Tasavvuf ve Tasavvufun İslam’a Verdiği Zararlar
Tasavvuf ve Tasavvufun İslam’a Verdiği Zararlar
Yıl 1978.. Kendisiyle yeni tanıştığım ve aslen Çorum’ lu bir Alevi olduğunu söyleyen kişi ile bir süre sohbet ettikten sonra bana dedi ki;
“- Arkadaş sana bir sorum olacak ama dürüstçe cevap vermeni istiyorum”
Ben de kendisine; “- Buyurun sorun inşallah dürüstçe cevap vereceğim..” dedim.
“- Alevi misin, Sünni mi?”
Kendisine dedim ki; “- Soruna, bir soru sorarak cevap vermek istiyorum.”
Dedi ki; “- Peki sor bakalım..”
“Hz. Muhammed (sas), Alevi mi idi, Sünni mi?”
Önce şaşırdı, sonra biraz düşündü ve dedi ki: “- Ne Alevi idi, ne de Sünni..”
Bunun üzerine tekrar sordum: “- Peki ne idi Hz. Muhammed (sas)?”
O cevap veremeyince ben kendisine dedim ki: “- Hz. Muhammed (sas) ne Alevi idi nede Sünni.. O bir Müslümandı, bir Mümin idi..” Kendisine bir soru daha sordum:
“- Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de Alevilik ve Sünnilik diye bir kavram yok. Peki, nereden ve ne zaman çıktı bu ayrımlar?”
Yine cevap yok.. Evet İslam’ın orijinal ıstılahlarında ve Asli kaynaklarında olmayan bu kavramlar, sonradan peyda olan “Çakma Kavramlar” dır.
Bu örneği vermemdeki asıl maksadım, “Tasavvuf” ve bunun türevi olan tüm kavramlara da bu çerçeveden yani Allah’ın Kitabı ve Resulünün (sas) Sünneti çerçevesinden bakmanızı, düşünmenizi ve araştırmanızı istememdir.
1960 ve 1970’ li yıllarda “En büyük Sosyalist Hz. Muhammed..” diyorlardı. Sonraki yıllarda bir de “En büyük Demokrat Hz. Muhammed’di..” demeye başladılar.
Hâlbuki Efendimiz, ölçümüz ve örneğimiz Hz. Muhammed (sas) haşa, bu Cahiliye kavramlarından uzaktır.
Aynı şekilde “Hz. Muhammed Ehli Tasavvuftu..” yada “En büyük Mutasavvıf Hz. Muhammed’di..” denebilir mi?
Kaldı ki en mükemmel fasih Arapça’ nın konuşulduğu, bu dilin en fasih ifadesinin de üstünde bir hitabetle gelen Kur’an-ı Kerim’in ilk indiği Mekke ve Medine şehirlerinin bulunduğu Arap yarımadasında, ne Resulullah (sas) zamanında ne de Hulefa-i Raşidin döneminde hiç Tasavvuf diye bir şeyin ortaya çıktığını görmüyoruz.
Peki, Tasavvuf nedir ve ilk olarak Tasavvuf nerede ve ne zaman ortaya çıktı?
Bu soruya cevap vermeden önce şu hususu özellikle belirtmek isterim.
Bizim için asıl olan ve önem arz eden şey;
Tasavvufun ne zaman ve nereden çıktığı değil, içerik olarak, nitelik olarak, bir inanç ve fikir yapısı olarak, bu kavramın ne olduğu ve bunun İslam Akidesi ve Şer’i Delillerimizle kıyasını yaptığımızda, Akidemiz ve Şer’i Delillerimize uyup uymadığıdır.
Şimdi gelelim bu işin bir de mana ve tarihçesine:
Köken itibariyle Tasavvuftaki, Sufi kavramının, “Saf” kökünden geldiğini iddia eden bir kısım insanlar, Resulullah (sas) zamanında Mescid-i Nebevi‘ nin yanında barınan fakir Müslümanlara verilmiş bir isim olan “Ehl-i Suffe” yi referans göstermişlerdir..
Sufilerin çoğunluğu ise, bu kelimenin “Safa” dan türediği ve “Sufi” nin dünyevi kirlerden temizlenen “seçkin kişi” anlamına geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir..
Arapça’ da “Yün” anlamına gelen “Suf” kelimesinden türediği iddiasında olanlar; “Suf”, yünden yapılmış bir kumaş demektir, böyle bir kumaştan yapılmış elbise giyen kişiye de “Tasavvufa” denilmektedir, bu kelimenin mastarı da “Tasavvuf” tur demektedirler..
Bir kısım araştırmacılar da; ”Tasavvuf” kavramından, H. 200 senesinden sonra bahsedilmeye başlanmıştır, İran’dan İslam Coğrafyasına gelmiştir. Çünkü Tasavvuf, İslam‘dan önce İran’da mevcuttu ve buraya da Hindistan’ dan geldi demiştir..
Bu iddianın sahipleri ilaveten diyorlar ki; “İran’ lı sufilerin kullandıkları nice ıstılahı kavramları incelerseniz; İran ve sair yerlerdeki Tasavvufun, her şeyiyle “Hint Budizmi” nden etkilendiğini görürsünüz..
Son olarak bir hususu daha belirtmeden geçemeyeceğim.
İslam Akidesi, siyasi bir akidedir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis kitaplarımız siyasi kitaplardır. Hz. Muhammed (sas) efendimiz de siyasi bir şahsiyettir.
Dolayısıyla İslamiyet tamamen siyasi bir din, bir ideoloji, bir devlet düzenidir ve adı güzel kendi güzel Hz. Muhammed Mustafa (sas) de örnek bir siyasetçi olarak ilk Devlet Başkanımızdır.
Her şeyiyle buram buram siyaset olan, siyaset kokan bu dinin mensuplarını, birileri maalesef Tasavvuf yolu ile “İslami Siyaset” ten uzaklaştırıp, Demokratik Laik siyasetin payandası yapıyor.
Peki, kim bu birileri? Onların başındaki şeyhler ya da efendi hazretleri.
Peki, nedir İslami Siyaset?
İslami Siyaset; Toplumsal hayata yani Devlet yönetimine Resulullah (sas) efendimizin yaptığı gibi İslam’ı hâkim ve hükümran kılma siyasetidir. Çünkü Devlet İslam’ sız, İslam da Devletsiz OLMAZ..
Bu nedenle İslam’ı tatbik etmeyen Demokratik ve Laik düzenin siyasetçileri için Tasavvuf ve Tarikatlar, büyük oy depolarıdır.. Ne kadar oy, o kadar köfte.. Ne kadar oy, o kadar ticari ve siyasi imtiyazlar..
İşte bundan dolayı da, Demokratik ve Laik siyasetçiler Tasavvuf ve Tarikatlardan razıdırlar, Tasavvuf ve Tarikatlar da Demokratik ve Laik siyasetçilerden razıdırlar..
Ama Allah ve Resulullah bunlardan asla razı değildir. Rabbim cümlesine feraset ve basiret versin.
Yukarıda demiştik ki; “Tasavvufun, İslam Akidesi ve Şer’i Delillerle kıyasını yaptığımızda, Akidemiz ve Şer’i Delillerimize uyup uymadığı” bizim için asıl olmalıdır.
İşte aşağıda alıntısını yaptığımız makalesinde araştırmacı yazar Ahmed Kalkan hocamız, Tasavvuf kaynak kitaplarından ve en meşhur Tasavvuf şeyhlerinin sözlerinden deliller gösterip, bunların Kur’an-ı Kerim’ den ayetlerle mukayesesini gözler önüne sermektedir.
Burada hedeflediğimiz şey, körü körüne bir Tasavvuf düşmanlığı yapmak değil, Tasavvuf düşüncesine inanan ve bunu benimseyen insanlara, öncelikle Kur’an açısından doğru bir bakış açısı kazandırmaya çalışmaktır.
Ümit ederiz ki inşallah bu hedefimiz gerçekleşir. Müslümanlar, inşallah bu güzel araştırma yazısı vesilesiyle “Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt ederler.”
İnşallah tasavvuf hakkındaki bu makale, insanlarımızda fikri bir kalkınma hamlesini başlatacak, gafillerin aklını başına getirecek, yeni bir uyanışı başlatacak, hainleri de yerin dibine batıracaktır.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir Furkan (hakkı batıldan ayırma gücü) verir.” (Enfal suresi, 29. ayet)
Bu araştırma yazısını kaleme alan Ahmed Kalkan hocamızdan Rabbim razı olsun. Saygılarımla
Kardeşiniz Bekir Yetginbal
—-
Tasavvufun İslam’a Verdiği Zararlar
Yazan Ahmet Kalkan
Tasavvuf, halkın din anlayışını asli çizgiden bozup saptıracak birçok tahrifatta bulunmuştur. Bunların belli başlılarını şöyle sayabiliriz:
Allah inancı
Vahdet-i vücut, vahdet-i şühud, fenâ fi’ş-şeyh, fena fillah anlayışıyla tevhide tümüyle ters Allah inancını savunmak, tasavvuf büyüklerini ve Peygamberimizi Allah’ın nice özelliklerine sahip kabul ederek tanrılaştırmak…
Allah tecelli ediyor diyerek Allah’ın gözüktüğünü iddia etmek…
Aşk kavramını, Allah için kullanarak kirletilmiş ve beşeri ilişkileri çağrıştıran “İlahi aşk” söylemiyle Allah’ın şanına yakışmayacak şekilde Tevhid’den sapmak, bir kadın şeklinde veya başka şekilde Allah’ın kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek…
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi demektir.
Tasavvufta Hulûl ise; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı.
Bu inançta olan mutasavvıflara Hulûl Ehli adı verilir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. 3. Baskı, s. 247)
Hulûl; (hâşâ) Allah Teâlâ’nın, yaratıkla birleşip bütünleşebileceğine, yani Allah’ın varlığının beşerî varlığa girdiğine ilişkin inançtır.
Hulûl inancını benimseyip yaygınlaştıran Hallac-ı Mansur, ayrıca dinlerin birliğini de kabul etmektedir.
Peygamber İnancı
Nübüvvet, peygamberlik demektir.
Tasavvufta Nübüvvet ise; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed’in (sas) getirdiği şeriat çerçevesinde evliyanın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfana ve bilgilere umumi ve mutlak nübüvvet adını vermektedir. (S. Uludağ, s. 415)
Hadis rivayetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den kendilerinin rivayet ettiğini iddia etmek…
Kendi tezleri için gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek…
Nur-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek, Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak, aynı zamanda tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek…
Tasavvufun Peygamber Anlayışı:
Nur-ı Muhammedi ve Hakikat-ı Muhammedi Kavramları:
Tasavvufçular, beşer üstü bir peygamber anlayışının ürünü olarak, “Hakikat-i Muhammediye” de denilen “Muhammedi Nur” inancını benimser. Bu kavramı, genellikle tasavvufçular kullanır.
Hakikat-ı Muhammedî veya Nur-ı Muhammedi demek, Allah’ın ilk defa ve ilk varlık olarak Hz. Muhammed’i kendi nurundan yaratması demektir derler.
Halk kitlelerinin ve tasavvuf kültürünün, Vahdet-i Vücut düşüncesinin de etkisiyle bu görüşü benimsediğini görmekteyiz.
Bu anlayışa göre; ilk yaratılan varlık Hz. Muhammed’dir; Hz. Adem değildir. Hatta dünya bile onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
Hatta her şey ondan yaratılmıştır. (Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XV, 179).
Diğer varlıklar ise, derece derece Peygamber’in varlığının bir parçasından oluşmuştur. Bu düşünceleri değişik ifadelerle Zünnun el-Mısri, Abdullah b. Sehl et-Tüsteri, Hallâc ve Muhiddin Arabî‘de görebiliriz.
Aynı düşüncelere Abdülkerim el-Cili ve Celaleddin-i Rumi’de de rastlamaktayız. Bu şahısların ortak yönü hepsinin tasavvufçu olmasıdır.
Bu konuyla alakalı Kur’an-ı Kerim’de ve sahih hadislerde hiçbir açıklama yoktur.
Yaratılan ilk varlığın ne olduğu ancak naslarla bilinebilir. Bu husus Gaybî bir konudur. Biz Müslümanlar olarak alemlerin ve bütün nimetlerin hepsinin insanlar için yaratıldığına inanıyoruz.
Hz. Muhammed’in de (sas) insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve bir beşer olduğunu biliyoruz.
Hakikat-ı Muhammediye teorisi hurafe ve saçmalıktan başka bir şey değildir.
Yunan felsefesinden Hıristiyanlığa, oradan Şia’ya, oradan da Sünnî tasavvufa ve bazı Müslümanların kültürüne geçmiştir.
Felsefecilere göre ise; Muhammedi Nur, başlangıçtan kıyamete kadar olacak şeylerin projesini yazan ilk unsur ya da ilk akıldır (akl-ı evvel).
Oysa, Allah’ın Peygamber’i tanıtması, sevdirmesi, övmesi, ölçü olarak mü’minler için yeterlidir.
Peygamberimize bağlılığı, sevgiyi ve onu örnek almamızı tavsiye eden çok sayıda ayet ve sahih hadis varken, uydurma ve hurafelere müracaat etmenin arkasında başka gerekçeler aramak gerektiriyor.
Din İnancı
Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyan):
Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da “bir ve aynı” dır. Bu anlayışa “bî-reng”, yani renksiz(lik) denir.
Bu da, bütün insanların “elest bezmi” nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibaret olan tek ve bir dindir.
Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir.
Bütün dinler ve mezheplerde esas olan söz konusu dinin renkleridir.
Hallâc’a göre, insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil; kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar.
İbn Arabî’ye göre ise, Allah, kendisinden başkasına ibadet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen O’ndan başkasına ibadet etmek mümkün değildir, başka şeylere ibadet edenler, aslında farkında olmadan Ona ibadet ederler.
O yüzden, Arabi’ye göre, put da birdir, Allah da… (S. Uludağ, s. 102-103).
Kitap ve Kur’an İnancı
Dört kitabı, tümüyle olumluyarak muharref (tahrif edilmiş) kitaplarla Kur’an arasında her yönüyle birlik olduğunu kabul etmek…
Kur’an meali okunacağına Mektubat gibi mutasavvıfların kitaplarının okunmasını tavsiye etmek; Kur’an’ın mealini ve tefsirini okumayı müridlere ve çevrelerine yasaklamak, kendi meal ve tefsirleri varsa, ancak ona müsaade etmek…
Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve adedi kutsayıp, geleneksel mirası, Kur’an’a ve İlahi ölçülere ters olduğu halde ölçü kabul etmek…
Mesela, Kur’an’a ters nice görüşleri ve “şatahat” cinsinden sözleri olduğu halde eski tarikat büyüklerinin yolunu takip etmeyi gerekli görmek…
Kur’an ayetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı batıni anlamları olduğunu iddia etmek, nice ayetleri anlam yönüyle hiç alakası olmadığı halde tasavvufun uydurma kavramlarına delil gibi sunmak…
Halifelik ve Bey’at İnancı
İslam’da Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve Müslümanları, tüm insani özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir.
İslami devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri, bey’atle başa geçen Halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şura prensipleridir.
Tasavvufta ise, Hilafeti tekrar bulunulan coğrafyaya hâkim kılma gayreti yerine,
Şeyhlerine Halife(!) diye bakıp, bu kavramı tahrif ederek günümüzde bu Halifeliğin ciddiyet, ağırlık ve gereğini unutturarak, onların görevlendirdikleri veya yerlerine aday olanlara Halife diyen bir anlayışı öne çıkarır tasavvuf…
Kur’an’ın sadece Resulullah’la (sas) ilgili olarak gündeme getirdiği ve otorite sahibi olmayı gerekli kılan “karşılıklı alış-veriş” anlamına gelen “bey’at” kavramını tasavvufçular,
İslam Devlet Başkanı dışındaki başka ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemekte…
Bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememekte; Halife kabul ettikleri kendi şeyhlerine bağlılık sözü almak için bey’at kavramını kullanmaktadırlar…
İbadetlerin ve Mükellefiyetlerin Düşeceği Anlayışı
Hululiye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak helaldir, Allah’ın bazı sıfatları bize hulul eder. Bu hal içinde iken öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak caizdir” diyen mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 247)
Evliyaiye: Allah’ın velisi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve ibadetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 181)
Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken, cennetten gelen hurilerle seviştiklerini ve cinsi temas kurduklarını iddia eden mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 249)
Habibiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 211)
Kur’an’a Aykırı bir Veli-Evliya Anlayışı
Evliya: Veliler, dostlar demektir. Tasavvufta evliya ise; ermişler, erenler demektir.
Tasavvuftaki özel anlamı ise, sadece Allah’ın kendilerine keramet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyadır. Evliyanın çeşitli varlıklar üzerinde etkili olan bir manevî gücü vardır. Duaları Allah katında makbul olur (S. Uludağ, s. 180-181).
Veli kavramı, tarihsel süreç içinde, özellikle tasavvufun etkisiyle Kur’an’daki anlamının dışına kaydırılmış, muttaki mü’minlerin vasfı olmaktan çıkarılıp, olağanüstü özellikleri bulunan insanüstü şahsiyetlerin sıfatı olarak kullanılmıştır.
Veli sıfatını bütün mü’minler, Kur’an’daki şekliyle anlayıp hayatlarına geçirmeli, kafirleri velî/yönetici kabul etmemeli, kendileri de birbirlerinin velisi/dostu olmak için görevlerini yerine getirmeli, velinin kerametle ve özel statülerle ilgisi olmadığını kabullenmelidir.
Allah dostu (veli-evliya) olmak için, keramet sahibi olmayı şart görecek bir anlayışla onları tanrılaştırır gibi yüceltmek; şeyhlerinin gaybı bildiğini ve insanüstü özellikler sahibi olduğunu kabul ve iddia etmek, tasavvufun veli-evliya inancıdır.
“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyanın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (7/A’râf, 3)
“İyi bilin ki, Allah’ın evliyasına (O’nun veli kullarına, dostlarına) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
Onlar, iman edip de takva sahibi olanlardır (sorumluluk bilincine sahip, şirkten ve büyük günahlardan sakınanlardır).” (10/Yûnus, 62-63)
“Dünyada ve ahirette benim Veli’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni Müslüman olarak öldür ve salihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)
“İnsanlar arasında Allah’a çeşitli eşler koşup bu koştukları eşleri Allah’ı sever gibi sevenler vardır. Oysa müminler en çok Allah’ı severler.
Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’ta olduğunu ve Allah’ın azabının ağır olduğunu anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi..
İşte uyulanlar (liderler), kendilerine uyanlardan uzaklaşıverdiler, azabı gördüler ve aralarındaki bütün bağlar kesildi.
Uyanlar o zaman ‘Keşke bir daha dünyaya geri dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan öyle uzak dursaydık’ derler.
Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösterir. Onlar Cehennemden çıkamayacaklardır.” (2/Bakara,165-167)
“Ve derler ki: ‘Rabbimiz, biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.
Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.” (33/Ahzâb, 67-68)
Şeyhleri Masum Kabul Etmek
Bazı hocaları, alim veya şeyhleri masum kabul etmek; onlara isnat edilen hiçbir suç ve hatanın doğru olma ihtimalini zerrece kabul etmemek inancındadırlar…
Batıni Hallere Vakıf Olmak
İşraf: Bilmek, haberdar olmak, vakıf olmak demektir, Tasavvufta İşraf ise; batıni hallere vakıf olmak, insanların ruhi hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek demektir.
[Sezmek, hissetmek anlamına gelen Firaset ise, tasavvufta; Yakin, keşfetme ve gaybı görme, gaybı bilme anlamında kullanılır (S. Uludağ, s. 194)].
Bunun Firasetten farkı, firasetin geçici, işraf’ın ise kalıcı olmasıdır (S. Uludağ, s. 283).
Cihad Anlayışı
Allah’ın ihsan ettiği her türlü imkânı, Allah yolunda seve seve kullanıp feda edebilme, O’nun yolunda cehd ve gayret edebilme bilinci demek olan “cihad” farizasını ve buna bağlı Allah yolunda savaşı, maalesef “küçük ve önemsiz” görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak…
Cincilik, büyücülük
Cin ve şeytan, cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili bir iş olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kastıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar etmek…
Vesile Anlayışı
Haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri, bir şirk derecesinde başkalarından dua edip istemek…
Gayrı meşru vesileler edinmek, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği bazı diri ve ölülerin yüzü suyu hürmetine diyerek,
Kur’an ve Sünnette olmayan şeyleri bir ibadet olan duaya monte edip, bid’atler işleyerek Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaştıracak yöntemler bulmak…
Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen, adının rivayetlerde Hızır olduğu belirtilen kişiyi ölümsüz, helak veya ihya etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek…
Bid’at Olan, aslı Olmayan İbadetler
Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Resulullah’ın (sas) sünnetinde bulunmadığı halde ibadet diye yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar,
Meselâ sema ayini, rabıta, hatme (hacegan hatmi gibi bir hatim), uydurma sözlerle ve sünnette olmayan uygulama şekilleriyle zikretmek, kabirlerden tevessül etmek, yüzü suyunun hürmetine inanmak…
Cihad için hazırlıklı olma anlamına gelen “murabata” kavramını tahrif ederek, ibadet inancıyla uydurdukları bir çeşit yoga olan “rabıta” anlamında ayeti tahrif ederek, sünnette olmayan apaçık bir bid’ati, dinin emri gibi tavizsiz uygulayıp bundan sevap ummak…
Zikir Anlayışı; Zikir Kavramını Tahrif
Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifadeleri zikir ibadeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek…
Tevhide Bakış
Tevhid ve şirk gibi temel Kur’ani kavramları, nafile ibadetler kadar bile önemsememek, din ve takva adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, apaçık şirk olan Allah’ın yarattığı bazı şahısları veya varlıkları Allah’a benzetmekten çekinmemek…
İstişare ve İstihare
İstişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek, çoğunlukla şeytanın müdahale edebileceği bir rüyayı istihare için gerekli görüp istihareyi rüya falı şekline çevirmek…
Şekilcilik:
Kılık-kıyafete, çarşafa, sakala, sarığa, cübbeye, cübbeliye haddinden fazla değer verip, gerçek takva’ nın kalpte olduğunu bilmezlikten gelmek…
Nefis Kavramını Dejenere Etmek
Kur’an’daki “heva” kavramını “nefs” kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere / basamaklara ayırmak, nefisle mücadeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak; bu konudaki nice uydurma rivayetleri hadis diye takdim etmek;
İlim kaynağı olmadığı halde, rüya, ilham ve işrakı, keşfi, müşahede, muhadese ve zuhuratı ilim kaynağı kabul etmek;
Pasifliği, zilleti, zalimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek;
Sevgide ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini, nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek; bazı insanları Allah’ı sever gibi sevmek…
Şefaat Anlayışı
Kur’an’ın reddettiği, haram ve şirk dolu bir şefaat anlayışı olan, “Allah’a rağmen, din gününün tek sahibi olan Allah’ın hükmünü/kararını iptal edip, ahirette insanı azaptan kurtarabilecek başka tanrılar edinmeye” benzer anlayışlar…
Dinin Kurallarını Önemsememek
Şathiye, Sekr hali, İstiğrak, Cezbe vb. şekillerle dinin hükümlerini çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve şeriatı sadece bir kabuk kabul edecek ifadelerle,
esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak…
Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tövbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yerine getirmenin gereğine inanıp, günah çıkartmaya benzeyecek uygulamalar ihdas etmek…
Dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takva saymak…
Hakka Batılı Karıştırmak
Yukarıda anlatılanlarda görüldüğü gibi, hemen her konuda, hakla batıl karıştırılarak tertemiz İslam yolu, tasavvufi uydurmalar ve hurafelerle, tahrif ve dejenerasyona sürüklenmek istenmektedir.
“Hakk’a bâtılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.” (2/Bakara, 42).
Hepimize bu konuda çok iş düşmekte, önce kendimizi ve çevremizi bu batıl zihniyete karşı korumamız, Kur’an ve Sünnet çizgisini tekrar hayatımıza ve giderek tüm dünyaya hâkim kılmak için tüm imkanlarımızı seferber etmemiz gerekmektedir.
Ünlü Tasavvufçular
Tasavvuf büyüklerinin yukarıda belirttiğim yanlış/batıl din anlayışı konusunda en küçük bir itirazları, eleştirileri, katılmadıklarını belirttikleri herhangi bir husus yok.
Tasavvuf bir bütündür, ya tümüyle kabul edilir veya tümüyle reddedilir. Tarihsel süreç içinde bu böyle kabul edilmiştir, bize böyle gelmiştir.
Bir de, tasavvufçu olmadıkları halde sempatizan olan gruplar vardır.
Onlardan bazıları, mümkündür ki, tasavvufun bazı unsurlarını kabul etmeyebilir, te’vil edebilir; ama sempatizan oldukları için bunları çok da önemsemezler.
Mesela, ünlü tasavvufçulardan, tasavvufun şirk özelliklerine, haram ve hurafelerine ciddi anlamda karşı çıkan birini ben şahsen bilmiyorum.
Tasavvufun şirklerine batmamış ve ünlü olmuş tasavvufçu tanımıyorum.
Tam aksine onları, tasavvufu halka yayan, “Şathiye” denilen nice küfür lafzını, Allah’a karşı küstahça ve ukelaca sözleri söylemekten çekinmeyen halktan daha problemli ve daha veballi insanlar olarak görüyorum.
Şathiye
Şath: Üzerinde bönlük, saçmalama ve dava kokusu olan sözdür.
Böyle bir şeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir, suçtur (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 76). Kelimenin kök anlamında ise, sözde ölçüyü kaçırmak anlamı vardır.
Şatah da; çelişkili ifade, latife, mizah demektir; çoğulu “Şatahat’ tır. “Şatah”, ayrıca çürük sözler olarak da tanımlanır.
Bir “Şatha” ait sözlere şathiye denir.
Türk tasavvuf edebiyatında, ciddi bir düşünce veya duyguyu, çoğunlukla da İslam inançlarını ve şeriatın hükümlerini iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan tüm şiirlere de “Şathiye” denir.
Bu tür şiirlere daha çok “tekke şairleri” rağbet göstermişlerdir.
Hatta bu nedenle şathiye yerine; Şathiye-i Sufiyane terimi kullanılır. Allah ile senli-benli, şakalı bir eda ile konuşur gibi yazılan şathiyelerde, daha çok inançlar, söz konusu edilir ve alaylı bir dil kullanılır.
Bazıları, saçma sapan sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür.
Şeriate tamamen aykırı veya manasız gibi söylenen düşüncelerin, aslında Vahdet-i Vücut felsefesindeki görüşleri bildirdiği kesindir.
Tasavvuf ıstılahları arasında “Şathiye” nin önemli bir yer tutmaya başlaması, Vahdet-i Vücut ekolünün yaygınlık kazanmasıyla paralellik gösterir.
Tasavvufla ilgili eserlerde Şathiye’lerle ilgili çok bol malzemeler görülür.
Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım/Allah’ım) sözü ile;
Bayezid Bestami’nin “Sübhani ma a’zame şani” (Kendimi tesbih ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şanım ne yüce oldu) sözü,
çok yaygın olarak bilinen ve tüm tasavvufçularca tevil edilerek de olsa kabul edilen iki Şathiye örneği olarak verilebilir.
Yine, Bayezid Bistâmî‘ye ait: “Bir denize daldım ki, peygamberler o denizin sahilinde durdu” sözü de böyledir.
Şu söz de ona aittir: “Benim bir benzerim ne gökte bulunur; ne de benim sıfatımın bir benzeri yeryüzünde bilinir!”
Tasavvufçulara göre Şathiyye;
“Dıştan (zahiren) ve ortalama (şeriatla ilgili) bilgilerle bakıldığı zaman şeriata aykırı imiş gibi gözüken,
fakat tasavvufi/batıni anlamda bir hakikati ifade eden söz ve deyişlerdir.” (Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y. c. 8, s. 108).
Şathiye adı verilen bütün bu Elfaz-ı küfrü, tasavvufçular hiç eleştirmez, hatta savunur ve sahip çıkarlar.
Üstüne üstlük bir de Te’vil etmeye çalışırlar:
Bunlar Vecd halinde, bir nevi sarhoşluk anında söylenen sözlerdir. Bu sözleri söyleyenler Allah’a o kadar yakın olmuşlar ki, bu samimiyetle Allah’la senli-benli konuşmaya başlamışlar,
Bunlarınki naz makamıdır, onlar için bu sözler câizdir; ama o makamlara erişmeyenlerin bu tür sözleri câiz olmaz… derler
“Ben Hakk’ım, -haşa- Allah’ım” diyenleri savunan ve bu sözlere teville karışık sahip çıkan böylesi bir zihniyetten beklenen tavır, farklı bir tavır olamazdı, denilebilir.
Bunlar, asla iddia edildiği gibi, cezbe ve sarhoşluk zamanında söylenmiş sözler değildir. (İçki içmeden insan nasıl sarhoş olur? Hz. Peygamber veya ashabından hiç böyle bir şey nakledilmiş midir?)
Tüm bunlar, kitaplara geçmiş, tekrarlanmış, tasavvufçular tarafından dillendirilip kabul edilmiş, savunulmuş, hatta kutsal bir söz gibi kabul edilmiştir.
Mesela Nakşibendi’ lerde ve diğer çoğu tarikatlarda “Kelime-i Tevhid zikri” olarak, şeyhler tarafından müridlere “Vird” olarak verilen ifadelerden biri:
“La mevcude illallah” (Allah’tan başka mevcut / varlık yoktur) sözüdür.
Bunu, kendilerine göre belirli aşamaya gelmiş her tasavvufçu, günde bilmem kaç bin defa söyler,
Tabii ki bunlar Allah’ın öğrettiği ve Resülü’nün uygulayıp tavsiye ettiği zikir/ibadet cinsinden değildir, büyük ve feci bir bid’attir.
“Saf zihinlerin olumsuz etkilenmesi, şeytanın onlara bu sözlerle vesvese vermesi” gibi riskler içermesinden ötürü, Allah’tan af dileyerek, bunlardan bir kısmını, konuya bir örnek olması için aşağıda iktibas etme zarureti duyuyorum.
Zaten araştıran her insan, bunları bu tasavvufçu şairlerin eserlerinde ve onlardan alıntı yapan birçok tasavvuf kitabında kolaylıkla bulabilir. İşte örnekler:
“Salik, kafir olmadıkça Müslüman olamaz,
kardeşinin başını kesmedikçe Müslüman olamaz.
Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe) Müslüman olamaz.” (Mektubat, İmam Rabbani, 445. Mektup)
“Var kardaşın öldür, dahi avradın boşa,
Anana kabin kıydır, Hakk’ı ıyan göresin.”
Sadeleştirip bugünkü dille söylersek:
“Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikah kıydır,
(Böylece) Allah’ı açıkça görmüş olursun.” (Yunus Emre)
“Ey akıllı kişi iyi düşün…
Put, varlık bakımından batıl değildir ki,
Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı…
İyinin yaptığı her şey iyidir.” (Şebusteri)
“Sekiz cennet yaptın sen Adem için
Adın büyük, bağışla onun suçun
Adem’i cennetten çıkardın, niçin?
Buğday nene lazım, harmancı mısın?
Hafaya çekilip seyrana durdun
Aklı yetmezlerin aklını urdun
Kıldan ince köprü yaptın da kurdun
Akarsuyun mu var, bostancı mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden
Rahman ismi nazil değil mi senden?
Gaffaruzzüznubum demedin mi sen?
Affet günahımı, yalancı mısın?
Şanına düşer mi noksan görürsün
Her gönülde oturursun, yürürsün
Bunca canı alıp yine verirsin
Götürüp getiren kervancı mısın?
Bilirsin ben kulum, sen sultanımsın
Kalpte zikrim, dilde tercümanımsın
Sen benim canımda can mihmanımsın
Gönlümün yarisin, yabancı mısın?” (Azmi Baba)
“Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı.” (Kaygusuz Abdal)
“Kıl gibi köprü gerersin geç deyu
Gel seni sen tuzağından seç deyu
Ya düşer ya dayanur yahut uçar
Kıl gibi köprüden adem mi geçer?
Kulların köprü yaparlar hay içun
Hayrı budur kim geçerler seyr içun…” (Yunus Emre)
“Hak Teala Ademoğlu özüdür
Otuz iki Hak kelamı sözüdür.
Cümle alem bil ki Allah özüdür
Adem ol candır ki güneş yüzüdür.” (Seyyid Nesîmî)
“Kullanırsın kanatsızca rüzgarı
Kürekle mi yaptın sen bu dağları
Ne yapıp da öldürürsün sağları
Can verub can alırsın sen cancı mısın?
Sekiz cennet yaptın sen Adem içün
Adın büyük bağışla anın suçun
Adem’i çıkardın cennetten niçün
Buğday nene lazım harmancı mısın?” (Azmî)
“Ademi balçıktan yoğurdun yaptın
Yapıp da neylersin, bundan sana ne?
Halk ettin insanı saldın cihana
Salıp da neylersin bundan sana ne?
Bakkal mısın, teraziyi neylersin?
İşin gücün yoktur gönül eylersin
Kulun günahını tartıp neylersin?
Geçiver suçundan bundan sana ne?
Katran kazanını döküver gitsin
Mü’min olan kullar didara yetsin
Emreyle yılana tamuyu yutsun
Söndür şu ateşi bundan sana ne?
Sefil düştüm bu alemde naçarım
Kıldan köprü yaratmışsın geçerim
Şol köprüden geçemezsem uçarım
Geçir kullarını bundan sana ne?
Behlül Dana’m eder cennet yarattın
Nice kulları cehenneme attın
Nicesin ateş-i aşk ile yaktın
Yakıp da neylersin bundan sana ne?”
“Aşk katında küfür ile İslâm birdir
Her kanda mesken eylese aşık emirdir.” (Seyyid Nesîmî)
“Benem Hakk’ın kudret eli
Benem beli aşk bülbülü
Söyleyip her türlü dili
Halka haber veren benem.” (Yunus Emre)
Söylediği şathiyeler/küfür lafızları, onun devrinde muvahhit Müslümanları kızdırmış ve ona karşı tavır alınmasına sebep olmuş olacak ki, Yunus Emre şöyle der:
“Yunus bu cezbe sözlerin
Cahillere söylemegil
Bilmez misin cahillerin
Nice geçer zamanesi.”
Böyle dediği halde, yine de duramaz ve nice şathiyeler döktürür. Bunlardan kimileri, sadece tasavvuf çevresinde değil; maalesef nice Müslüman halk arasında da şöhret bulmuştur.
Şu dörtlük onlardan biridir:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anı
Bana seni gerek seni.”
Şeriatı Basite İndirgeme
Tasavvufta şeriat, bir dış yapı olarak ele alınmış ve işin içyüzüne hakikat denilmiştir.
Şeriatten hakikate giden yola ise tarikat denir tasavvuf ehlince.
Şeriat, “kabuk” kabul edilmiş, tarikat ve hakikat ise “öz” olarak değerlendirilmiştir.
Şeriatın emirlerine uyup tarikata girmeyen kişiler, işin kabuğunda kalmakla itham olunmuşlardır.
Mutasavvıflar, şeriate direkt cephe almaktan çekinmişler, birtakım benzetmelerle onu hafife almayı tercih etmişler ve demişlerdir ki;
“Dinin şeriat kısmı, cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğuna, tarikat kısmı, sert olan iç kabuğuna, hakikat kısmı yenilecek olan içine, marifet kısmı ise cevizin aslına ve mahiyetine benzer.
Bal, bal denilmekle ağız tatlanmayacağı gibi, bir cevizin yeşil kabuğu ısırılmakla da, ondan ağıza bir tat gelmez. Asıl tat, cevizin içinin yenilmesindedir. Bununla beraber, cevizin ta kendisi olabilmek daha iyidir…”
İşte mutasavvıflar, İlme’l-Yakîn (bilmek), Ayne’l-Yakin (bulmak) ve Hakka’l-Yakin (olmak) gibi üç kelimelik bir özetle ifade ettikleri mananın da bu olduğunu söylerler.
Yalnız cevizin adını işitmek, sonra onu arayıp bulmak, hatta yemek kafi değil; cevizin ta kendisi olmak da lazımdır.
Bu dört mertebenin;
Birincisi şeriat’tir, avama (halka, aşağı tabaka, cahil kesim, ayak takımı) mahsustur.
İkincisi tarikattir, havassa (üst tabaka, seçkinler, aydınlar, tarikat mensupları) mahsustur.
Üçüncüsü hakikattir, havassü’l-havassa (seçkinlerin seçkini, tarikatın üst seviyesindekiler) mahsustur.”
Dördüncüsü marifettir, Hak yolunda kemale erendir. (dini bir mükellefiyeti düşenler)
Kastamonu’lu Şaban-ı Veli, bu dört yolu şu suretle de ifade etmiştir:
Şeriat beden için; tarikat halk için, hakikat ruh için, marifet Hak içindir.” (Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, s. 230)
Şeriatın benzetildiği cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğu yenilmez acılıktadır. Sadece cevizi korur.
İçindeki gıda veren tatlı cevize ulaşmak için yeşil kabuğu ezmek ve kırmak gerekir. Üst kabuğu kırmadan içe ulaşılmaz.
O yüzden cevize (hakikate) ulaşmak için şeriatın kırılması, o kabuktan kurtulunması gerekmektedir.
Verdikleri bu örnekten yola çıkarak şeriatın ne kadar basit, kabuk ve aşılması gereken bir husus olduğu vurgulanır.
İşin özü kabul edilen “hakikat” in ne olduğu bize göre çok belirgin değildir; kendileri tevil ve yorumlarla bu özün ancak tasavvufa gönül verenlere açılacağı gizli ve büyük hazine olduğunu belirtirler.
Onlara göre, kabukta kalanlar zaten bunları anla(ya)maz.
Bu ve benzeri örnek ve ifadelerden şeriatın içinde hakikat olmadığı, hakikatin daha derinde ve daha başka şey olduğu anlatılmış olur.
Şeriat ilmi ve yaşayışının, hakikat ilmine ve yaşayışına aykırı olduğu belirtilmiş olur.
Bu hakikatin ise, İslam mı, küfür mü demek olduğu kimsenin aklına gelmez ve sorgulanmaz.
Çünkü kullandıkları kelimeler, kavramlar hep İslami kavramlardır.
Hakikate karşı çıkmak gibi bir suçlamayı göze alan pek çıkmaz. Zaten tüm toplum tarafından kabul görülen bu tasavvuf anlayışına karşı çıkmak cesaret isteyecektir.
Ama şeriatın hakarete uğraması pek önemli kabul edilmez, ona bu sataşmalar Müslümanlar tarafından bile olmadık tevil ve hatalı hüsn-i zanlarla müsamaha bulur.
Olan da sonuçta şeriata olur.
Bugün halk arasında şeriatı öcü gibi görülmesinde, onun gerçek İslam’dan, Kur’an’dan ayrı bir şeymiş gibi kabul edilip ona yer yer çatılmasında bu geleneksel din anlayışı haline gelen bu yanlış yaklaşımın çok büyük payı vardır.
Kur’an ve Sünnete Aykırı bir Din Anlayışı
İddia olarak, hemen tüm tasavvufçular, sözlerinin “Kur’an ve Sünnetle kayıtlı” olduğunu ifade ederler.
Mesela, tasavvuf kitaplarında şu ifade yer alır:
“Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile, o bir veli olamaz.”
Bu tür sözleri, tasavvufun Kur’an ve Sünnet dairesi (şeriat) içinde olduğuna delil gösterenler olabilir.
Ama din anlayış ve yorumlarının bu ölçülere gerçekten bağlı olup olmadıkları, herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifadeler göz önüne getirilince ortaya çıkmaktadır.
Mesela, tasavvufun meşhurlarından en-Nablusi, Vahdet-i Vücud’ un Kur’an ve Sünnetten alındığını söyler.
Yeryüzündeki ve evrendeki bütün varlıkların Allah’ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur’an ve Sünnetten alındığını iddia edecek bir yaklaşım, bu sözlerinin ve eylemlerinin Kur’an ve Sünnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye iddia etmesin?
Örnek olarak Gümüşhanevî’nin şu sözlerine bakalım:
“Şeriata muhalif olan tarikat, dalalettir, felakettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnette uymazsa, fasıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir.” (Gümüşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usül, Pamuk Y. İst. 1977, s. 267).
Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sözlerin, şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz?:
“Şeriat; sözler, tarikat; fiiller, hakikat; haller, marifet de; servetin başıdır.”
Şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun?
İslam’ın böylesi bir ayrımını Kur’an ve Sünnet mi yapmıştır, Resulullah (sas) döneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin?
Bu anlayış, şeriattan (Kur’an ve Sünnetten) takvayı çıkarmışlar, onu kendi anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye çalışmışlar; fetva ayrı, takva ayrı demişler, takvayı elde etmenin yolunun şeriatten değil; tasavvuftan geçtiğini dillendirmişlerdir.
Ve bu anlayışta şeriata aykırı, Kur’an ve Sünnetle bağdaşmayacak bir din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şahit oluyoruz.
Birkaç örnek verelim:
Tasavvufun en büyük hanım “velisi” Rabia şöyle der:
“Ateşinden korktuğum yahut cennetini umduğum için Sana ibadet etmedim. Sana sadece zatın için ibadet ettim.”
Yunus Emre‘nin de bu anlayışı şöyle tekrar ettiğini biliyoruz:
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni.
Görülüyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu sözlerini tasvip eden ehli tasavvuf), Allah’ın mü’minlere salih amelleri için vaad ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli görmüyorlar, onun yerine,
İsrailoğulları’ nın Hz. Musa’ya “Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız” (2/Bakara, 55) dedikleri gibi, Allah’ın zatını görmek istiyorlar.
Halbuki hiçbir peygamber ahiret için böyle bir istekte bulunmamıştır.
Kaldı ki, hayırlı ameller için mükâfat olarak Kur’an ve Sünnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah’ın zatını istemek Kur’an ve Sünneti takmamak değil midir?
Bid’at ve sapıklıklara dalan kimi tasavvufçuların, Allah’ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor.
Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu’l-İslâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre’nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem küçümseyen bu sözleri için “küfür” demektedir (Bak. Ebussuud Efendi, Fetvâlar, s. 87, Mesele 353, İst. 1972).
Allah’ın örnek gösterdiği kadınlardan biri olan Hz. Asiye’nin duasını Kur’an şöyle öğretiyor:
“Allah, mü’minlere de Firavn’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn’dan ve onun yaptıklarından koru, beni zalimleri topluluğundan kurtar’ demişti.” (66/Tahrîm, 11).
Yüce Allah’ın takdirle andığı ve Kur’an’ında zikrettiği, mü’minlere örnek gösterdiği saliha kadın Hz. Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması için Allah’a yalvarıyor ve dua ediyor.
Firavun’un eşi Hz. Asiye yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Rabia ise, cenneti istemiyor… (İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 227-232)
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah’a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21).
Bu ayette uydurdukları hurafeleri Allah’ın dini, şeriatı gibi gösterenler reddediliyor.
Onların, Allah’ın izin vermediği, razı olmadığı bir dini kendilerine yasalaştıran, şeriat yapan, meşru gösteren ortakları mı olduğu, inkâr tarzında soruluyor.
Bu sorudan, Allah’tan başka kimsenin din hükmü koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde anlaşılıyor.
Zira Allah’tan başka ilah yoktur.
Allah, insanların Kur’an’a uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir. Bu gelenekler, Allah’ın din hükümleri değil, şeytan öğütleridir.
Allah böyle şeylerden asla razı olmaz.
Şayet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezalarını ertelemeyi veya ahirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hüküm verilip helâk edilirlerdi.
Fakat Allah (cc), ezeli kararı uyarınca, onların cezalarını ertelemekte, (hidayetleri ve) uslanmaları için fırsat vermektedir. Onlar, zamanı gelince şiddetli bir cezaya çarpılacaklardır (S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 19, s. 323-324).
Bir de şu ifadelere bir bakalım:
“Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat, ma’rifet andan içeru.” (Yunus Emre).
Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir. Yunus Emre’nin şu sözlerinde bu anlayış çok net görülür:
“Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat, Dost için yağı bala ya niçin katmayalar?”
Zahir-Batın Ayrımı
Dinin bir zahiri, bir de batıni olduğu konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır.
Zahir, avam halkın nassların zahirinden anladığı manadır.
Bâtın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak Şiaya göre imamlar, tasavvufçulara göre de veliler (evliya) bilir.
Tasavvufçuların nassların bu şekilde batıni açıklanmasına hakikat, diğer zahiri tarzda açıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir.
Gazali’nin “La ilahe illallah”ın avamın imanı, “la huve illa huve”nin havassın imanı olduğunu söylediği bilinmektedir.
Şeriat alimlerine “zahir ve kışır bilgisi alimleri” deyişleri de meşhurdur.
Şeriatta (yani tasavvufçulara göre kabukta) kalmış olanlar, ibadetlerini ve haramlardan kaçınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu için yaparlar diye suçlanırlar.
Kendileri, cenneti küçük görme, onu istememeyi marifet olarak görür ve gösterirler.
Tabii ki şeriat kitabı Kur’an ise, bizden cehennemden sakınıp cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete özendirir, azabın dehşetinden korkutur.
Bazı tasavvuf kitaplarında ve günümüzdeki tasavvufçuların önemli bir kesiminde, şeriat aleyhtarı gibi görünmenin doğru olmayacağı yaklaşımından, “gerçek tasavvufun, şeriata bağlılık olduğu” ve slogan halinde tekrarlandığı da görülür.
Ama ne tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan gerçek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması, işin özünün şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi çelişkilerle beraber ifade edirilir.
Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak Gavs, Kutub gibi yarı tanrılar, tanrı özelliği gösteren keramet / olağanüstü haller sahibi kişilerin evliya kabulü, türbe ve batıl vesileye verilen önem, şefaatçilik gibi inanış ve anlayışlarla,
Peygamberimiz’ in yapmadığı şekilde zikir ve değişik ibadetlerle bid’at ve hurafeler şeklindeki uygulamalar birlikte değerlendirildiğinde,
Şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar için de “keşif”, “ilham”, “rüya” gibi birçok gayr-ı meşru delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki sloganlarındaki samimiyetlerinin ölçülmesi için bir mihenk taşı olmalıdır.
Tarihte, istisnalar dışında, medresede eğitim görmeyen, hatta medresede okutulan ilimlere ve oradan yetişen alimlere çatıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb. yerlerde ilim tahsil etmeyen ve
alim olmayı küçük görüp daha kıymetli olduğu yorumuyla arif olmayı seçmiş, şeriatı küçük görüp şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş kişilerin hocalığı altında ne kadar şer’i bilgiler almış olduklarını düşünebiliriz.
Hele günümüzde daha çok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri tahsil etmemiş farklı alanlarda yüksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir.
Bununla birlikte, şeyhler tarafından bunlara ne derece şer’i bir eğitim tavsiye edilmektedir?
Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufçu kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan örnek kişilerin hemen hepsi, o yolun yolcusu olduğu için, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir?
Bazı muvahhid gençlerin tevhidi esaslarla bağdaşmadığını ayet ve hadisleri delil getirerek tasavvufçulara anlattığında, hiç olumlu bir netice alınamadığı da, şeriatın en temel delillerinin bile onlara niçin etkili olamadığının altı deşilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
İşi biraz daha ileriye götürüp haramı helal, helalı haram ilan edenlere de rastlanır.
Allah’ın dininde, şeriatta haram-helal bütün Müslüman kullar için söz konusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve helaller yalnız basit ve sıradan insanları (avamı) bağlayan kurallar olarak sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri sürebiliyor.
Bu anlayış, kamuoyunda kabul görmediği için bunları tüm bu ekol sahipleri direkt olarak savunmazlar.
Ama içlerinden bu anlayışta olanları inkar da edemezler.
Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen bütün tasavvufi kitap ve sohbetlerde bulmak mümkündür:
Örneğin, şeyhi içki içerken ve kadınlarla işret halinde gören bir müridin, tüm bu görünenlerin zahir olduğunu düşünmesi,
Batınında ise, bu mübareklerin kim bilir ne halde olduklarını düşünmeleri, şeyhinin yanlış yapma ihtimalini aklından bile geçirmemesi tavsiye olunur.
Böyle olunca, helal-haram hududu insana göre değişmiş olacaktır.
Şeyhin şeriata aykırı sözleri ve davranışları varsa, müride düşen görev, bunları güzel bir yolla tevil etmesi, tevil edemiyorsa “vardır bir hikmeti” demesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta bunları bir hata olarak düşünmemesi gerekecektir.
Ama kendisi şeyhinin eline, “bir ölünün, kendi yıkayıcısına teslim olması gibi” teslim olup her konuda itaat edecektir.
Kaynağı itibarıyla, şeriat-hakikat ikilemi, şeriatın zahirî ve batını ikilemine racidir.
Hâlbuki İslâm’ın daha ilk başlarında Müslümanlar bu ayrımı asla yapmamışlardır.
Bu ayrım, her şeyin zahiri ve batını olduğu gibi Kur’an’ın, hatta Kur’an’dan her ayetin ve her kelimenin bir zahiri bir de batını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.
Marifet ve Hakikat İddiası
Tasavvufçular dinin özü ve cevherine ulaşma iddiaları yanında, dinin hükümlerini küçümsemeyi ve onlara muhalefeti bayraklaştırmayı da asla ihmal etmemişlerdir.
Bu hükümleri, zahir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhalefetin çok önemli olmadığı, önemli olanın cevher ve öz dedikleri marifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir.
Onun için, bunlar arasında kemale erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini düşünenler, “artık şer’i teklifin kendilerinden kalktığını” ve bu hükümlerin artık avam insanlar için olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır.
Nitekim görüyoruz ki, günümüzde de aşk, sevgi, marifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü sloganları arkasına sığınan ve dinin hükümlerini göz ardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat çevreleri bulunmaktadır.
Bu çevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır.
Bunlardan bir-iki örnek verelim:
“Namaz (sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruç sol elini, zekât ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar, kalbi kötü ahlaklarından ileri gelen hastalıklarla malul olduğunda asla fayda vermez. Bir hazik hekim demek olan mürşid-i kamilin ilacına muhtaçtır.”;
“Buyurmuşlardır ki, ibadetlerin yükte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yükte hafifi vardır. Abdest, namaz, oruç, hasenat ve her ne kadar zahiri ibadet ve taat varsa, bunların hepsi yükte ağır, pahada hafiftir. Allahu Teala’nın rızası, Resulullah (sas)’in sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada ağırdır.” (el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftâhu’l-Kulûb, s. 229, 300)
Toplumda birtakım insanlar tarafından “kalbim temizdir, kalbime bak. Önemli olan kalp temizliğidir” gibi sözlerin kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufi hikmetler(!) olsa gerek.
Muhammed Nazım Kıbrisi, ilim ve alimi şu şekilde küçümsemekte ve aşağılamaktadır:
“Ali başka, veli başka. Dünyada ne kadar alim varsa, o alimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur…
Öteki ulemaların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa’nın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar…
İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. Lakin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bihaberdir. Kalpte olan ilim, Ledunni ilim’dir. Ledunni ilmi papazlar alamaz.” (M. Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s. 90).
(Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğunun bu ilme dayandığı, Ledunni ilim isimli bu şeye, şeriatın ölçülerine göre ilim demek bile doğru olmaz. İslâm akaidiyle ilgili kitapların hemen tümünde yer alan “ilmin kaynakları” arasında da bu tür ilim yoktur.
Tasavvufçular bunu Kur’an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve “gaybden gelen bir bilgi” olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.)
“Zahiri ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarıda yani kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (Fâsit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu).” (Ali Erol, Hâtıratım, s. 66).
“Bilmiyorsanız ehl-i zikir (alimler)’den sorun” (16/Nahl, 43) âyetindeki ehl-i zikirden maksat, evliyaullah hazeratıdır.“ (Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musâhabe, 6/145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 272-273).
Hızır Anlayışı ve Batıl Çıkarımlar
Tasavvufçular, Kehf Suresinde geçen Hz. Musa (as) ile “salih kul” arasındaki kıssadaki Salih kul’u “Hızır” adında bir ermiş kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın manalarını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş ve adeta tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır.
Bu kıssaya dayanarak, zahir bir şeriat ve ona muhalif batın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin, “hakikat âlimlerinin bazı davranış ve sözlerini” yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemişlerdir.
Kehf suresinin 60-82. ayetlerinde kıssası anlatılan kişinin Hızır olduğu müfessir ve âlimlerin ekserisine göre kabul edilir.
Hızır; Hz. Musa (as) döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi ve Allah’ın rahmetine muhatap bir şahsiyettir.
Kur’an-ı Kerim’de, Hızır (as)’ın isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Suresi’nin 60-82. ayetlerinde yer alan Hz. Musa (as) ile ilgili kıssadan,
“Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul…” (18/Kehf, 65)
diye sözü edilen şahsın Hızır (as) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahih hadislerde, bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir. (bk. Buhârî, İlm 16, 44, Tefsîru’l-Kur’ân, Tefsîru Sûrati’l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).
Bu rivayetlere göre, bir gün Hz. Musa (as) İsrail oğulları arasında vaaz ederken, ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi bir kimsenin olup olmadığı sorulmuştu.
Hz. Musa(as): “Hayır, yoktur” diye cevap verince, Cenab-ı Hak bir vahiyle Hz. Musa‘ya (as), Mecme’u’l-Bahreyn‘ de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından Salih bir kul olan el-Hadır (Hızır)‘ın kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi.
Bunun üzerine Hz. Musa (as) hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır‘ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı.
Görüştüklerinde; Musa’nın (as) aklının ermediği ve her defasında, kabulü mümkün olmayan pek çok iş yapan bu kişi, sonuçta yaptıklarının sebeplerini açıklayarak haklılığını ortaya koyar ve Hz. Musa‘ya (as) da; “Ben bunları kendiliğimden yapmadım” der (18/Kehf, 65-82).
İslam âlimleri Hızır‘ın bir Peygamber, Veli veya Melek olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Onun bir Nebi olduğunu söyleyenler, Allah tarafından kendisine rahmet ve İlim verilmiş olmasını (18/Kehf, 65). kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını, (18/Kehf, 82), vahiy ile yönlendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dolayısıyla Musa‘dan (as) üstün bir konumda tanıtılmasını delil gösterirler.
Hızır’ın bir veli olduğunu kabul edenler ise, ona verilen bilginin doğrudan Allah’tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler.
İbn Teymiyye, Hızır kıssasını ileri sürerek, velilerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder.
Ona göre, Hızır‘ın, Musa‘nın (as) şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Musa (as) tarafından onaylanmasından anlaşılmaktadır.
Ayrıca Hızır‘ın bir Nebi kabul edilmesi durumunda, Musa‘nın (as) ümmetinden olmadığını, dolayısıyla onun şeriatına uymakla yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir (Risale fi’l-Ilmi’l-Batın ve’z-Zahir, s. 250).
Hızır’ın bir melek olduğu iddiası (İbn Hacer, el-İsabe, I, 429) pek taraftar bulmamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun veli olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin çoğu da, bir Nebi olduğunu düşünür.
Tasavvufçular, onun bir peygamber değil; Hızır adında bir veli kabul ettikleri “salih kul” a Hz. Musa‘nın (as) itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir.
Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır‘ın (Kur’an’daki geçen ifadeyle “salih kul”) vahiy, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemişler ve ilimlerinin büyük birçoğunu buna bina etmişlerdir.
“Hızır’ın kıyamete kadar yaşayacağını, şeriat ilimlerinden ayrı olan batıni ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli olduğunu,
Peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledunni ilim dedikleri batini bir ilim geldiğini, bu ilmin,
Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini,
Bu ilimlerin, peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu” iddia etmişlerdir.
Nitekim, “veli olan Hızır‘ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Musa (as) peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır‘a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır’dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir…” diye iddia etmişlerdir.
Tasavvufçular, yine veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. Musa’dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velileri de şeriatın zahirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu,
Aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliya yahut tasavvufçuların, şeriat (zahiri) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu dolaylı olarak iddia etmişlerdir.
Yine, Hızır’ın evliya ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufi ahidler aldığını söylemiş, tasavvufi hakikatlerin, şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.
Tasavvufçuların inanışına göre; Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir.
Mesela, İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir.. (Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr).
Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir (Kuşeyrî).
Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez yine öylece aniden kaybolabilir.. (Bk. birçoklarıyla birlikte Hucvirî).
Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir.. (Hucvıri vs.)
Ölü insanları diriltme kabiliyetine sahiptir (Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa).
Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir.. (Bk. Serrâc, İbn ül-Arabî ve birçokları).
İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler yahut tasavvufi deyimle kerametler, Hızır’ın daha ziyade bir veli hüviyetinde düşünüldüğünün en açık alametlerindendir.
Şüphesiz tasavvuf çevrelerinin Hızır‘a verecekleri sima da bundan başkası olamazdı (s. 87-88).
Hemen her mutasavvıf, zımnen de olsa, Hz. Musa (as) yanında Hızır‘a daha üstün bir mertebe tanıdığını ima eden ifadeler kullanmaktan çekinmez.
Çünkü onların nazarında Hz. Musa (as) Şeriatı, Hızır ise, tasavvuftaki en üst mertebeyi, yani Hakikati temsil etmektedir.
Unutmayalım ki bizler, bazı meraklarımızla da imtihan olunmaktayız.
Kur’an-ı Kerim, özü ilgilendirmeyen bazı konularda ayrıntıya girmez, arada boşluklar bırakır. Gereksiz teferruatla uğraşılıp, Tevhidi Mesajın gölgelenmesine asla rıza göstermez.
Kıssalarda, bizi fazla ilgilendirmemesi gereken bazı boşluklar bırakılır. Böylece adeta, merakımızı ne yönde kullanacağımız test edilir.
Bu boşlukları acaba, Kur’an bütünlüğüne ve Tevhid Mesajına uygun yorumlarla mı dolduracağız, yoksa gereğinden fazla önem vererek ya da Kur’an’a ters ve temel Tevhid Mesajına uymayan, ona zıt tevil, yorum ve kabullere mi dalacağız, adeta bu sınanır.
Bir grup taassubu, bir zayıf ve hatta uydurma hadis rivayeti yada İsrailiyat merkeze alınarak, Kur’an’a ters yorumlarla bu boşlukların doldurulduğu, tarihi miras ve güncel tavır olarak çokça karşılaşılan bir durumdur.
Hızır kıssasında açıklanmayıp imtihan sorusu olarak boş bırakılan ve yoruma gerek görüp görmeyeceğimiz yada gerek görüyorsak hangi ölçülerle yorumlayacağımız konusu da işte böyledir.
Toplumumuzda öyle bir Hızır inancı var ki, bu inancın, Tevhid inancı ile uzaktan yakından bir bağlantısını kurmak asla mümkün değildir.
Ölümsüz, tanrısal özellikleri olan, (Kur’an’da “kullarımızdan bir kul” -18/Kehf, 65- denildiği halde) kulun imdadına yetişen, her yerde bulunabilen ve her kılığa girebilen, insanlara bereket ve bolluk saçan ya da kahredip helak eden insanüstü bir varlık..
İşte size bu deyimlerden bazıları:
“Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişti”, “Hızır gibi imdat etmek”, “Hızır Acil Servis.”
Hızır, genellikle aksakallı, nurani yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir.
İnsanlar artık Allah için infak etmek yerine, Hızır’ın şerrinden, helak etmesinden korkarak ya da daha ağırlıklı şekilde onun, kişinin dünyasını zenginleştirip maddi yönden kendisini ihya etmesini, malını bereketlendirmesini isteyerek, yani Hızır rızası için ve ondan ödül bekleyerek ancak fakirlere sadaka vermeyi düşünebiliyor.
Öyle ya Hızır; yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli, kendisi hasta, zayıf, aciz, hatta zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin biri gibi görünür ve insanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir.(!)
Onun için halk: “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil” diye birbirine tavsiye eder.
Baharı Hızır getirir. Çiçekleri o açar, yeşillikleri onun attığı adımlar bitirir. Bunca insanüstü işi başaran Hızır, nedense bu konuda bir başkasına ihtiyaç duyar.
Baharı getirme konusunda ona bir ortak da gereklidir;
İlyas’la koalisyon yapması, onunla buluşması lazımdır. Hızır ile İlyas’ın her sene dünyaya bahar getirmek için buluştuklarına inanılan günde bayram yapılır, Hıdrellez (Hızır-İlyas) kutlanır.
Kutlanırken biraz Şamanizmden, biraz ateşe tapan Mecusilerden, biraz eski şirk unsurlarından inanç ve ayinler de işin içine katılır.
Böyle bir bahar gününde halk, Hızır’ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, adeta baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır.
Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır’ın görüldüğüne inanılan bu yerlere de “Hıdırlık” adı verilir.
İstediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır, darda kalanlara yardım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bolluk ve bereket bağışlayan, Müslüman askerlere yardım için savaşlara katılan bir şahıs olarak da kabul edilir.
Deyimlerde, destanlarda yüceltilip putlaştırılır Hızır..
Ninnilerde bile, Hızır’ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi istenir.
Bilmecelerde de, Hızır’ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması gündeme getirilir.
Hızır adına yapılan bir şenlik olan hıdrellez günlerindeki törenlerde, adet ve geleneklerde, Hızır’dan şifa ve sağlık talebi yapılır.
Ondan uğur, bereket ve bolluk istenir. Mal-mülk, mevki ve servet talep edilir. Kısmet ve talih açması istenir.
Tasavvufun inandığı ve topluma tanıttığı bu “Hızır tipinde” gerçekten çok ciddi problemler vardır.
Hızır için uygun görülen bu özellikler, veli (evliya) kabul edilen başka zatlar için de benzer özelliklerin düşünülüp atfedilmesine de sebep olmuştur.
Aslında tasavvuf anlayışındaki bu Hızır mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitolojisinin bir uzantısıdır.
Hâlbuki Kur’an ve Sünnetin tanıttığı Hızır, asla böyle bir kişi değildir.
Kur’an ve Sünnet, olağanüstü özellikleri olan bir Hızır’dan ve özellikle de, tanrısal yönleri bulunan insanüstü birinden hiç bahsetmez.
Kur’an’ın anlattığı kişi, Allah’ın “rahmet verdiği” ve “kendi katından ilim öğrettiği”, yani vahiy yoluyla bilgilendirilen, nübüvvet rahmetiyle nimetlendirilen bir zattır.
Kur’an ve Sünneti tek ölçü kabul eden, tevhidle asla bağdaşmayan tüm bu yorum ve açıklamalardan gönlünü ve zihnini temiz tutan Muvahhid mü’minlere selam olsun.
Rabbim, bu yanlış inanç ve öğretilere her nasılsa, bir şekilde inanmış olup, hakikati öğrendikten sonra “vazgeçtim ya Rab” diye tövbe edip arınmak isteyenlere de her yönüyle yardım etsin.
Sözün güzeline tâbi olup Allah’ın hükmü için “dinledik ve itaat ettik” diyen, o hükme hiçbir alternatif aramayıp Kur’an ve Sünnet’i yeterli gören kullara selâm olsun. – 24.02.2014
Kaynak 1: http://islamvehayat.com/yazar_1366_76_tasavvufun-islam-a-verdigi-zararlar-i-.html
Kaynak 2: http://islamvehayat.com/yazar_1371_76_tasavvufun-islam-a-verdigi-zararlar-ii-.html
Kaynak 3: http://islamvehayat.com/yazar_1376_76_tasavvufun-islam-a-verdigi-zararlar-iii-.html
ÖNEMLİ NOT: Bu konu ile alakalı olan aşağıdaki Link’te bulunan röportajı da okumanızı tavsiye ederim. (Bekir Yetginbal)
https://bekiryetginbal.com/dinin-kulturlesmesi-ya-da-kulturun-dinlesmesi/
Tags: Yayınlandı