaltabilir.

Ayrıca her merhalenin zamanını da kısaltabilir ve uzatabilirler.

Şu var ki; Onlardaki bu tedricilik düşüncesi, akideyle ilgili fikirleri de kapsar. Misal olarak şöyle demeyi kabul eder:

“Sosyalizm İslam’dandır” “Demokrasi İslam’dandır”

Şer’î hükümlerle ilgili fikirleri de kapsar.

Misal olarak; “Kadın, hemen tam Şer’î elbise giymeyebilir. Önce biraz dizinin aşağısına eteği insin, kendisini tam teşhir etmesin. ileriki bir merhalede Şer’î hükmün tamamını uygulasın.”

Yine tedricilik düşüncesi, yönetime ulaşma yoluna da şamil olur. “Önce küfür iktidarına veya koalisyonuna katılmak için uğraşılır, sonra merhale merhale iktidar tam şekilde alınır.”

Bu düşünceyi savunanlar, kendi itiraflarıyla böyle bir katılmanın haram olduğunu da söylerler.

Fakat bu, İslam’ı yavaş yavaş uygulayabilmek için bir harekettir derler.

Veyahut İslâm’ın bazı hükümleri uygulatılmaya çalışır ve diğer hükümlerin uygulanmamasına karşı ise susulur ve böylece devam edilir.

“Umulur ki zamanla bu hükümler toplumda çoğalır ve egemen olur. Bunlar bazen de devletle ilgili olur, belli fikirlere davet edilir, diğer fikirlere ise davet edilmez..” derler

Tedricilik düşüncesine kani olan kimse işte bu yola bağlanır ve diğer insanları da bu yola davet etmeye çalışır.

Bu yolu benimseyenler sözde öyle takvalı olur ki, bu yolu kendi nefsi üzerine uygulamaz ama bütün hükümleri kendi üzerine uygular.

Fakat diğerlerine özen gösterdiği için ve diğerleri İslam ahkâmını red etmesinler diye bu yolu izler ve şöyle der:

“Diğerleri hiç olmazsa şeriattan bir şey kabul etsinler veya uygulasınlar. Bu, hiç yoktan daha iyidir.”

TEDRİCİLİK VEYA MERHALECİLİĞİ SAVUNANLARIN GEREKÇELERİ VE BUNLARIN ÇÜRÜTÜLMESİ

Bu düşünceye sahip olanlar düşünme keyfiyetine ve İslam davetine karşı bu anlayışlarını desteklemek için kendilerine gerekçeler bulmaya çalışıyorlar.

Onlar kendi düşüncelerini desteklemek için sanki adil şahitler arıyorlarmış gibi bazı gerekçeler bulmaya çalıştılar.

Şer’i delillere ve onların delâletlerine boyun eğmediler.

Tam tersine, Şer’i delilleri ve delâletlerini kendi arzularına boyun eğdirmeye çalıştılar.

Aşağıda bazı örneklerini göreceğiz:

1– Diyorlar ki; “Allah ribayı (faizi) birden yasaklamadı. Ancak merhale merhale onu haram kıldı.

Bak Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Birinci ayet:

“İnsanların malları içinde artması için verdiğimiz riba, Allah katında artmaz. Ama Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât ise bunun sevaplarını ve mallarını kat kat artıranlardır.” (Rum suresi 39)

ikinci ayet :

“Ey iman edenler, Faizi kat kat almayın…” (Ali imran suresi 130)

Üçüncü ayet:

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, faizden ne kalmışsa onu bırakın…” (Bakara suresi 278)

Dördüncü ayet:

“Nehyedildikleri halde faiz almaları…” (Nisa suresi 161)

Beşinci ayet:

“Allah, alışverişi helâl, faizi haram kıldı.” (Bakara suresi 275)

Bu ayetlerin toplamından tedriciliği savunanlar onları şöyle anladılar:

Faiz mubah idi, bunun delili 1.nci ayettir. Ondan sonra kat kat faiz haram kılındı. 2.nci ayet de bunu gösterir.

3.ncü ayette az olan faiz haram kılındı. Faizi haram kılma olayı, imayla başlandığı ve ondan sonra 4.ncü ayette haram kılındı” dediler.

“Çünkü 4.ncü ayet Yahudilerden söz ediyor. Bu sıralamadan sonra Allah faizi 5.nci ayette haram kılmıştır.”

Hâlbuki bu ayetlere, sahih nazarla ve şeriatın bakışıyla bakan bir kimse, bunlarda asla tedricilik bulunmadığını ve bunların söylediklerinin doğru olmadığını görür.

Şöyle ki:

1.nci ayet; bu ayetin haram kılınan faizle yakından veya uzaktan alâkası yoktur. Onun konusu sadece hibe ve hediyedir.

Onun manası da, kim bir hediye veya bir hibe vermek ve onun iki katında bir hediye olarak geri gelmesini veyahut aynısının geri gelmesini istiyorsa, bu asla Allah katında artmaz.

Yani onun bir sevabı yoktur.

Sadakayla ilgili Rasulullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Helâl yolla kim bir hurma tanesi bir sadaka olarak verirse Allah ancak helâl yolla gelen sadakayı kabul eder Allah, onu sağ eliyle kabul eder. Onu sahibine riba ettirir (kat kat artırır). Tıpkı birinizin mahsulünün üst üste koyduğu gibi dağ gibi olur.” (Buhari)

İbni Abbas şöyle demiştir:

“… artması için verdiğiniz riba..” dan maksat, adamın hediyesidir. Bu adam bir hediye verince karşı taraftan onun daha iyisini umar. Bu ise Allah katında artmaz. Adam da hiç sevap almaz. Fakat günahı da yoktur. Bu manayla bu ayet indirilmiştir.” (Kurtubî Tefsiri)

İbni Kesir (r.a) tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle yazmıştır:

“Diğer insanlar kendisine daha büyük hediye versinler diye kim bir hediye verirse, Allah indinde o asla sevap almaz.”

İbni Abbas, Dahak, Mücahid, Katade, ikrime, Muhammed b. Kaab ve Şaabı adlı müfessirlerin tümü aynı şeyi söylediler.

Böylelikle hediye verenin bir günahı yoktur.

İbni Abbas şöyle dedi:

Riba iki çeşittir; alışverişle ilgili olan riba, bu haramdır. Öteki riba ise, adamın hediyesidir. Ki karşılığında daha büyük ve kat kat hediye umuyor. Bu ise haram değildir.”

2.nci ayette ise; kat kat ribayı almaktan nehyetmiştir. Bu faiz cahiliyyede var idi.

Bu ayet gelip bu tür faizden nehyetmiştir. Faizin tahrimini ise bununla kaydetmemiştir. Öyle bir delâlet de yoktur.

Müfessirler şöyle dediler:

Medine‘de ilk nazil olan sure, Bakara‘dır. Bu surede faiz haram kılınmıştır. Ali İmran Suresi ise ondan sonra indirilmiştir.

Bu surede kat kat faiz yemekten nehiy gelmiştir. Buna göre Allah-u Teâlâ az da olsa faizin alınmasına hiç cevaz vermemiştir.

Böylece Ali İmran Suresinde geçen kat kat faiz almakla ilgili ayet, tedricilik ile alâkalı değildir.

Ancak cahiliyyede alışagelen yani kâfirlerin aldıkları faizi haram kılmıştır. Buna binaen Faiz; tedricilikle değil onu haram kılan ayetle haram kılınmıştır.

3.ncü ayet ise; Müslümanlara ribanın azı müsaade edildikten sonra tamamı yasaklanmıştır diye bir mana taşımaz.

Daha doğrusu bu ayet, İslam’a yeni girmiş bir grup insanın diğer insanlardan alacakları faizle ilgili olarak nazil olmuştur.

Daha önce faizin bir kısmını almışlar, bir kısmını da almak için çalışıyorlardı.

Allah-u Teâlâ, bu insanların daha önce yedikleri faizden af edildiklerini, ama kalan faizi almalarının caiz olmadığını belirtmektedir.

Çünkü artık faiz tamamen haram kılınmıştır. Şu ayet bu manayı destekler:

“Eğer tevbe ederseniz, yalnız ana paranızı alın; ne zalim olursunuz, ne mazlum olursunuz.” (Bakara suresi 279)

Rasulüllah (sas)‘in şu sözü de destekler:

“Dikkat edin, şüphesiz ki cahiliyyenin bütün riba çeşitleri kaldırıldı. ilk kaldırılan riba, Abbas b. Abdulmuttalib’in ribasıdır.” (ibni Hişam siyeri, Ebu Davud, Müslim, Tirmizi, ibni Hanbel, Darımi, Muvatta)

4.ncü ayete gelince; buradaki riba, rüşvet ve diğer bütün haram mallardır. Çünkü Yahudiler haram malları yiyorlardı. Yani bu şeriatın haram kıldığı riba değil.

Başka ayette de şöyle geçti:

“Onlar suhtu (haksız malı) yiyicilerdir.” (Maide suresi 42)

Buna binaen, faizi haram kılan ilk hükümle Allah-u Teâlâ faizi yasaklamıştır. Allah’ın kademe kademe onu haram kıldığına dair hiçbir bir delil yoktur.

Bu konuyla ilgili çok değişik delillerin geçmesinin sebebi, çok değişik vakıaların bulunmasıdır. Bunlar asla tedricilikle alâkalı değildir.

2 Allah-u Teâlâ’nın içkiyi adım adım yasakladığına dair gösterdikleri gerekçeye gelelim:

Birinci ayet:

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“içki ve kumar hakkında sana sorarlar. De ki; onlarda büyük isim (günah ve zarar manasını taşır) vardır ve insanlar için menfaatler vardır. Fakat onların isimleri menfaatlerinden daha büyüktür.” (Bakara suresi 219)

İkinci ayet:

“Sarhoş iken namaza yaklaşmayın ki, söylediğinizi bilesiniz.” (Nisa suresi 43)

Üçüncü ayet:

“Şüphesiz ki içki, kumar, putlar ve fallar şeytanın işlerinden birer pis şeylerdir. Onları terk edin, umulur ki felaha kavuşursunuz. Muhakkak ki şeytan aranıza içki ve kumarla düşmanlığı ve buğzu sokmak, Allah’ı zikretmekten ve namazdan sizi alıkoymak ister. Öyleyse bunlardan siz vazgeçmeyecek misiniz?” (Maide suresi 90-91)

Yukarıda gösterdiğimiz ayetlerle tedriciliği savunanlar, bunlarda tedricilik var diye anladılar.

Ve şöyle dediler: “1.nci ayetin gösterdiği gibi içki mubah idi. Sonra ikinci ayet bu mübahlığı daralttı. Bu daraltmadan sonra 3.ncü ayette içki yasaklandı.”

Şer’î hükmü çıkartma metodunu anlayan kimse, bu ayetlere bakınca bunlarda herhangi bir tedriciliğin bulunmadığını görür.

Şöyledir: İçki haram kılınmadan önce mubah idi. Şeriat içki içilmesine sukut etti yani müsaade etti. Ancak 3.ncü ayet nazil olunca haram kılındı.

Bunu destekleyen Hz. Ömer‘in şu sözleriyle ilgili hususlardır:

Ömer (ra): “Allah’ım, içkiyle ilgili bize tam şifa verici bir hüküm belirt.. Çünkü malı ve aklı götürür.” dedi.

Bunun üzerine “içki ve kumar hakkında sana sorarlar…” ayeti nazil oldu. Ömer (ra) çağrıldı ve bu ayet ona okundu.

Ömer şöyle dedi: “Allah’ım içki hakkında tam şifa verici bir hüküm belirt.” Bunun üzerine;

“Ey iman edenler, Sarhoş iken namaza yaklaşmayın..” Ömer (ra) tekrar çağrılıp bu ayet ona okundu.

Fakat o yine şöyle dedi: “Allah’ım içki hakkında bize tam şifa verici bir hüküm belirt.”

Bunun üzerine;

“Şüphesiz ki içki, kumar, putlar ve fallar şeytanın amellerinden birer pis işlerdir. Onları terk edin….”

Ömer (ra) bir daha çağrıldı ve bu ayet ona okundu.

“…öyleyse bunlardan vazgeçmeyecek misiniz?” kısmına varınca Ömer (ra) şöyle dedi:

“Evet, vazgeçtik, vazgeçtik.” (ibni Hanbel, Tirmizi, Nisai ve Ebu Davud)

Burada Hz. Ömer içki hakkında şifa verici bir hükmü indirmesi için Allah’a hep dua etti.

Çünkü birinci ayetin nüzulundan önce içki mubah idi.

Birinci ve ikinci ayetin nüzulüne rağmen onun hükmü yine mubah olarak devam etmiştir. Ancak üçüncü ayette haram kılınmıştır.

İkinci ayet, içki ile ilgili değil namazla ilgilidir.

Bu ayeti inceleyen kimse, bu ayetin namaza yaklaşınca “içki içmekten Müslümanları nehyetmedi” ancak namaza yaklaşınca “sarhoşluk durumundan” onları nehyetti ki Müslümanlar ne dediklerini iyice idrak etsinler.

Önceden bir Müslüman, namaz kılarken içki kokusu ağzından çıksa veya sarhoş olmayacak kadar içki içerse dahi namaz kılabiliyordu.

Yeter ki o anda sarhoş olmasın.

Birinci ayette Allah-u Teâlâ, içkiyi kötüledi. Çünkü zarar getirir. 2.nci ayet ise, sarhoşluk esnasında namazı kılmaktan nehyetti.

Asıl içkiyi yasaklayan ise 3.ncü ayettir.

Buna ise kalkıp ta asla tedricilik denilmez. Çünkü içki haram kılındıktan sonra hiç bir kimse onun helâl olduğunu söylemedi.

Ne Rasulullah (sav) döneminde, ne Sahabelerin döneminde, ne de Tabiin veya Tabeit Tabiin dönemlerinde hiç bir zaman serbest bırakılmadı.

Bu ümmetin müçtehitlerinin ve büyük âlimlerinin fıkıh kitaplarında da asla içkiyi haram kılmak içinbir tedricilik bahsi bulunmaz.

Yeni yeni ülkeler tek tek feth ediliyor, insanlar fevc fevc Allah’ın dinine giriyorlardı.

Bu Fetihlerde insanların, İslam’a girmelerine rağmen içki içmeyi adım adım terk etmelerine razı olmadılar.

Bir tedricilik söz konusu olsaydı bunu adım adım uygularlardı.

Zira tedricilik konusunu ilk faziletli âlimlerimiz hiç uygun görmediler. Ancak “bu yepyeni bir konudur” diyenler bunu savunanlar böyle kabul ederler.

Diyorlar ki; “Vakıa ve ortamın şiddet ve şartlarının zorluğu tedriciliği ortaya çıkmaya zorladı.”

Böylelikle bunu bir “düşünme metodu” haline getirmeye çalışıyorlar. Hem de yalnızca bazı hükümlere değil, dinin tümüne şamil kılıyorlar.

Rasulullah (sav)‘in şu söylediğinin doğruluğu ortaya çıkıyor:

“Sizden kimin ömrü uzarsa çok ihtilafları görecektir. Dinde muhdeslerden (yeniden çıkartılanlardan) sakının. Her muhdes şey bidattır, her bidat ise cehennemliktir.” (Tirmizi, Ebu Davud)

Tedricilik davetçilerine şöyle soru sorulabilir:

“Hükümler tedricilik ile alınıyorsa, O halde içkiyle ilgili eski hükmü alabilir miyiz?”

Buna cevap: Kesinlikle hayır. Çünkü içkiyle ilgili tahrim hükmü kesindir. Eski hükme tekrar dönmek şeriatça hiç caiz olmaz.

Bunu yapsak, Allah’ın bize emretmediği bir şeye uymuş oluruz. Selef ve halef yani eski ve yeni müminler bunu diyorlar.

İçki için bugün artık tek bir hüküm vardır ve O hüküm hiç bir zaman değişmez.

3 İslam, tedricilik yoluyla kölelik sorununu da tedavi ettiğini söyleyenler.

Bu söylenti tamamen batıldır. Çünkü Allah-u Teâlâ, köleliği haram kılmadı, ancak onun çıkış yollarını gösterdi. Eğer kölelik tekrar dönerse onunla ilgili hükümler tekrar uygulanır.

4- “Kur’an, tüm olarak nazil olmamıştır, parça parça nazil olmuştur. Bu ise açıkça tedriciliğe delâlet eder” diyorlar.

Buna cevap: Allah (cc), hükümleri vakıa ve olaylara göre indiriyordu ki kalpler bu hükümler üzerine sebatlık göstersin.

İlk indirdiği şey, iman, cennet ve cehennemle ilgili, ondan sonra da helâl ve haramla ilgili hükümlerdir.

Bunun manası, İslâm’ın bir kısmını almak bir kısmını terk etmek değildir. Müslümanlar, Allah’ın indirdiği tüm hükümlerle kayıtlı idiler.

Onların sorumluluğu o kadardır. İman ile ilgili ayetler nazil olup diğer hükümler nazil olmayınca yine de Müslümanlar İslâm’ın tümünden sorumludurlar.

Fakat Şer’î delillerin gösterdiği detaylara göredir.

İSLÂM DEVLETİ‘ nin varlığında ve yokluğunda, Müslümanlar, fertle ilgili tüm hükümlerden de sorumludurlar.

İSLÂM DEVLETİ ile ilgili hükümler, ancak devletin varlığında uygulanır. Müslümanları bağlayan husus budur, başka değil ve geriye dönüş de yoktur.

Tedriciliğin manasını ve kapsadığı şeyleri savunanlarının gerekçelerini böylece ortaya koyduktan sonra şimdi  isabetli bir şekilde hem Şer’i görüşü hem de Tefekkürle ilgili Şer’i metotla açıklamak istiyoruz:

İsabetli olmaya daha yakın olan bir görüşü değil, tam isabetli olan görüşü açıklamak istiyoruz..

Çünkü tedricilik düşüncesi, şeriattan değildir.

Onu şeriata da nisbet etmek asla caiz değildir.

Sorun; tedricilik, şeriattan mı değil mi tartışmasından ziyade, öyle bir düşünme tarzı oldu ki hiç bir şekilde şeriat onu kabul etmez.

Bu şöyledir: İslâm’ın öyle bir tabiatı vardır ki, bu tabiat diğerlerinkinden köklü şekilde farklıdır.

İslam nizamı, sadece vahye dayalıdır.

Başka hiçbir şeye dayanmaz. Diğer nizamlar ise, beşerin icadına ve insanların tecrübelerine dayalıdır.

Bu nizamlar ne kadar güçlü olursa olsun, insanların problemlerine gerçek ve doğru çözüm göstermede aciz kalır.

Müslüman, şeriata bağlanınca Allah-u Teâlâ’ya imana dayanır. Eğer iman esasına dayanmazsa şeriata bağlılığı asla kabul edilmez.

İslam’a davet edince, bunu Allah’a iman etme esasına dayandırır. Yoksa onun daveti kabul edilmez.

İşte bu mesele, önce imana dayanmakla ve ondan sonra da şeriata sahih şekilde bağlanmakla ilgilidir.

Müslümanların değişebilmesi ve düzeni sahih ve sağlıklı şekilde değiştirebilmesi için ruhî esasa çok çok önem vermelidir.

Önce bu imanı yerleştirir, ondan sonra onu pekiştirmeye çalışır. Böyle hareket edince, Allah’ın şeriatına bağlanma konusu çok çok kolay olur.

İster insanların hal ve şartlarına uysun veya uymasın, heva ve heveslerine intibak etsin veya etmesin fark etmez.

Müslüman, şayet Şer’î hükme bağlanma konusunda ruhî esasa dayanmazsa, küfre girmezse de mutlaka günaha düşer.

İslâmî ruhî esasa, yani Allah’a iman ve bağlılık esası üzerine dayandırılınca, bu hükmün uygulanması uzak veya yakın diye bir engel tanınmaz.

Ancak o, ruhi esasa ne kadar dayandırılırsa o kadar yakın veya uzak olur.

Gelin Tedricilikten söz edenlere şunu soralım:

Bu davette ruhî temel nerede? Daha doğrusu bununla ilgili Allah’ın emri nerededir?

Rasulullah (sav), Davet çalışmalarında öyle şeylere o kadar muhtaç idi ki, ne Mekke’de ne de Medine‘de Tedricilik diye bir konuya asla sığınmadı..

Rasulullah (sav); davetine yardım edecek destek verecek kimselere o kadar muhtaç oldu ki çok zor duruma düşmüş olmasına rağmen hiç Tedriciliğe başvurmadı.

Amir b. Sa’sa oğullarından yardım isteyince, onlar da “kendisinden sonra iktidar sahibi olma” şartını koşunca, Rasulullah (sav) çok çok zor bir durumda ve çok yardıma muhtaç olurken bile onlara şöyle cevap verdi:

“İktidar işi Allah’a aittir, Onu kime verirse versin.” (ibni Hişam siyeri)

Rasulullah (sav), tedriciliğe dayansaydı, bunu hemen kabul ederim ve sonra durumlar değişir derdi.

Ya da Onlar mümin olduktan sonra değişirler derdi.

Ama hayır, Rasulullah (sav) hiç öyle şey kabul etmedi, yumuşaklık göstermedi, pazarlık yapmadı, en ufak bir taviz dahi vermedi.

“Gerçek hayat isteyen” kimse apaçık delille yaşasın, ”ölümü isteyen” apaçık delille ölsün ve helâk olsun.

Rasulullah (sav) Kureyş’in talebini red edince, amcası Ebu Talib’in; bu talebi kabul etmesini isteyip de artık kaldıramadığı yükü üzerinden atmasını isteyince, amcasına şöyle cevap vermedi mi?:

“Allah’a yemin ederim ki, güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar, bu emri (dine daveti) terk etmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar, ya da O’nun uğrunda helâk olurum.” (ibni Hişam)

Rasulullah (sav)‘ in bu tutumu, onun herhangi bir pazarlığı red ettiğini gösterir.

Böylelikle davetin ne olduğuna dair en güzel örneği göstermiş oldu.

Onlara asla yağ çekmedi, yumuşamadı, küfür fikirlerine karşı susmadı, fikrî ateşkesi kabul etmedi, taviz göstermedi, iktidar sahiplerine asla yüz vermedi.

Onun daveti apaçık, cesur ve cüretlidir. “Batılı yok edecek” sadık fikri saçan bir davet yürüttü.

Ancak bu şekilde batıl zail oldu.

Allah, Müslümanlara farz kıldığı şeyleri, bir yerde uygulayamadıkları halde, o yerden, uygulamaya imkân veren bir başka yere hicret etmelerini emretmedi mi?

Buna rağmen kim ki yerinde çakılı kalıp hicret etmezse, onun günahkâr olduğunu açıklamadı mı?

“Kendi kendilerine zulmederek meleklerin vefat ettirdikleri kimselere şöyle sorarlar: Hangi haldeydiniz?! Yeryüzünde zaafa uğratılmış kimseler idik, diye cevap verirler. Melekler, onlara; Allah’ın arzı geniş değil mi idi ki, istediğiniz yere hicret ederdiniz, diye söylerler. Böyle kimselerin karargâhı cehennemdir. O ne kötü yer ne kötü gelecektir.” (Nisa suresi 97)

Buna binaen ibni Kesir, “bir Müslüman’ın dininin ahkâmını kendi üzerine uygulayamazsa o yerde ikamet etmesinin haram olduğuna” dair icmanın var olduğunu nakletmiştir.

Rasulullah (sav) Lâ ilahe illallah, Muhammed Rasulüllah (Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed ise Allah’ın elçisidir) diyerek davetini başlatmadı mı?

Muhtevasını değiştirmeden bu söz, onun son sözü idi. “Birçok ilâha inananların” inancı karşısında O, sözünde herhangi bir tedricilik yaptı mı?

Bunun aşağısı bir söz söyledi mi? Hayır, Onun daveti, baştan sona kadar bu şekilde idi.

Ebu Bekir (ra), zekâtı vermeyenlerle savaşmadı mı? Onlara karşı asla kademe kademe yani tedricen hareket etmedi ve asla onların gönüllerini almaya çalışmadı.

Ve şu ünlü sözünü söylemedi mi?

“Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah’a verdikleri bir deve yularını bana vermekten vazgeçmek istiyorlarsa, onlarla savaşırdım.”

Hâlbuki Müslümanların durumu o zaman çok zordu. O dönemde mürtedlik yayılmış ve baş kaldırma olayları da oluyordu.

İslâm davetini yüklenen ilk Müslümanlar bu anlayışa göre hareket etmediler mi?

Fethederek Dar’ül Küfürden Dar’ül İslâm’a çevirdikleri memleketlerde İslâm’ı tedricilik yolu ile mi uyguladılar? Asla Hayır.

O memleketlerde İslâm’a yeni girenlerin durumlarına göre de hareket etmediler.

“Nefislerinin içkiden tamamen nefret etmesi, faiz muamelesinden bıkmaları veya zina etmekten caymaları için..” Onları asla diledikleri gibi hareket etmeleri için serbest bırakmadılar.

Daha doğrusu Onlar İslâm’a girince, tam şekilde giriyorlardı, yani faiz muamelelerinden, zinadan, içkiden ve Allah’ın haram kıldığı her şeyden tamamen vazgeçiyorlardı.

Zımmilerle ilgili olarak ta ister ferdî olsun, ister toplumsal olsun, ister farzı ayın olsun, ister farzı kifâye olsun bütün hükümleri onlar üzerine uyguluyorlardı.

İslâmî fıkıh kitapları veya ilk güvenilir müçtehit ve fakihler en az bir noktada dahi tedriciliğe değindiler mi?

Bilinen odur ki, fakihlerimiz tüm detaylarıyla birlikte şeriatın tamamını incelemişlerdir.

Şüphesiz ki şeriat, İslami bir Devlette tamamıyla sadakati ve dosdoğru bir yol üzere yürümeyi gerektirmektedir.

Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a hamd olsun ki, kendi kuluna (Muhammed’e) Kitabı indirdi. Onda herhangi bir eğrilik bulundurmadı ve o dosdoğrudur…” (Kehf suresi 1)

Allah-u Teala bize; kâfirlerin, Onlara karşı bizden yumuşaklık göstermemizi, yağ çekmemizi, taviz göstermemizi, yarım ve eksik çözümler kabul etmemizi istediklerini açıkça haber veriyor.

Hatta onların, bizi de kâfir yapmak istediklerini de belirtmektedir:

“Kâfirler, siz iman ettikten sonra haset ederek sizi küfre döndürmek istiyorlar.” (Bakara suresi 109)

Yine Allah’ın hükümlerinden de bizi vazgeçirmek istediklerini duyurmaktadır:

“Yalanlayanlara (İslâm’ı reddedenlere sakın ha) uyma, sizin kendilerine yağ çekmenizi diliyorlar ki onlar da aynı şekilde yağ çekerler.” (Kalem suresi 8-9)

Bundan dolayı Rabbimiz, zalimlere dayanmamamız, Onlardan asla bir şey istemememiz konusunda bizi uyardı ve sakındırdı:

(Sakın ha) Zalimlere dayanmayın, yoksa cehennem ateşi size de dokunur. Hâlbuki Allah dışında sizin için dost ve yardımcı yoktur. Ondan sonra muzaffer olamazsınız.” (Hud suresi 113)

Doğru imana, doğru bir şekilde davet, Müslümanların şeriata bağlılığını kâmil kılar. Velev ki bu kişi İslâm’a yeni girse de ve şeriata yeniden bağlansa dahi.

Biz bu davayı taşıyan kimseler olarak nefislere imanı yerleştirmeye çalışmalıyız ve imana o kadar ehemmiyet vermeliyiz ki, bu ehemmiyet kişide Şer’i hükme bağlılık ve takvayı doğursun.

Yani hoş ve güzel bir meyve versin.

Zira İSLÂM DEVLETİ, asla ve kat’a, boş insanların veya batı fikirleriyle doldurulmuş olan kimselerin omuzları üzerinde kurulmaz.

Yine asla davayla kaynaşmamış ve kavrulmamış kişilerin vasıtasıyla da tesis edilmez.

İSLÂM DEVLETİ, İslâm düşüncesini ve yönetim nizamını kabul edip bu konulara karşı genel uyanıklığa dayalı yani sahip bir kamuoyunun oluşmasıyla kurulur.

Asla, nefisleri İslâm’a yaklaştırmak bahanesiyle tedricilik düşüncesine başvurmaya hiçbir ihtiyaç yoktur.

Keza yine insanların zaaflarını bahane etmek veya şartlara uymak ve emri vakiyi kabul etmek, asla doğru değildir.

Zira Allah (cc); tüm insanları, vakıaları ve şartları kökünden İslâm’la değiştirmemiz için çalışmayı bize  emretmiştir.

Kur’an’a dönelim, ayetlerini tekrar tekrar okuyalım, meseleye tam vakıf olalım. Böyle hareket edersek o zaman şunu açıkça şunu görürüz:

Orada kesinlik vardır ve hiç bir zaman tedricilik yoktur.

Tedricilik, büyük yalan ve iftiralarla ilim adına (!) batıdan bize yerleştirilen yabancı fikirlerden bir tanesidir.

Rasulullah (sav) ve onunla birlikte olan tüm Müslümanlar, bir ayet nazil olunca onu hemen yürürlüğe koyup, uygulamaya başvuruyorlardı.

Nitekim yeni bir hüküm indirilir indirilmez onun uygulanması da zaten farz oluyordu. Zira şu ayet nazil olduktan sonra, Müslümanların İslâm’ın eksiksiz olarak uygulamaları gerekli ve farzdır:

“Bugün dininizi kâmil kılıp tamamladık. Nimetimi (İslâm’ı) sizin üzerinize tam kıldık ve sizin için yalnız İslâm’ı bir din olarak kabul ettik.” (Maide suresi 3)

Müslümanlar; ister akaitle ilgili, ister ibadetle, isterse ahlâkla ilgili, isterse de muamelâtla ilgili veya iktisatla ilgili veya sosyal ilişkilerle ve dış siyasetle ilgili olsun, barışla veya harple ilgili olsun İslâm’ın tümünün uygulanmasından mesuldür.

“Rasul size neyi getirmişse onu alın, neyi nehyetmişse onu bırakın ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah şiddetli azaba sahiptir.” (Haşr suresi 7)

Allah-u Teala’nın bu sözü; Rasulün getirdiklerinin tümüyle amel etmeyi, yasaklarının tümünden de vazgeçmeyi gerektirir.

Çünkü ayette geçen “ma” (Neyi) edatı, genel bir ifadedir.

Rasulün gösterdiği bütün vecibeleri yerine getirmeyi ve bütün yasaklardan vazgeçmeyi kapsamına alır.

Buna göre hareket etmek farzdır.

Çünkü ayetteki emir ve nehiy talebine uymayanlara karşı, ayetin sonunda ifade edilen Allah’tan korkmak ve bunları yapmayanları şiddetli azapla tehdit etmek karinesi “vucub” ifade eden bir husustur.

“Allah’ın indirdikleriyle hükmet. (Sakın ha) Onların heva ve heveslerine (arzularına) uyma. Allah’ın sana indirdiği şeyin bir kısmından seni saptırmalarından sakın.” (Maide suresi 49)

Allah-u Teala’nın bu sözü; hem Rasulünün ve hem de tüm Müslümanların “Allah’ın indirdiklerinin tümüyle” insanlara hükmetmelerini ve amel etmelerini gerektirir.

Ayrıca şanı yüce Allah; Rasulünü ve tüm Müslümanları, “insanların arzularına ve isteklerine uymalarından sakındırmakta, indirdiği hükümlerin bir kısmını dahi uygulamaktan kendilerini fitneye düşürülmelerine” karşı da uyarmaktadır.

“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler; işte onlar Kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide suresi 44)

“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler; işte onlar Zalimlerin ta kendileridir.” (Maide suresi 45)

“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler; işte onlar Fasıkların ta kendileridir.” (Maide suresi 47)

Bu ayetlere göre, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kimseler, ya Kâfir, ya Zalim, ya da Fasık olacaklardır.

Zira her üç ayette de yer alan “ma” edatı, ister bir emir olsun isterse bir nehiy olsun, Şer’i hükümlerin tümünü kapsamına alan ve genellik ifade eden edatlardandır.

Tüm bu anlatılanlar bize, ister bir Fert olsun ister Cemaat olsun isterse de Devlet olsun, İslâm’ın tüm hükümlerini asla ve kat’a geciktirmeden, bekletmeden ve tedricilik yapmadan eksiksiz olarak uygulamaları gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Bu hususta ne Ferdin, ne Cemaatın, ne de Devletin hiçbir mazeretleri yoktur, olamaz da.

Farz olan bir şey daima farz kalır ve onunla amel etmek kesinlikle gerekir. Haram olan bir şey de daima haram olarak kalır ve ondan uzaklaşmak kesinlikle gerekir.

Rasulullah (sav) Sakif heyetinin; Putları Lat’ı üç yıl bırakması, müsaade etmesi veya İslâm’a girdiklerinde namazdan onları muaf tutması yönündeki isteklerini kesin bir dille reddetmiştir.

Rasulullah (sav) bunların isteklerine tamamen karşı çıkmış, geciktirilmeden putların tümden yıkılmasında ve namaz farziyetinin mutlaka yerine getirilmesinde ısrar etmiş ve uygulamıştır.

Şeriatın tümünün veya bir kısmının uygulamaya elverişli olmadığına inanarak, tümünü veya bir kısmını uygulamayan bir yöneticiyi Allah-u Teala “Kâfir” saymaktadır.

Eğer şeriatın uygulanmaya elverişli olduğuna inandığı halde tümünü veya bir kısmını uygulamazsa Onun bir Fasık ve bir Zalim olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Rasulullah (sav), İslam Devletinde, küfrünü açıkça ortaya koyan bir yöneticinin bu küfrünü, Allah katında ispatlayacağımız bir delile sahip olduğumuz zaman, bu yöneticiye silahla karşı koymamızı bize emretmiştir.

Diğer bir ifade ile ister az olsun isterse çok olsun İslam Devletindeki bu yöneticinin uyguladığı hükümlerin küfür hükümleri olduğunda artık herhangi bir şüphe yoksa,

Ubade b. es-Samit (r.a.)’in Rasulullah (sav)’ den rivayet ettiği: “Allah katında delil olarak gösterebileceğimiz açık küfrünü görmedikçe bu yönetici ile savaşmayacağımıza..” hadisine göre artık bu yönetici ile savaşmak gerekir.

Buna binaen İslâm’ın hükümlerini uygulamada herhangi bir gevşeklik veya tedricilik yapmak kesinlikle caiz değildir.

Farzlar arasında bir fark bulunmadığı gibi haramlar arasında da hiçbir fark yoktur. Allah’ın bütün hükümleri birdir.

Geciktirmeden ve zamana bırakmadan onların tümünü uygulamak farzdır. Yoksa Allah’ın şu ayetinin muhatabı oluruz:

“Kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmına inanmıyor musunuz? Kim bunu yaparsa, dünyada zillete uğratılır ve kıyamet günü en şiddetli azaba uğratılır.” (Bakara suresi 85)

Buna göre ister bir fert olsun ya da bir yönetici olsun, Şer’i nasslarda geçen Şer’i bir ruhsat olmadıkça Şer’i hükmü uygulamaması için Onun herhangi bir mazereti yoktur ve olamaz.

İnsanın bir hükmü uygulamaktan gerçekten aciz olması, zannı galiple uygulayamayacağını hissetmesi veya uygulama gücünün olmaması gibi istisnai durumlar ruhsat durumlarıdır.

“İkrahı mülci” yani bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızası dışında bir işi zorla yaptırmak durumu ya da

Rasulullah (s.a.v.)’in İSLÂM DEVLETİ üzerindeki kuşatmayı kaldırmaları için Medine meyvelerinin üçte birini Gatafan kabilesine verme teklifi veya Halifenin bağilerle hakemlik yapma teklifini kabul etmesi

veya öleceğinden endişe eden, aç olan kimsenin ölü etini yemesi gibi durumlar ruhsat durumlarına örnektir.

Bu öneriyi incelediğimizde öneri sahiplerinin “şartların ve vakıanın baskısı altında kaldıkları ve baskıdan kurtulmak isterken” bu yola başvurduklarını görürüz.

Fakat bir gerekçe ve bir bahane bulmak için delillere bakarken bunları adeta birer av gibi kullandılar.

Zira onlar önce tedricilik düşüncesini benimsediler sonra da bu bulundukları yola, şeriattan bir delil bulmaya çalıştılar.

Böylece düşüncelerine bir gerekçe bulmak maksadıyla Şer’i delilleri kafalarına göre tevil etmeye başladılar.

İşte sapmanın tamda başlangıcı budur. Bu eğilimden kurtulmaları için onlara şu nasihatte bulunuyoruz:

Tedricilik düşüncesine dayananlar, öncelikle şu üzerlerine giydikleri zaaflık elbisesini kendi üzerlerinden atsınlar.

Bütün işleri yürüten, durumları değiştiren ve hak etmiş olana zafer veren Allah’a, sarsılmaz bir imanla inansınlar.

Rabbine tam bir güven içinde güvenen kimseler olarak O’nun şeriatına sımsıkı bağlansınlar.

Ancak bu imanla şartların baskısına ve çok zor ortamlara karşı güçlü bir şekilde direnebilirler.

Böylece o kişi, imanıyla yükselir, Onu kendi davetinin hareket noktası ve varacağı hedef üzerinde bir istasyon olarak tayin eder.

Bu duruma sahip oldukları zaman, biz de muhakkak ki artık onların şeriatın ahkâmına tam bağlandıklarını ve doğru yol üzerine yürüdüklerini göreceğiz.

Ve o zaman asla tedricilikten söz etmeye ihtiyaç duymayacaklardır.  Çünkü Tedriciliğe davet, İslâm dışı bir şeye davettir.

Bu ise kesinlikle haramdır.

Böylesi bir yol, Müslüman olmayan bir kimseyi veya şeriata bağlılık hususunda kusur gösteren herhangi bir kimseyi, artık kendisine gösterilen her bir şeyi kabullenme karşısında “tereddütlü” kılar.

Bunun sorumluluğunu, vebalini ise ancak tedriciliğe davet eden kimse üstlenir.

Ortaya koyduğu bu yanlış önerinin, her şeyi düzenleyici ve yaratıcı olan Allah’a iman üzerine kurulu “Ruhî esastan” uzak olmasından dolayı, o kimselere aslında İslâm arz edilmemiştir.

Tedriciliğe davet edenler, İslâm’ın bir defada kâmilen tatbik edilmesinin insanı asla güçlü kılmayacağı bahanesi ile İslâm’ın parça parça tatbikine cevaz vermek suretiyle maalesef “Teşri konusunda” Allah’ın şeriatına tahakküm ve müdahale gücünü insana vermektedirler.

Hâlbuki biz asla Allah’ın ve Rasulü’nün hükümlerinin önüne geçemeyiz ve bu caiz değildir.

İnsanları tedavi eden, onların yaratıcısı olan, yarattıklarını en iyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’tır.

Tedriciliğe davet eden bir Müslüman, nasıl olur da “yasama, yasa koyma işine” karışma cesaretini gösterir?

Oysa davetçinin asıl görevi, sadece şeriatın ilaçlarını göstermek ve uygulamaktır. Yoksa bu ilacın yapılmasına karışmak değildir.

Tedriciliğe davet, sahibine bozuk düşünme tarzı kazandırır. Artık bu esasa insanları davet etmeye başlar.

Şayet davet edilen kimseler de bu yoldan etkilenirlerse, bu onların düşünme tarzlarını çok daha fazla bozar.

Hâlbuki davet edilen bir kimseye sahih düşünme tarzı kazandırmak gerekir ki bununla bozuk ve yanlış fikirlerini tedavi edebilsin.

Zira sahih düşünme metodunu insana kazandırmak, insanı değiştirme yolunda ilk ve temel adımdır.

Zira yanlış fikirleri değiştirme konusunda, illaki doğru düşünme metodunun bir önceliği vardır.

Eğer bu ümmetin düşünme metodunu değiştirmezsek, asla onun köklü değişmesinden emin olamayız.

Bu değişimin genel olması gerekir. Yoksa bir de bakarsınız ki, bu bozuk düşünme tarzı, Sahih düşünme metodu yerine geçmiş.

Yazan Ahmet el Mahmut – İSLAM’A DAVET Kitabı

 

 

 

 

 

 

 

 


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın