Korona Virüsü ve Laik Yaklaşımlara Sahip Zavallı Toplum

Korona Virüsü ve Laik Yaklaşımlara Sahip Zavallı Toplum 

Ey Laiklik, İnsanların Hem Dünyasını Hem de Ahiretini Kaybettiren Laiklik.. Sen Ne Kadar Necis ve Ne Kadar Pis Bir Şeysin..

Yazar kardeşim Şükrü Hüseyinoğlu diyor ki;

‘Virüse yakalandıktan sonra tedavi olup iyileşen insanlarla ilgili yazılı ve görsel basındaki haberlere baktığımızda, bu insanların sevinçlerini genellikle Seküler / Laik bir söylem ve tutumla ifade ettiklerini görmekteyiz.

Dillerde, “şifanın yegâne kaynağı ve yaratıcısı”, Eş-Şâfi olan Rabbimize hamdu senâlardan ziyade, "Hastalığı Şöyle Yendim, Aman Çok Mutluyum" gibi cümleler, alkışlarla uğurlamalar, karşılamalar vs…

Acziyetlerini, Allah'a olan muhtaçlıklarını çok net ve ağır şekilde ortaya koyan böyle bir musibet bile insanları hala Allah'a yaklaştırmıyorsa, Vaziyet gerçekten çok vahim demektir..’

Hâlbuki bakın Rabbimiz ne Demiş:

"Hiç değilse musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip Allah'a yalvarsalardı. Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi." (En'âm suresi 43)

Sosyal Medyada okuduğum bir makale, Türkiye’li Müslümanlara unutturulan "İslami bir Perspektiften" KORONA VİRÜSÜ konusunu, Doğru ve isabetli bir şekilde izah etmiş.

Faydasına binaen sizlerle de paylaşıyorum.

Makaleyi kaleme alan Hasan Eker kardeşim, paylaşımlarını CORONAVİRÜS DERSLERİ adı altında 4 ayrı günde yaptı.

Konu bütünlüğü adına bunları bir arada yayınlamayı okuyanların daha fazla istifade etmesi için uygun gördüm ve sizlere arz ediyorum.

Umulur ki birçok hayırlara vesile olur inşaAllah. Makale sahibinden Rabbim razı olsun. Sevgi ve muhabbetlerimle

Kardeşiniz BEKİR YETGİNBAL

– – – – –

CORONAVİRÜS DERSLERİ-1

Coronavirüs denilen bulaşıcı hastalık tüm dünyayı etkisi altına aldı. Bu, sadece bir sağlık sorunu mudur?

İnsanların çoğuna göre sağlık sorunu olarak alınmış görünüyor. Elbette olayın sağlıkla ilgili bir tarafı vardır.

Zaten olayı böyle görenler tıbbi konuda bunun nasıl çözüleceği noktasında ellerinden geleni yapıyorlar. Kendilerine teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Ancak olayın bir de metafizik/mana/hikmet boyutu vardır ki, bana göre en önemli boyutu burasıdır.

Bu yönüyle yaşadığımız süreç bir ayettir ve ayet olması hasebiyle birçok hususlara işaret ederek bizleri düşündürmektedir.

İnşaAllah düşündüğüm hususları “Coronavirüs Dersleri” adı altında sizlerle paylaşacağım.

Birinci aldığım ders şudur:

Bundan birkaç ay öncesine kadar yeryüzünün sadece Müslümanların yaşadığı bölgelerinde emperyalist güçlerin marifetleriyle ölüm korkusu yaşanıyordu.

İslam coğrafyasının insanları ölüyor ve öldürülmekten korkuyorlardı.

Bunun yanında başta batı olmak üzere emperyalistlerin yaşadığı coğrafyalar güvenli yerlerdi.

Oralarda ölüm korkusu olmadığı gibi maddi açıdan da rahat yerlerdi. Bu yüzdendir ki insanlar ölüm korkusu olan yerlerden ölümü dahi göze alarak buralara kaçıyorlardı.

Coronavirüs sebebiyle bütün dünyayı ölüm korkusu kapladı. İnsanları öldürmekle tehdit eden güçler dahi bugün ölmekten korkuyorlar.

Coronavirüs adeta her taraftan insanlara saldırdığı halde ellerinde uçak gemileri, füzeler ve nükleer silahlar olan güçler dahi bir şey yapamıyorlar.

Ellerindeki yüksek teknoloji ürünü savunma sistemleri olanlar dahi bu durum karşısında aciz durumdalar.

Dünün en güvenlikli yerleri olan Amerika ve batı coğrafyası bugünün en tehlikeli yerleri, kısacası merkezi haline gelmiş durumdadır.

Bunun yanında, dünün ölüm açısından en riskli bölgeleri bugünün en güvenlikli bölgeleri haline geldi.

Çünkü oralara başka yerden insanlar pek gidemedikleri için hastalık götüremiyorlar.

Kısacası, Coronavirüs üzerinden dünyayı bürüyen ölüm korkusu insanların yüzlerini Rabbimize çevirdi.

Bundan dolayıdır ki, başta Amerika olmak üzere birçok batı coğrafyasında Kurandan ayetler okunuyor, yasaklanmış ezanlar açıktan okunuyor ve dualar ediliyor.

İlah kavramını “Kendisine boyun eğilen güç” olarak tanımlarsak, yaşadığımız süreç Allah’tan başka bir ilah’ın (gücün) olmadığını anlatıyor biz insanlara.

Diğer bir ifade ile Allah, kendisinden başka ilah olmadığına bizzat kendisi şahitlik ediyor.

Aslında tam da Kurandaki şu ayeti yaşıyoruz dersek yanlış söylemiş olmayız:

“Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etmektedir. Melekler ve adaleti gözeten ilim sahipleri de… O’ndan başka ilah yoktur. Daima üstün olan ve bütün kararları doğru olan O’dur” (Al-i İmran/18)

Bu yegâne ilahi gücü görmek ve sadece O’na boyun eğmek dileğiyle…

CORONAVİRÜS DERSLERİ-2

Bir süredir dünyayı etkisi altına alan Coronavirüs yayılmaya ve canlar yok olmaya devam ediyor.

Televizyonların neredeyse tek gündemi bu oldu.

Bizler televizyonları başında bilim insanlarından gelecek açıklamaları dikkatle izlemeye çalışıyoruz.

Sizin dikkatlerinizi çekiyor mu bilmem ama benim en çok dikkatimi çeken şeylerden biri bilim insanlarının açıklamalarında Seküler (Laik) bir dilin hâkimiyetidir.

Yani açıklamaların hiçbirinde ilahi olanla ilgili bir cümle veya kelime geçmiyor.

Mesela, “Mücadelemiz devam ediyor. İnşaAllah başaracağız” türünden şeyler duyamazsınız.

Kısacası, Allah’a hiç ihtiyaç duymadan bu işi çözme yolunda bir kibir hali var.

Tabi bu hal, vahiy jargonuyla konuşacak olursak bir şirk halidir.

Bence insanın bu duruşu ve özellikle bilim insanları üzerinden diğer insanlara da sirayet eden bu hal Coronavirüsten daha tehlikeli ve önemli bir husustur.

Çünkü bu husus, Coronavirüsten kurtulsak bile şirk olması hasebiyle bizim ebedi ahiret hayatımızı helak edecek bir problemdir.

İnsanoğlunun fıtratında darlık ve musibet zamanlarında Allah’a yönelme gibi bir kabiliyet vardır.

Bu yüzden Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Senden önceki toplumlara da elçiler gönderdik. Allah’a yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntılara uğrattık. Hiç olmazsa başlarına musibetimiz geldiğinde yalvarsalardı ya! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine süslü gösterdi” (Enam/42,43)

Demek ki darlık zamanlarında Allah’a yönelmek fıtratın doğal bir akışıymış.

Ayette geçtiği üzere bu durumlarda bile bazı insanların Allah’a tenezzül etmemeleri ve tabir caizse burunlarından kıl aldırmamaları sorunun ne kadar derin olduğunu göstermektedir.

Üstelik başımıza gelenler ellerimizle yaptıklarımızdan dolayıdır. Allah günahlarımızın bir kısmını bize tattırıyor ki uyanalım ve tövbe ederek Allah’a dönelim. (Şura/30, Rum/41)

Allah bize günahlarımızın bir kısmını tattırıyor ki rahmet etsin, fakat biz günahkârlığımızı görmediğimiz için Allah’a yalvarma ihtiyacı bile hissetmiyoruz.

Bilim insanlarının bu Seküler (Laik) tavırlarının altında aslında bilimin taşıdığı karakter yatmaktadır.

Biraz bu konuya değinmek istiyorum.

Bilim, Allah’ın yarattığı varlıkları incelemek olduğu halde, bilimsel yöntem dediğimiz şey ilahi olanı dışlayarak sadece beş duyu organı ve akılla insanoğlunun ortaya koyduğu çıkarımlardır.

Bilimsel yöntem bu haliyle batının insanlığa sunduğu bir problemdir.

Bu haliyle batı Allah ile yarattıklarının / ayetlerinin arasını ayırmakla aslında insan ile Allah’ın arasını ayırmış olmaktadır.

Bundan dolayı bilimsel çalışmalar yaparken Allah’ı işinize karıştırmamanız gerekiyor.

Karıştırırsanız bilim olmaz.

Daha doğrusu bilimsel olmaz. Bu yüzden bilim insanlarında ilahi olana ait bir cümle veya kelime göremezsiniz.

Sonuçta bu şekilde ortaya konulan bilim Allah ile asla yan yana gelemez.

Zaten insanın Allah’tan uzaklaşması tüm sorunların ana sebebidir. Bahsettiğimiz bilim konusunda şu ayet ne kadar da dikkat çekmektedir:

“Peygamberler onlara apaçık deliller getirdiklerinde onlar kendi bildikleri ile şımarmışlar ve alay ettikleri azap onları çepeçevre kuşatmıştı” (Mü’min/83)

Peygamberler insanlara vahiyle aldıkları ilahi bilgi getirirler.

Yukarıda bahsettiğim gibi günümüz insanı da batının ortaya koyduğu bilimsel yöntemle ilahi bilgiyi dışlayarak bir bilgi ortaya koyuyor.

Dolayısıyla Seküler (Laik) bir yöntemle bilgi üretenler ilahi bilgi karşısında kendi oluşturduğu bilgiyle bilmişlik yaparak hareket etmektedirler.

İnsanoğlu Rabbi karşısındaki bu bilmiş tavrından vazgeçip bilim yapacağım diye Allah ile ayetlerinin arasını ayırmamalıdır.

Kaldı ki Allah’ın en büyük ayeti insanın kendisidir.

Normalde insanın varlıkları araştırırken ortaya koyduğu bilim onları yaratıcıya daha çok yaklaştırması gerekirken, bugün Allah ile ayetlerinin arasını ayırdığımız için bizi O’ndan daha da uzaklaştırmaktadır.

İnsanoğlu Allah’tan bağımsız bir şey başaracağı zannından vazgeçmelidir.

Normalde insanın iradesine bağlı zannettiğimiz iman-edip etmeme işi bile Allah’ın izni olmadıkça gerçekleşmez.

“Hiç kimse Allah’ın izni olmadan inanamaz. O akıllarını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder” (Yunus/100)

Yaşadığımız musibet zamanlarının bizleri Rabbimize şirksiz bir şekilde daha çok yaklaşmaya vesile olması dileğiyle…

CORONOVİRÜS DERSLERİ-3

Kur’an da Haşr süresinin hemen başlarında bir olay anlatılır.

İlgili ayete geçmeden önce bir ön bilgi vereyim. Nadiroğulları Medine’nin yakınlarında yaşayan bir Yahudi kabilesidir.

Hem ekonomik olarak güçlüler, hem de çok sağlam bir kaleleri vardır.

Bu husus onlara aşırı bir özgüven verdiği için devamlı Muhammed (as)'in ve Müslümanların aleyhinde hareket ederler.

Neticede onlarla birlikte bir arada güvenlik içinde yaşama imkânı kalmamıştır.

Bu yüzden Allah’ın Rasulü(as) Ashabıyla birlikte onların kalelerini kuşatır.

O günün şartlarında Müslümanlar onları kesinlikle kalelerinden çıkaramayacaklarını düşünürken, onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan gelebilecek her şeye karşı koruyacağını düşünüyorlardı.

Fakat Allah hiçbirinin hesap edemediği bir yerden onlara geldi. Bundan sonrasını ilgili ayetten dinleyelim:

“Kitap ehlinden inkâr edenleri ilk sürgün için yurtlarından çıkaran Allah’tır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah onlara beklemedikleri yerden geliverdi. Allah onların kalplerine korku saldı. Evlerini hem kendi elleriyle, hem de müminlerin elleriyle harap ediyorlardı. Düşünün de ibret alın ey basiret sahipleri!” (Haşr/2)

Evet, Allah onların kalplerine korku saldı. Kendiliklerinden teslim oldular.

Neticede Müslümanlar onları rezil ve perişan bir vaziyette uzak diyarlara sürgüne göndermiş oldular.

Hayat ve ölüm aynı gerçeğin farklı yüzleridir.

Bu iki şeyi birbirinden ayırmak hem mümkün değil, hem de aldatıcıdır.

Batının ortaya koyduğu pozitivist bilimsel yöntem sayesinde metafizik gerçeğini ve dolayısıyla ahiretini kaybeden batılı insan bu hayata odaklandı. Batılı olmayan diğer insanların çoğu da bu etki sayesinde aynı illete maruz kaldı.

Bundan dolayıdır ki insanlar kendileri için her zaman keyif kaçırıcı olan ölüm gerçeğinden kurtulmak(!) için onu hiç düşünmeden yaşama yolunu tutmuşlardı.

Geçen yıl Stockholm’de Müslüman kardeşlerimi ziyaret esnasında orada uzun süre yaşayan birine İsveçlilerin hayat, ölüm, Tanrı ve din konusunda neler düşündüklerini sormuştum da bana “Onlar ölümden hiç konuşmazlar, konuşandan da rahatsız olurlar ve bilime inandıklarını söylerler. Kısaca bu konulara pek girmezler” şeklinde bir cevap vermişlerdi.

Maalesef insanların çoğu bu hal üzeredir.

Doğal olarak bu hal insanları sadece bu hayata kilitlemişti. Allah insanlara hiç beklemedikleri bir yerden geldi.

Çıplak gözle görünemeyen bir yaratık (Coronavirüs) üzerinden herkesin kalbine ölüm korkusunu soktu.

Yani Allah herkesi can evinden yakaladı. Oraya ölüm korkusunu koydu.

Nereye gidersek gidelim içimizde ve ondan kurtulamıyoruz. Tıpkı yukarıda Haşr/2. ayetinin anlattığı gibi…

Ölüm kadar insanoğlunu etkileyen başka hiçbir şey yoktur.

Gelin, tüm insanların ölüm korkusu yaşadığı bu hali bir fırsat olarak görüp dışladığımız ölümü hayatımızın içine tekrar koyalım ve ölüm üzerinden hayatı yeniden düşünelim.

Bu hayata gelmek elimizde olmadığı gibi gitmek de elimizde değil.

Ama hayatımızı anlamlandırmak Allah’ın vahyi sayesinde elimizdedir.

Böylece ölümü de doğmak gibi doğal bir şey olarak görelim. Nereden geldiysek oraya gideceğiz.

Kim bizi buraya koyduysa, bizi yine buradan O alacak.

“Onların başına bir musibet geldiğinde şöyle derler: Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz”(Bakara/156)

“Kötülük yapanlar bizi atlatacaklarını mı zannediyorlar? Ne kötü düşünüyorlar! Kim Allah ile karşılaşmayı umuyorsa bilsin ki O’nun belirlediği vakit gelecektir. O her şeyi işiten ve bilendir.” (Ankebut/4,5)

Evet, Coronavirüs günleri hayatımızı anlamlandırmak için bir rahmettir.

Bilim insanları Coronovirüsün aşısını bulmaya gayret ededursunlar.

Onların çabalarına saygı duymakla birlikte biz olaya daha derinden bakıyoruz ve diyoruz ki, coronavirüsün herkese hatırlattığı ölüm gerçeğini yukarıda bahsettiğim şekilde anlamlandırırsak, hayatımız da anlam kazanacak.

Biz bu şekilde asla kaçamayacağımız ölümün aşısını bulmuş olacağız.

İşte o zaman ölümden korkmayacağız. Ama sadece Coronavirüsün aşısıyla uğraşırsak, ölüm bizim için korku salmaya devam edecek.

Kısacası, unuttuğumuz Allah ölüm üzerinden hayatımıza girdi.

Dolayısıyla “Allah Var” dediğimiz halde yokmuş gibi yaşama gafletinden uyanalım ve hayatımızın her karesinde O’nu hesap etmeden bir şey yapmaya kalkmayalım.

“Evde Kal” ve “Evde Hayat Var” çağrılarının bizleri Allah’ın kitabı üzerinden Allah’a yöneltmeye vesile olması dileğiyle…

CORONOVİRÜS DERSLERİ-4

Bilim insanlarının söylediği gibi salgın hastalıklarda karantina, insan ilişkilerinde mesafeli olmak ve temizlik gibi sebepler çok önemlidir.

Bunlar Kur’an’ın da maruf(ortak akıl) kavramıyla ifade ettiği mutlaka uyulması gereken hususlardır.

İnsanlık tarihinde öteden beri uygulanan bu tedbirler halkımızın kültürü içerisinde de yer almaktadır.

Mesela, hiç okuma yazması olmayan kimseler bile grip, nezle gibi hastalıklara maruz kaldıklarında “Aman bana yaklaşma sana bulaştırmayayım” diyerek hem kendileri sakınırlar, hem de başkalarını sakındırırlar.

Sabahları kalktığımızda elimizi yüzümüzü yıkamadan sofraya oturmamak, yemeklerden önce ve sonra elleri yıkamak ve hasta olan insanın eşyasını kullanmamak gibi davranışlar zaten bizim kültürümüzde var.

Kaldı ki dinimizin namaz vesilesiyle ortaya koyduğu temizlik kuralları her Müslümanın zorunlu olarak yaşamakta olduğu şeylerdir.

Fakat sebepler yerine getirilirken bazen o kadar yüceltilir ki, itikadı bozup şirk kültürüne götürecek noktalara vardırılır.

Yani sadece sebeplerle istenilen sonucun elde edileceği düşünülür.

Sebepler ile sonuç arasında kesin ilişki kurulur.

Peki, sormak gerekmez mi, böyle bir durumda Allah işin neresinde duruyor?

Maalesef hiçbir yerinde Allah’a ihtiyaç yok!

Çünkü biz, yerine getirdiğimiz sebeplerle sonuca kesin olarak gideceğimize inanıyoruz.

Bu, Allah’tan müstağni olmaktır. (Allah’a minnet etmemek, Allah’tan bir şey beklememek, Ona tenezzül etmemektir)

İşte benim dikkat çekmeye çalıştığım tehlike budur ve bu, kesin olarak şirktir ki, Allah’a karşı işlenecek en büyük günahtır.

Oysa Kuran net bir şekilde bütün zarar ve faydanın Allah’ın elinde olduğunu ve her şeyin O’nun izni ve onayıyla gerçekleştiğini söyler.

Kısacası, tüm sebeplerin ötesinde asıl sebep Allah’tır.

Diğer sebepleri Allah yerine koymak kişiyi şirke sokar.

“De ki, Allah izin vermezse benim kendime bile bir fayda sağlamaya veya zarar vermeye gücüm yetmez”(Araf/188)

“Onlar Allah’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezler” (Bakara/102)

“Allah sana bir zarar dokundurmuşsa O’ndan başkası onu gideremez. Eğer O sana bir hayır vermek isterse (O’na engel olacak kimse yoktur. Çünkü O her şeye gücü yetendir” (Enam/17,18)

Kuran’ın son iki suresi olan “Felak ve Nas” sureleri bize ana fikir olarak bütün yaratıklardan sadece Allah’a sığınmayı öğretir.

Bu yüzden bu iki surenin bir adı da “Kendisiyle Allah’a Sığınılan iki Sure” anlamına gelen Muavvizateyn’dir.

Dolayısıyla biz bu sureleri sadece lafzen değil, manasıyla okuyup bu mananın bizlere verdiği tevhidi bilinçle Allah’a dua edip tüm şerlerden sadece Allah’a sığınacağız.

Biz Müslüman olarak yapmamız gereken şeyleri en güzel şekilde yapacağız ve Allah’ın bizi koruyacağına inanacağız.

Bu konuda Kuranda birden fazla örnek vardır.

Bunlardan biri Ashab-ı Kehf’tir.

Onlar yaşadıkları devirde kendilerine ilahlık taslayan siyasi sistemi “Allah’tan başka ilah edinmeyiz” diyerek, o günün şartlarında tüm kazanımlarını terk ederek Allah için mağaraya çekilen birkaç genç idiler.

Ordu, devlete isyan eden bunları yakalamak için operasyon başlattı ve bunları bulundukları mağarada kıstırdı.

Karşı koyamayacakları ordu karşısında zahiren yapacakları bir şey yoktu. O yiğitler kendi üzerlerine düşeni yaptıkları için Allah devreye girdi.

Bakın Allah onları nasıl korudu?

“Mağaradakiler uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürüyorduk. Köpekleri de dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görmüş olsaydın arkanı dönüp kaçardın ve için korku ile dolardı” (Kehf/18)

Ayet açıkça Allah’ın onları düşmanın şerrinden koruduğunu anlatıyor.

Ayete dikkat ederseniz “Onları görmüş olsaydın arkanı dönüp kaçardın ve için korku ile dolardı” buyuruyor.

Yani adeta Allah onların bulunduğu yere manevi bir güvenlik kuşağı çekmiş kimseyi yaklaştırmıyor.

Yaklaşanlar da korkuya kapılıp kaçıyor.

Bu sahne İranlıların çevirdiği filmde çok güzel oynanmış. Filmin bu sahnesinde mağarayı kuşatan Roma askerleri mağaraya girip onları her yakalamak istediklerinde çıldırmışçasına korkudan bağırarak kaçıyorlar.

Neticede onlara bir şey yapamıyorlar. Onlar Allah’ın uyuttuğu yerde uykularına devam ediyorlar.

Bu ayetle Sanki Allah şöyle demek istiyor:

Ey insanlar! Mağaraya çekilen bu kullarım her türlü riski göze alarak bana müthiş bir bağlılık örneği sergilediler. Bu durumda ben hiç onları kurda kuşa yem eder miyim?

İşte Allah kendisine gerçekten iman edip güvenenleri böyle koruyor.

Ayrıca, Kur’an da kötülüğün sembolü olarak anlatılan şeytan şöyle konuşturuluyor:

“Rabbim, beni azdırmana karşılık ben de Onlara günahları süsleyeceğim ve Onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak senin ihlaslı kullarına benim gücüm yetmez.” (Hicr/39,40)

Görüldüğü gibi şeytan, Allah ile güzel ilişki içinde yaşayanlara zarar veremiyor.

Çünkü onlar Allah’ın korumasındadırlar.

Yine Firavun’un bürokrasisi içinde ve imanını gizleyen bir mümin, Musa (as) nın mücadelesinde ondan taraf olup imanını deşifre ederek bir peygamber gibi konuşmasına rağmen Allah tarafından Firavun’un Şerrinden korunuyor. (Mü’min/28-45 arası)

“Nihayet Allah bu mümini onların planladıkları kötülüklerden korudu. Firavun’un taraftarlarını ise azabın en kötüsü kuşatı verdi” (Mümin/45)

Sözün özü: Bizler Coronovirüsle mücadele ederken kendimizi sadece yerine getireceğimiz tedbirlerin insafına bırakmayalım.

Bununla birlikte asıl sebep olan Allah’a dayanarak hareket edelim ki Allah bizi korusun ve böylece sebepler şirkine düşmeyelim.

Yaşadığımız sürecin manevi kazanç açısından bereketli olması dileğiyle…

CORONAVİRÜS DERSLERİ-5

Bundan bir süre önce yani yeryüzündeki zalimlerin insanları yerlerinden ve yurtlarından ettiği, onların başlarına bombalar yağdırdığı ve yurtlarından kaçan insanların göç yollarında boğularak öldüğü veya

Perişan durumlara düştüğü acıların yoğun olduğu günlerde ciğerim sızlayarak kardeşlerimle beraber şöyle dua etmiştik:

“Rabbimiz! İnsanları yeryüzünde yerinden ve yurdundan eden tüm zalimleri kendi yaşadıkları yurtlarında yaşayamaz hale getir!

Rabbimiz! İnsanları yeryüzünde yerinden ve yurdundan eden tüm zalimlere öyle musibetler ver ki, kendi dertleriyle uğraşmaktan başkalarıyla uğraşmaya vakitleri olmasın!”

Bugün görüyorum ki, Rabbimiz bu dualarımıza icabet etmiş. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun!

Rabbim sen, senden başka bir güç olmadığına şahitlik ediyorsun. Gerçekten bunu göremeyenler kördür.

Başta kendilerini yeryüzünün bir numarası gören Amerika olmak üzere yeryüzünün tüm emperyalist güçleri aciz ve ne yapacaklarını şaşırmış vaziyetteler görünmez bir yaratık karşısında.

Yeryüzüne korku salan Roosevelt uçak gemisine de musallat olmuş Coronavirüs.

Bu yaşadıklarımız ve gördüklerimiz bana bazı ayetleri hatırlatıyor.

Kur’an’ın anlattığı üzere tıpkı Amerika gibi tarihte bir Ad kavmi vardı. Onlar da Amerika gibi “Bizden daha güçlü kimse yok” deyip istediği kimselere saldırıyordu.

“Elinize her (fırsat) geçirdiğinizde hukuka tecavüz edip zorbalıkla saldırıyorsunuz” (Şuara/130)

“Ad toplumu yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Bizden daha güçlü kim var?" dediler. Kendilerini yaratan ALLAH'ın onlardan daha güçlü olduğunu anlamadılar mı? Onlar ayetlerimizi inkâr ediyorlardı.” (Fussilet/15)

“Bazı insanlar, Allah'tan başkalarını O'na denk tanrılar edinirler; onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördüklerinde anlayacakları gibi, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve O'nun azabının çok şiddetli olduğunu önceden(daha dünyada iken) anlayabilselerdi.” (Bakara/165)

Yaşadığımız günler Rabbimizin bize yukarıdaki ayetlerin manalarını bizzat gösterdiği günlerdir.

Zalimlerin ellerindeki zahiren asla karşı koyamayacağımız asimetrik güce bakıp da, Allah’a ait olan güç ve kuvveti başkalarına verip dünyada da, ahirette de zillet içinde olmanın bir anlamı yoktur.

Bakara/165. ayetin ifadesiyle yaratılanlar ne kadar güçlü olursa olsun, Yaratan onlardan daha güçlüdür.

Diriliş günü bizzat anlayacağımız bu gerçeği keşke daha dünyada iken yaşadığımız günler vesilesiyle anlasak ne iyi olur!

Çünkü Yüce Rabbimiz yeryüzüne saldığı Coronavirüs üzerinden tam da bunu anlatmak istiyor.

Coronavirüs ayetinin bizlere hayatın amacının sadece Allah’a kulluk ederek yaşamamız gerektiği bilincini vermesi ümidiyle…

CORONAVİRÜS DERSLERİ-6

Gördüğüm bir hususu daha sizinle paylaşmak istiyorum.

Bu konudaki arka plan bilgilerinden anlayabildiğim kadarıyla Coronavirüs, birileri tarafından biyolojik silah olarak bilimin marifetiyle laboratuvarda dizayn edilmeye çalışılırken, yani bir plan çerçevesinde hareket edilirken bir şekilde insanların kontrolünden çıkarak dünyanın başına bela oluyor.

Bu işle uğraşanların hiç de böyle planlamadıklarını düşünüyorum. Bu bana şu ayeti hatırlatıyor:

“Kafirler seni etkisiz hale getirmek veya seni öldürmek ya da seni sürmek için planlar yapıyorlardı. Onlar plan kuruyorlarsa Allah da plan kuruyor. Allah plan kuranların en hayırlısıdır” (Enfal/30)

Kısacası, birileri plan yaparken Allah’ı yok sayarak hareket etti. Allah’ın da planı vardı.

Neticede Allah’ın planı bütün planların üstünde galip geldi ve zalimleri de kapsadı.

Diyeceksiniz ki, “Haydi zalimleri anladık da, başkalarının suçu neydi? Çünkü neredeyse tüm dünyayı etkisi altına aldı.

Burada da şu ayetler önümüze çıkıyor:

“Yeryüzünde büyüklendiler, kötülük planladılar.  Halbuki kötü plan sahibine geri teper. Geçmişlere uygulanan Sünnet (yasa) dan başkasını mı bekliyorlar? Allah'ın Sünnetinde bir değişiklik göremezsin; Allah'ın Sünnetinde bir sapma göremezsin.” (Fatır/43)

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki, O fitne, içinizden sadece zulmedenleri kapsamaz, umuma yayılır. Biliniz ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir” (Enfal/25)

Artık gelinen noktada bilim denilen şeyin halen izlediği sürecin insani değerler çerçevesinde insanlığa getirdiği ve götürdükleriyle bizzat bilim insanları tarafından masaya yatırılıp kritik edilmesi zamanının çoktan geldiğini düşünüyorum.

Gelinen noktada “Bilim bu haliyle nereye koşuyor?” sorusunun çok manidar olduğunu düşünüyorum.

İnsanlığa hizmet etmesi ve Allah’ın yaratılmış ayetlerini okumak olması hasebiyle insanları Allah’a yöneltmesi gereken bu bilimsel yürüyüş nasıl ve niçin bu hale geldi?

Herhalde bugüne kadar yaratanı dışlayarak, hatta yetmiyormuş gibi varlığını-yokluğunu tartıştırarak geldiği bu saatten sonra bilim denilen yürüyüşün özür dileyerek tevbe edip Yaratana saygı duruşuna geçme zamanı gelmiştir.

Yaratanın muradı “Salih Amel” kavramı adı altında her bir insanın tüm insanlığa fayda üretme çabası içinde olması iken, “Bilim” adı altında fesat yapılıyorsa bunun nedenini Yaratandan uzak yürümede görmek gerekir diye düşünüyorum.

İnsanoğlu normalde kendisine kötülük yapan kimseden kaçar ve ilişkiyi keser ve bunda da haklıdır.

Allah insanlara ne kötülük etti de ondan uzak duruyoruz.

Gerçekten her bir insanın bu soruyu kendi adına cevaplaması gerekir.

Yaşadığımız günlerin yeni ve daha güzel bir dünyaya vesile olması dileğiyle…

CORONAVİRÜS DERSLERİ-7

Yaşadığımız Coronavirüs süreci birçok açılardan değerlendirilebilir.

Bunlardan biri de Komplo Teorisi denilebilecek bir görüntü veren siyasi bakış açısıdır.

Bu bakış açısına göre, yeryüzünde azınlık olan ama bilgi gücünü elinde bulunduran elit bir gurup gelecekte dünyadaki insanları hâkimiyetleri altına alıp kontrol etmek ve yönetmek için Coronavirüs üzerinden bir korku oluşturarak gelecekte kurmayı planladıkları dijital hayatın alt yapısını daha şimdiden hazırlamaya çalışıyorlar.

Böylece dünyada sadece bu elit gurup yöneten konumunda olacak, diğer insanların tümü ise yönetilen konumunda olacaklar.

Bu planla artık kâğıt para yerini onların hâkimiyetindeki dijital paraya bırakacak, yüz yüze eğitim uzaktan eğitime dönüşecek, insanlara çipler takılarak onlara ait her türlü veri takip edilecek ve bu veriler üzerinden insanların beyinleri hacklenecek.

Böylece insanlar artık bağımsız düşünemeyecekler.

Bu şekilde insanlar kontrol altına alınacaklar. Çip takmayı kabul etmeyenler bu yeni hayatın dışına itilecekler ve birçok haklardan mahrum kalacaklar.

Yani buna göre bugünün insanları bağımsız düşünen son nesil olacakmış.

Sonuçta geleceğin insanları yarı insan yarı makine konumunda olacakları için bizler bugün normal olan son insan neslini temsil ediyormuşuz.

Bu tür fikirler ve korkular genellikle İsrail’li tarihçi ve felsefeci olan ve Tanrıyı insanların yarattığı inancında olan Yuval Noah Harari ve kitapları üzerinden yeryüzüne sunulmaktadır.

Bir an için bu yorumun doğru olduğunu var sayalım.

Bir Müslüman olarak benim tavrım şudur:  

Coronavirüs üzerinden bu planı yapanlar ve buna inananlar bu varlığı ve hayatı sahipsiz mi zannediyorlar?

Ancak evrene her zerresiyle her an hâkim yüce bir yaratıcıya inanmayan insanlar bu tür yorumlara açık olup tesirinde kalabilirler.

Allah’ın vahyine iman etmiş bir mümin olarak Kur’an penceresinden hayata baktığım zaman orada her an her şeye hâkim olan mutlak bir gücün varlığını görüyorum:

“Mülkü elinde tutan Allah ne yüce bir varlıktır! O her şeyin üzerinde iktidar sahibidir” (Mülk/1)

“Ben, benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvendim. O’nun kontrol etmediği hiçbir yaratık yoktur. Şüphesiz benim Rabbim dosdoğru bir yol üzeredir” (Hud/56)

“O kullarına tam anlamıyla egemendir. Her hükmünde isabet eden ve her şeyden haberdar olan Odur” (Enam/18)

“O’nun egemenliği yeri ve gökleri(var olan her şeyi) kaplamıştır” (Bakara/2)

Böyle bir gücün karşısında kim ne yapabilir?

Elbette kimsenin bir şey yapmaya gücü yetmez. Sorun insanın böyle bir güce inançla bağlı olup olmadığındadır.

İnancıyla ve yaşamıyla Allah’a bağlı olanı hiç kimse O’ndan çalıp kontrolüne alamaz.

Ama insanın böyle bir ilahi güçle bağlantısı yoksa elbette böyle insanlar korkutularak egemenlik altına alınabilir.

Bu yüzden Rabbimiz

“Sadece benden korkun” (Bakara/40),

“İnsanlardan korkmayın, benden korkun” (Maide/44) buyuruyor.

Allah’a Kur’anın anlattığı şekilde inanan hiç kimseyi başkaları korkutup tesiri altına alamaz.

Buna tevhit inancı diyoruz.

Ama Bunun zıddı olan şirk inancına sahip olanlar korkutulmaya ve egemenlik altına alınmaya müsaittirler.

Bunu İbrahim (as)in ağzından Allah söylüyor:

“Allah'ın kendileri hakkında size hiç bir delil vermediklerini O'na şirk koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl olur da sizin şirk koştuklarınızdan korkarım? Hangi taraf (şirk ehli mi, yoksa tevhit ehli mi) güvende olmaya daha layıktır? Bir bilseniz! (Enam/81)

Kur’an’ın belirttiği şekilde Allah’ı tanımayan ve O’na iman etmeyen kimseler şirkten ve korkutulmaktan asla kurtulamazlar.

Kısaca, sadece Tevhit ehli olanlar korkudan uzak ve Allah’ın korumasında olabilir.

Dolayısıyla Coronavirüs hakkında başta zikrettiğim komplo teorisi niteliğindeki siyasi yorum Kur’an üzerinden Allah’a bağlı tevhit ehli kimselerin kafasına sığmaz.

Sadece Rabbimizden korkarak yaşamaya vesile olması dileğiyle…

CORONAVİRÜS DERSLERİ-8

Kur’an’da anlatılan ve bizim “Mucize” dediğimiz şeylere Rabbimiz “Ayet” der.

Mesela, Musa(as)-Firavun mücadelesinde denizin yarılması ve orada Firavun ve ordusunun boğulmasına ayet denilir. (Şuara/67)

Bugün Coronavirüs sebebiyle insanlık tarihinin en büyük ayetini yaşıyoruz.

Bu ifade size abartılı gelmiş olabilir. Asla öyle değil.

Çünkü biz insanlar çoğu zaman içinde olduğumuz şeyi göremeyiz.

Ancak ona dışarıdan bakabildiğimiz ve kıyas yapabildiğimiz oranda gerçekliğini bütünüyle görebiliriz.

Bu bağlamda şimdi söyleyeceklerime dikkat edin!

Kur’an Musa (as)- Firavun olayını özetle şöyle anlatır:

Firavun İsrail oğullarını gruplara ayırmış zulmediyordu. Kendi saltanatını daim kılma uğruna onların erkek çocuklarını öldürüyor, kadınlarını sağ bırakıyordu.

Bu şekilde sayılarını bilemeyeceğimiz kadar katletmişti.

Allah Nihayet onlara Musa (as)yı gönderdi. Onlar Musa (as)ya iman edip Mısır’ı terk ettiler.

Firavun ve ordusu fiziken karşı konulamaz bir güç olarak onların peşine takıldı.

Tam kıstırdıkları anda Allah denizde bir yol açarak Musa (as) ve müminleri karşıya geçirdi ama aynı yolda Firavun ve ordusunu, hem de yıllarca zulmettiği insanların gözü önünde tamamen boğarak helak etti.

Şimdi bu olay ile günümüzde yaşadığımız şu olayı yan yana koyun ve düşünün!

Amerika güç olarak yeryüzünde tek olmanın verdiği şımarıklıkla istediği yere saldırıyordu.

Kendi egemenliğini devam ettirme uğruna başka insanların kaynaklarını zorla gasp ederek geride milyonlarca gözü yaşlı insan ve ceset bırakıyordu.

Bunu ya bizzat kendisi, ya da imkân verdiği kiralık katilleri vasıtasıyla yapıyordu.

Bunu yaparken kendisine hiçbir şey yapılamayacağını zannediyordu.

Fakat Allah onları hiç beklemedikleri bir şekilde helak etmeye başladı. Zaten Kur’an’a baktığımız zaman Allah’ın helak ettiği toplumları onların asla beklemedikleri şekillerde helak ettiğini görürüz.

Mesela, Nuh (as)u denizin olmadığı yerde gönderip gemi yaptırarak iman etmeyenleri hem gökten indirdiği, hem de yerden fışkırttığı suyla helak etti.

Çağının en güçlü toplumu olan Ad kavmini bir hafta aralıksız üzerlerinde estirdiği rüzgârla helak etti.

Çok güvenli evleri olan Semud Kavmini Korkunç bir sesle helak etti.

Şuayb(as)ın gönderildiği Eyke toplumunu gölge gününün azabıyla (Şuara/189) helak etti.

Rabbimiz günümüzde Amerika’yı hiç kimsenin aklına gelmeyecek şekilde Coronavirüs denilen ve görünmeyen bir yaratık tarafından her gün binlercesini boğarak eritmeye başladı.

Niçin “boğarak” diyorum?

Çünkü bu virüs özellikle akciğeri tahrip ederek solunum yetmezliği oluşturuyor.

Dolayısıyla Kurbanlarını onların nefeslerini keserek alıyor. Bütün dünyanın gözü önünde her gün sayıları artarak binlerce Amerikalı helak oluyor.

Bu yazıyı yazdığım saatlerde (8 Nisan 2020) verilen bilgiye göre son 24 saatte Amerika’da Coronavirüsten ölenlerin sayısı 1918 idi.

Bu sayı Amerika’yı ölü sayısı bakımından dünyada en üst sıraya yükseltti. Bir gün öncesinde ise 24 saatlik bilanço 1300 küsür civarındaydı.

Görüyorsunuz değil mi?

Daha önce çoluk-çocuk demeden çeşitli coğrafyalarda bir günde yüzlerce insanı öldüren Amerika, bugün bir günde binlerce ifade edeceğimiz dilimlerle Allah tarafından hem de kendi toprağında helak ediliyor.

Firavun ve toplumu bir defada lokal olarak İsrail oğullarının önünde boğulup atılmıştı.

Ama Amerika zulmettiği dünya kamuoyunun önünde her gün artan sayılarla adeta ağır çekimde yavaş yavaş helak ediliyor.

Bu durum karşısında hiçbir bilgi ve teknoloji bir işe yaramıyor. Ey akıl sahipleri! Gerçekten çok büyük bir ayet yaşıyoruz, ibret alalım.

Bana göre şu an yaşadığımız küresel ayet, Kur’an da anlatılan denizin yarılması ayetinden daha büyüktür.

Böyle giderse belki de, Amerika ve batının temsil ettiği vahşi medeniyet hakkında “Coronavirüs denilen görünmez bir yaratık tarafından çökertildi” diye tarihe bir not düşülecek, bilmiyoruz.

Dünün, “İslam coğrafyası neden dünyanın en sorunlu yerleri?” sorusu, bugün yerini “Neden Amerika ve Avrupa Coronavirüs salgınının merkezi haline geldi?” sorusuna bıraktı.

Gerçekten düşünmeye değer!

Sakın ha! Olayı medyanın ve bilim insanlarının aldatmacasıyla aşısı olmayan, dolayısıyla aşısı bulunduğunda gelip geçecek bir sağlık ve salgın problemi olarak görmeyelim.

Eğer böyle anlarsak Allah’ın ayetinden yüz çeviriyoruz demektir.

O zaman atalarının yaşadığı ayetleri düşünüp ibret alacakları yerde, “Atalarımız bir takım sıkıntılar ve güzel günler yaşamış” diyerek olayı masal-hikâye tarzında algılayıp ders çıkarmayan kimselere döneriz.

“Her ne zaman bir ülkeye bir peygamber gönderdiysek, yalvarsınlar diye halkını darlık ve sıkıntıya uğrattık. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve “Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı” dediler. Biz de onları, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık.” (Araf/94,95)

Günümüzde birçok kimseden “Önemli olan yaşadıklarımızdan ders çıkarmak” şeklinde cümleler duyuyorum.

Bunlar güzel şeyler.

Ne yazık ki, böyle diyenlerin çoğunun kendilerinin değil de, başkalarının ders çıkarmalarını kastettiğini görüyorum.

Oysa ben ders almadıktan sonra başkalarının dersinin bana ne faydası olacak!

Eğer ben bu kadar büyük bir ayeti yaşadığım ve gördüğüm halde, bende Allah’a doğru azıcık da olsa bir değişiklik yapmadıysa ve ben yine eski halime devam edeceksem yazıklar olsun bana!

İsrail oğulları denizin yarılması ayetini yaşadıkları halde Musa (as)dan bir kabileyi işaret ederek, “bize de onların ilahı gibi bir ilah tayin et” demişlerdi ve kafirlik etmişlerdi.

“İsrail oğullarını denizden geçirdik. Kendilerine özgü heykellere tapan bir topluluğa rastladılar ve: "Musa, bunların ilahları gibi bize de bir ilah yap," dediler. "Siz, gerçekten cahil bir topluluksunuz!" dedi. Bunlar, daldıkları bu şeylerle helak olacaklar ve yaptıkları ise hiç bir temele dayanmıyor." (Araf/138,139)

Biz de bu kadar büyük bir ayete şahit olduğumuz halde eski hayatımızı aynen devam ettirirsek, İsrail oğullarından ne farkımız kalır?

Hamdolsun, bugün Amerika ve Avrupa’da şahit olduğumuz ezanların açıktan okunması, birtakım insanların Kur’an’a yönelmesi gibi görüntüler hayatın Coronavirüs’ ten sonra aynı olmayacağını gösteriyor.

Şahsen ben Coronavirüsün yarattığı bu korku ve ibretamiz tablonun insanların fıtratındaki manevi potansiyeli harekete geçireceğini ve özellikle Amerika ve Avrupa’da İslam’a doğru bir yönelişin olacağını ümit ediyorum.

Coronavirüs sebebiyle bizler bugün Rabbimizin;

“Vakti geldikçe insana, hem kendi dışında ve hem de bizzat kendi bireysel hayatında ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki bunun(Kur’an’ın) tartışmasız bir gerçek olduğu herkes için ortaya çıksın. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet/53) mealindeki ayetini yaşamaktayız.

Coronavirüs bizlere gördüklerimizden değil, görmediklerimizden korkmayı öğretti.

Şöyle ki, Coronavirüs denen yaratık bizim şu yapımızla göremeyeceğimiz bir varlık.

Biz onu görmüyoruz ama o bizi her yerde görüp bulaşabilir.

Bu yüzden bütün dünya ondan korkuyor.

Bu metafordan hareketle, biz Rabbimizi görmüyoruz çünkü O gaybi bir varlıktır ama O bizi her yerde görüyor.

Rabbimiz Maide/94. ayette imtihanın asıl amacının da bu olduğunu bildiriyor:

“Men yehafuhu bil gayb” Yani “Kim gaybi/görünmeyen Allah’tan korkacak?”

Evet, dediğim gibi Coronavirüs bize “gördüğümüz zalimlerden ve güçlerinden” değil, görmediğimiz ama bizi her yerde her an gören ve her şeyin Rabbi olan Allah’tan korkmayı öğretti.

Evet, Rabbimizin bu kadar büyük ayetini evlerimize kapanarak yaşadığımız şu günlerde sıkılan canımızı rahatlatmak için Kur’an’ın ifadesiyle “Lehv-el Hadis” (Lokman/6) türü, yani insanı sadece eğleyen ve can sıkısını gideren şeylerle meşgul olup ayeti boşa çıkarmayalım.

Allah’ın indirilen ayetiyle(Kur’an’la) yaratılan ve şu an yaşadığımız ayetini gerektiği şekilde anlamaya ve yaşamaya çalışalım.

Allah’ı hakkıyla takdir edenlerden olmamız dileğiyle…

CORONAVİRÜS DERSLERİ-9

Batının teknolojik medeniyetinin dünyada oluşturduğu bir paradigma vardı. Bu paradigmanın merkezinde teknolojik bilgi var.

Buna göre “bu bilgiyi kim elinde bulundurursa güçlü olan odur”. Fakat Coronavirüs dünyaya hâkim olan bu paradigmayı bozdu ve değiştirdi.

Ben şahsen Coronavirüs sebebiyle, hayatın teknolojiye değil, toprağa dayalı olduğunu net bir şekilde görmüş oldum.

Önceden de böyle düşünüyordum.

Geldiğimiz noktada ise düşündüğümü somut olarak gördüm. Ne demek istediğimi size izah edeyim.

1981 ve sonrasında fakültede okurken ajanda tutardım. Ajandama zaman zaman düşündüğüm şeyleri yazardım.

Bunlardan biri de, tarıma dayalı toplumların teknolojiye dayalı toplumlardan daha güçlü olduğu yolundaki fikrimdi.

Tabi bunu bugün bile insanlara anlatmak çok zor. Kaldı ki o yıllarda anlatmak neredeyse imkansızdı.

Çünkü teknolojik güç neredeyse herkesi büyüleyerek etkisi altına almıştı.

Yakın zamana kadar bu büyünün etkisinde konuşanlar şöyle diyorlardı:

Adamlar (Batılılar) senin tarlanda bir yılda ürettiğini yaptıkları cep telefonlarından sadece bir tanesini vererek senden satın alıyorlar.

Yine adamların kurdukları bir facebook şirketinin dünya piyasalarındaki değeri 500 milyar dolara yakın.

Türkiye’nin bütçesi ise bundan daha az. Yani bizim bir yıllık bütçemiz bile onların bir şirketi etmiyor…

Bu konuda örnekler böyle sürüp gidiyor.

Elbette bu kıyas ve değerlendirmeler ilk etapta dinleyenleri sarsarak söyleyenlerin haklı olduğu zannını uyandırabilir.

Şimdilik bunu bir kenara koyalım.

Teknolojik gücü tamamen devre dışı ve aciz bırakan Coronavirüs sürecinin ne zaman biteceği, nerelere evrileceği ve ne tür sonuçlar doğuracağı konusunda kimse net bir şey söyleyemiyor.

Bildiğimiz kesin bir şey var ki, o da, Coronavirüsten sonra hayat eskisi gibi olmayacak.

Mesela, ciddi ciddi seslendirilen şeylerden biri gelecekte dünyayı büyük bir ekonomik krizin beklediğidir.

Hatta birçok ülkelerde kıtlık olacağından bahsediliyor. Bunları söyleyenler haksız da sayılmazlar.

Çünkü en ufak bir panikte insanların marketleri boşaltmaları, hatta yağmalamaya kalkmaları, petrol fiyatlarının tarihte ilk kez sıfırın altına düşmesi bu kaygıyı besleyen görüntülerdir.

Daha düne kadar dünyanın en değerli madeni olan ve uğrunda nice savaşların yapıldığı ve nice insanların canına kıyılan petrolün bu kadar değersiz hale geleceğini kim kestirebilirdi?

Öyle ki, bir zamanlar insan kanından daha pahalı olan petrol bugün karantina sebebiyle kullanılamadığından dolayı alıcı bulamıyor, hatta satanlar üste para vererek satmaya kalkıyorlar.

Dünyada üste para verilerek satılan ikinci bir şey yok.

Dünyanın en değerli şeyi nasıl bu hale geldi?

Daha şimdiden yaşadığımız bu görüntüler, gelecekte daha büyük sorunların habercisi gibi duruyor.

İnşaAllah tahminlerimizde yanılırız ama eğer gelecekte dünyada bir kıtlık yaşanacaksa daha şimdiden perişanlıkları ortada olan ve güçleri teknolojiye dayanan ülkeler ne yapacaklar?

Yukarıda “şimdilik burada dursun” dediğim cümlelerimi tekrar buraya alarak diyorum ki, kıtlık olduğunda cep telefonları gibi teknolojik ürünleri üretenler ve facebook gibi çok değerli şirketleri olanlar yaşama devam etmek için bunları mı yiyecekler?

Elbette böyle bir durumda bunlar yenmeyeceği için herhalde birbirlerini yiyecekler!

Göründüğü gibi Coronavirüs, batı medeniyetinin karizmasını çizmek ne demek, darmadağın etmiş durumda.

Ayrıca bu vesile ile batının dünyada oluşturduğu paradigma da radikal bir şekilde değişmiştir ve değişmeye devam edecektir.

Hayata artık batının açtığı pencerden değil Coronavirüsün açtığı pencereden bakıyoruz.

Teknolojinin hayatı kolaylaştıran ürünleri olmasa da hayat eskiden nasılsa öyle devam eder.

Yani sizin teknolojiniz olmasa da olur. Ama bizim ürettiğimiz tarımsal ürünler olmazsa hayat devam etmez.

Yani olmazsa olmaz. Bu vesile ile başta söylediğimi bir kez daha tekrar etmek istiyorum:

Hayat, teknolojiye bağlı değil, toprağa ve suya bağlıdır. Bu yüzden tarıma dayalı toplumlar teknolojiye dayalı olanlardan daha güçlüdür.

Bu husus bize şunu anlatmaktadır:

Bizi yaratan Allah Rezzak(rızık veren) sıfatını su ve toprak üzerinden yürütmektedir. Bizler bu yüzden yediklerimiz ve içtiklerimize bakarak bütün minnet ve kulluğumuzu bunları bize sağlayan Allah’a yöneltmek ve kendimizi O’na karşı sorumlu hissetmek mecburiyetindeyiz.

Hamdolsun! Allah bizi öyle bereketli bir coğrafyada yaşatıyor ki, her türlü nimetlerle birlikte dört mevsimi bir arada yaşıyoruz.

Dünyada kendine yettikten sonra dışarıya da ürün satan az sayıda ülkelerden biriyiz. Şu ayeti hatırlamanın tam da yeri:

“Andolsun Sebe'lilerin yurtlarında Allah'ın kudretine bir işaret vardır. Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara, “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyiniz ve O'na şükrediniz” denildi. Ne güzel bir ülke ve ne güzel affedici bir Rabb”(Sebe/15)

Bunu göremediğimiz zaman, ellerimizle yaptığımız ve olmazsa da hayatın yürüyeceği bir takım teknolojik ürünlerde güç vehmederiz.

Bu da bizi maalesef günümüzde olduğu gibi ellerimizle yaptıklarımıza hayranlığa ve tapınmaya götürür ki, sonuçta kaybederiz.

Allah bu konuda yine Sebe kavmini örnek gösterir:

“Buna rağmen onlar yüz çevirdiler. Biz de onların üzerlerine barajları yıkan o Arim selini gönderdik. Onların bahçelerini acı yemişli, meyvesiz ve içinde birkaç sedir ağacı bulunan iki verimsiz bahçeye dönüştürdük.”(Sebe/16)

Allah kendisinden başka şeylere dayananlara ibretlik bir misal verir.

“Allah’tan başka [varlıkları ve güçleri] sığınak kabul edenlerin durumu, kendisine ağ ören dişi örümceğin durumuna benzer: Çünkü barınakların en zayıfı örümcek ağıdır. Keşke bunu anlasalardı!”(Ankebut/41)

Bilindiği gibi örümcek ağı çok basittir. Ufak bir üflemeyle hemen çöker. Çok ilginçtir Allah dişi örümceği örnek veriyor.

Araştıranlar bilir, toplumumuzda da karadul olarak anılan dişi örümcek erkek örümceği bir şekilde cezbeder, onunla çiftleşir ama çiftleştikten sonra onu yer.

Dikkat ederseniz erkek örümceğin keyiflenmek için girdiği ev kendine mezar oluyor.

Gerçekten Allah’ın dışında başka şeylere dayanarak yaşayanları anlatan çok düşündürücü bir misal…

Görmek ve uyanmak ümidiyle…

CORONAVİRÜS DERSLER-10

Amerikalı yazar ve düşünür olan Henry David Thoreau 1845 de yaşadığı şehrin dışına çıkarak Walden gölünün yakınında ormanlık bir bölgede kendisinin yaptığı basit bir evde iki yıl kadar bir yaşam sürer.

Bunun amacını eseri olan “Walden ya da Ormanda Yaşam” adlı kitabında kendisi şöyle açıklar:

“Bu hayatı düşüne taşına yaşamak ve ölüm vakti geldiğinde sadece ölümün hatırlatacağı şeyleri daha ölüm gelmeden önce hatırlamak için ormana gittim.”

Yazar gerçekten ormandaki iki yıldan fazla süren yaşamında bu hayata dışarıdan bakma imkânı bulur.

Bu konuda çok önemli tecrübeler edinir ve tespitlerde bulunur.

Mesela, şehirde yaşarken hayatımıza aldığımız birçok şeyin gereksiz olduğunu ve bunların olmadan da hayatın güzel bir şekilde sürdürüleceğini fark eder.

Gerçekten insan çoğu kez içinde olduğu şeyi göremiyor veya doğru değerlendiremiyor.

Bizler Coronavirüs sebebiyle evlerimize kapandığımız şu günlerde Amerikalı yazarın ormanda yaşarken edindiği tecrübelere benzer şeylere şahit oluyoruz.

Sanki Coronavirüs bizlere “Ey insanlar! Hayatın seline kapılmış, her gün hızın daha da arttığı bir şekilde neyin ne olduğunu düşünmeden yaşayıp gidiyorsunuz. Evlerinizde bir süreliğine oturup yaşadığınız hayatı tekrar düşünün bakalım” diyor.

Gerçekten evlerimizde kalırken bazı şeyleri fark etmeye başladığımızı düşünüyorum.

Bir defa çok hızlı yaşıyorduk.

Eve çekilince hız düştü ve tabir yerindeyse arabanın en düşük çalışma seviyesi olan rölantiye düştük.

Bildiğiniz gibi arabayı ne kadar hızlı sürersek çevrede olup biteni o kadar göremeyiz.

Çünkü hız insanı kör eder.

Bunun yanında hızımız ne kadar düşük olursa seyahatimiz o oranda görerek ve doyarak gerçekleşir.

Biz de evlerimizdeki rölanti hayatımızda dışarıda bıraktığımız hayatı yeni yeni görmeye başladık.

Evet, çok hızlı yaşıyoruz demiştim.

Hızlı yaşamak başta insana ruhunu kaybettirir.

Hani meşhur hikâyede olduğu gibi, Kızılderili ile beyaz adam hızlı bir şekilde yürüyormuş.

Bir müddet sonra beyaz adam bir bakmış ki Kızılderili geride kalmış bir ağacın altında oturuyor.

Ona seslenerek “Gelsene, Niçin Bekliyorsun?” diyor. Kızılderili’nin cevabı çok düşündürücü: “Ruhumu bekliyorum”

Evet, yaşadığımız hayat çok hızlıydı. Modern batılı insan ruhsuz bir şekilde koştururken bizleri de etkileyerek peşinden koşturuyordu.

Şimdilerde hep birlikte evlerimizde oturmuş ruhlarımızı bekliyoruz! Bu hayat düşüne taşına yaşanacaksa, bu ancak ruhumuzla birlikte olacak.

İnşaAllah evlerimiz bize kaybettiğimiz ruhumuzu tekrar bağışlar. Ruh, Allah’ın insanı yaratırken ona taktığı bir çiptir adeta!

Çünkü Rabbimiz “Ruhumdan üfledim”(Hicr/29) diyor.

Biz bu çip sayesinde bilinçli olarak Rabbimizle ilişki kurarız. Başkaları bize çip takmadan önce inşaAllah evlerimizde ilahi çipimizi tekrar kuşanırız!

Evlerimizin dışındaki hayatımız haz üzerinde yürüyordu.

Yani arzularımızın peşinde koşuyorduk. Ne hoşumuza giderse onun bizi için iyi olduğunu zannediyorduk.

Mesela, Cafe kültürü oldukça yaygınlaşmıştı.

Pahalı pahalı şeyleri içmek için oraları dolduruyor ve saatlerimizi heba ediyorduk.

Sanki evimizde çay-kahve yokmuş gibi… Üstelik ailemizi terk ederek…

Yine karnımızı doyurmak için lüks lokantalara gidip bir kısmı çöpe gidecek şekilde yemek yeme tarzını çok sevmiştik.

Hem evimizi terk ederek, hem de dünyada şu kadar insan aç yaşarken, ya da ölürken… Daha da kötüsünü söyleyeyim, tokluktan ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerin sayısını geçmişken…

Evet, hazlarımızın peşinde koşturuyorduk.

Oysa nice hoşumuza giden şeylerin sonradan acısını yaşamışızdır. Hoşumuza gitmeyen şeylerden uzak duruyorduk.

Oysa nice yapmak zorunda kaldığımız şeyler için sonradan “iyi ki olmuş, şanslıymışım” dediğimiz olmuştur.

“Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için iyi, hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.”(Bakara/216)

Hoşumuza gitse de zevklerin bir müddet sonra insanı darmadağın ederek çözdüğünü, hoşumuza gitmeyen birtakım sıkıntıların ise insanı derleyip-toparlayıp olgunlaştırdığını hepimiz biliyoruz.

Bütün bunları evlerimizi terk ederek yapıyorduk. Evlerimize yabancılaşmıştık. Dışarıdaki hayatımızdan eve döndüğümüzde Otele mi, yoksa evimize mi geliyorduk, belli değildi.

“Allah evlerinizi size bir huzur ve sükun yeri yaptı.”(Nahl/80)

Demek istediğim odur ki, Coronavirüs süreci biraz zorlansak ta bizi uzaklaştığımız evimize çevirdi. Biz buna “Özümüze çevirdi” dersek daha doğru olur herhalde…

Evlerimizde yaşarken olan şeylerin bize yettiğini hatta bazı şeylerin gereksiz olduğunu, boşuna aldığımızı fark ettik.

Mesela, üstümüzde basit bir tişört ve eşofmanı günlerce giyerek hayatın devam ettiğini görünce gardroplara sığmayan elbiselerin gereksizliğini fark etmekle birlikte, aslında iki adet elbisenin bile yeterli olacağını anladık.

Bir sürü para ödeyerek aldığımız onca şeyleri ihtiyaçtan ziyade, ya başkalarına gösteriş yapmak, ya da hazlarımızın peşinden koştuğumuz için aldığımızı fark ettik.

Öyle ya evde yaşarken kime gösteriş yapacağız? Ya da dışarı çıkıp görmediğimiz için nasıl yeni hazlar edineceğiz?

Evimizde kalmak bizim sade ve basit bir hayatın güzelliğini ve daha kolay olduğunu keşfetmemizi sağladı.

Dolayısıyla evimizin dışındaki hayatın bizde sürekli şuna-buna sahip olma duygusunu artırdığını fark ettik.

Gerçekten az bir parayla ve eşyalarla da bu hayatın sürdürülebildiğini öğrendik.

O zaman hayatta hiçbir zaman kullanmayacağımız boyutlarda servet biriktirip, hatta sınırsızca yığma arzusuyla hayatımızı bu uğurda harcayıp sonra da ölürken bırakıp gitmek affedersiniz ama aptalca bir yaşam olmuyor mu?

Demek ki doğru olan şey, ne kadar çok servete sahip olursak o kadar zengin olacağımız değil, ne kadar az şeye ihtiyaç duyarsak o kadar zengin olacağımızdır.

Neil Postman “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı eserinde reklamların hiçbir zaman üretilen malı tanıtma amacı taşımadığını, tam tersine insana “Sen bunu alırsan Değerli olacaksın” hissi vermeyi amaçladığını belirtir.

Gerçekten insanı adeta yolunacak kaz gibi gören ve bu uğurda her şeyi paraya tahvil etmeyi amaçlayan vahşi kapitalizmin çarkları arasında dönüp duruyoruz.

Buna da “yaşam” diyoruz.

Ev alıyoruz, ev sorunumuz devam ediyor, araba alıyoruz araba sorunumuz devam ediyor, cep telefonu alıyoruz, telefon sorunumuz devam ediyor…

Çünkü bizi köleleştiren kapitalizm önümüze sürekli yenisini koyunca gözümüz hep sahip olmadığımız şeylerde oluyor.

Dolayısıyla, gözümüz aşağıdaki sahip olduğumuz nimetleri görmüyor. Kapitalist çark bizi hiçbir zaman birincisi olmayacak ve sadece sömürüleceğimiz bir yarışın içine sokuyor.

Reklamların aldatıcı gazıyla da önümüze konulan şeylere sahip olmadık mı kendimizi değersiz hissedip aşağılık kompleksine giriyoruz.

İşte hayat çarkımız böyle dönüp duruyor.

Neticede sahip olduğumuz nimetlerin sahibi olan Rabbimize karşı şükürden/huzurdan uzak nankörler olup çıkıyoruz.

Kur'an'ın şu ayetleri bizi bu çarkların arasından çekip çıkaracak nitelikte olsa gerek. Mealini meramımı daha iyi ifade edecek şekilde biraz yorumlayarak veriyorum:

“Ey insanlar! Yaşadığınız şu hayatın refahını her geçen gün daha da çoğaltma telaşı sizi ne kadar oyaladı! Ta ölünceye kadar bu telaşla yaşıyorsunuz. Ama hayır! Vakti gelince, gerçeği (burada) öğreneceksiniz; daha da olmadı, o zaman vakti gelince gerçeği (orada) öğreneceksiniz. Hayır hayır, Eğer bu (tutkunun neye mal olduğunu) tam kavramış olsaydınız elbet (dünyayı) cehenneme (çevirdiğinizi) de görürdünüz. (Tutun ki burada göremediniz), ama daha sonra (ahirette) onu zaten gözlerinizle göreceksiniz; nihayet o gün, ebedî nimetlerden vaz geçip (geçici nimetlere yönelmenizden) dolayı hesaba çekileceksiniz.”(Tekasür/1-8)

Bu mülahazalar üzerinden yaşadığımız hayatı düşüne taşına yaşama dileğiyle…

CORONAVİRÜS DERSLERİ-11

Coronavirüs salgınıyla mücadele ederken yetkililer korunma tedbirleri konusunda haklı olarak tüm insanlara şöyle diyorlar:

“Kendinizde virüs varmış gibi düşünün ve başkalarına bulaştırmaktan sakının. Aynı şekilde kendiniz dışındaki her insanın da virüslü olabileceğini düşünün ve size bulaştırmalarından sakının. Yine insanların dışında herhangi bir yere dokunduğunuzda dokunduğunuz yerin virüslü olabileceğini düşünerek elinizi ağzınıza götürmeyin ve hemen ellerinizi iyice yıkayın.”

Gerçekten bu varsayımla hareket ederek salgınla mücadele etmek çok güzel bir tedbirdir.

Bu harika tedbirin ana fikri şudur:

“Her insan yaşarken kendisi dışındaki hiçbir şeyi yok saymadan, tam tersine her şeyi dikkate alarak yaşayacak.”

Bu söylediklerimi şimdilik burada bırakarak beni izlemeye devam edin. Çünkü az sonra söylediğim şeyle bunu birleştirip bir sonuca varacağım inşaAllah.

Yaratıcıyı yok sayarak, ya da hayatın dışına bırakarak seküler bir hayat görüşü inşa eden batı medeniyeti “yaratıcının yerine” hayatın merkezine insanı oturttu.

Aslında buna insanın tanrılaşması da diyebiliriz.

Bu şekilde kendini öne çıkaran insanda zamanla egoist ve bireysel bir bakış açısı oluştu.

Bu bakış açısı felsefi bir kavram olan İndividüalizm(bireycilik) kelimesiyle ifade edilmektedir.

Bu bakış açısına sahip olan insan için en önemli şey kendisidir. Böyle düşünen insan artık kendini başkalarına göre sorumlu hissetmez, ya da sorumluluk duygusu zayıf olur.

Böyle bir insan için Din, Ahlak ve Erdemli olmak gibi şeyler artık önemini yitirmektedir.

Çünkü Din, Ahlak ve Erdem gibi kavramlar ancak başkalarının da dikkate alındığı yerde geçerli olan kavramlardır.

Dikkat ederseniz iyilik yapmak, affetmek, paylaşmak, cömertlik, sevmek, israf… gibi kavramlar hep başkalarıyla ilgili davranışlardır.

Kendisinden başkasını düşünmeden yaşayan insanlarda bu erdemler ne gezer! Hele böyle insanlar güç sahibi olduklarında daha da kötü olurlar.

Rabbimiz bu gerçeği şöyle dile getirmiş:

“Gerçek şu ki, insan ne zaman kendisini yeterli görse (kimseye muhtaç olmadığını zannetse) fütursuzca azar (kendini tanrılaştırır).”(Alak/6,7)

Bu tip insanlar sahip oldukları güç sebebiyle başkalarının kendisinden hesap soramayacaklarını bildikleri için onları yok sayarak ya da önemsemeden yaşarlar.

Bu bireysel bakış açısı onları başkalarına karşı haksızlığa ve bozgunculuğa sürükler.

Bu tip insanları Rabbimiz uyararak ne güzel ifade etmiş. İlgili ayetleri lafzı değil de manayı esas alarak şöyle meallendirmek mümkün:

“Kendileri söz konusu olduğu zaman kılı kırk yararcasına son derece hassas davranan, başkaları söz konusu olduğu zaman ise aynı duyarlılığı göstermeyip eksik davrananlara yazıklar olsun! Bunlar o büyük günde alemlerin Rabbinin huzurunda diriltilip hesap vermeyeceklerini mi zannediyorlar?”(Mutaffifin/1-6)

Hadis rivayetlerinde bu husus şöyle formüle edilmiştir:

“Kendisi için sevip istediği şeyi başkaları için de istemeyen kimse iman etmemiştir.”

Bilimseler gelişmeler göstermiştir ki nerede başlayıp bittiğini bilmediğimiz evren, içindeki varlıklarla çeşitliliği barındırsa da, bütün varlıklar ilahi bir güce bağlı olarak birbirleriyle ilişkili bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlar.

Yani tüm yaratılanlar birbirleriyle ilişkili olduğu gibi, aynı zamanda da hepsi yaratıcıya bağlıdırlar.

Kısacası, Allah’ın yaratması bir bütün halinde devam ediyor. Buna “kevnî tevhit” diyoruz.

Biz bu gerçeğin Kurandan hareketle zaten farkındaydık. Bu gerçek, yaşam esnasında hiçbir varlığın başkalarını yok sayamayacağını ortaya koyar.

Mesela, bir bilgisayar düşünün!

Bu bilgisayar tüm parçalarıyla birlikte bir bütündür. Yoksa parçalardan birine bilgisayar denmez.

Üstelik bu parçaların hepsi birbirleriyle ilişkilidir. Hiçbir parça kendisi dışındaki parçaları yok sayarak hareket edemez.

Ederse hem kendisine, hem de bilgisayara zarar verir.

Bilgisayar da mühendisine bağlıdır. Mühendisten bağımsız bir bilgisayar düşünülemez.

Allah ve evreni bu bilgisayar örneği üzerinden düşünelim! Yaratılmışların bir parçası olan hiçbir insan kendi dışındaki yaratılmışları ve yaratanı yok sayarak davranma imkânına sahip değil.

Çünkü Allah her şeyi birbirine, aynı zamanda da kendisine muhtaç yaratmış. Buna da “ilahi tevhit” diyoruz.

“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.”(Zuhruf/32)

İnsan olarak “başkalarına muhtaç” yaratıldığımızın farkına varalım. Dünyanın Kralı da olsak bir tamirciye, bize yardım edecek bir insana muhtacız. Bir ağaca muhtacız.

Çünkü o bize oksijen üretiyor, gölgelik oluşturuyor, meyve veriyor ve yeşilliğiyle gözlerimize zevk veriyor.

Dolayısıyla tabiatı tahrip edemeyiz. Afrika’daki bir kabilenin belgeselini izlerken onlardan biri şöyle demişti:

“Biz tabiattan istifade ederken ihtiyacımızdan fazlasını almayız. Çünkü tabiat bize bir denge içinde gerekli olan şeyleri veriyor. Eğer biz fazla alıp yığmaya kalkarsak bu dengeyi bozar tabiatı yok ederiz. Tabiatı yok edersek biz de yok oluruz. Çünkü biz tabiatla birlikte varız.”

İşte bu, insan olarak her birimiz yaşarken kendi dışımızdaki her şeye karşı bu Afrika’lının şuuruyla hareket etmek zorundayız.

Bizler tabiattan kopunca Allah’tan da koptuk ya da Allah’tan kopunca tabiattan da koptuk. Kısacası, ait olduğumuz bütünden koptuk.

Şimdi başta bıraktığım şeye geleyim.

Bizler bu salgında virüs bize bulaşmasın diye kendi dışımızdaki her şeyi dikkate alıyorduk ya!

Coronavirüs üzerinden bizler kendi dışımızdaki her şeyi dikkate alarak yaşamasını öğrendik.

Bir diğer ifade ile “bütün” den koparak ve bireycilik yaparak yaşamanın yanlış olduğunu öğrendik.

Tabi kendi dışımızdaki şeyler dediysem sadece yaratılanları kastetmiyorum, asıl hesap vereceğimiz yaratanı görerek tüm varlıklarla ilişkimizi O’nun üzerinden yürütmemiz gerekiyor.

Yoksa “Allah Var” deyip yokmuş gibi yaşamak bizi tekrar yanlışa sürükleyecektir.

“Göklerdeki ilah O’dur, yerdeki ilah da O’dur. Doğru kararlar veren ve her şeyi bilen O’dur.”(84)

Tüm yaratılanlara Yaratıcıyla birlikte bir bütün olarak bakabilmek dileğiyle…

CORONAVİRÜS-12

Sizin dikkatlerinizi ne kadar çekiyor, bilmiyorum ama Coronavirüs haberlerini izlediğimizde benim çok dikkatimi çeken ve üzülerek izlediğim bir husus var.

Neredeyse her haberin içinde mutlaka virüse yakalanıp da iyileşen hasta haberlerini izliyoruz.

Bu iyileşen hasta haberlerinin neredeyse hepsinde alkışlı, danslı ve içinde Allah’a şükrün ve minnetin olmadığı görüntüler var.

Hatta neredeyse tüm minnet ve şükrün sağlık çalışanlarına yapıldığı, içinde Allah geçse bile çok cılız kaldığı ifadelere şahit oluyoruz.

Bu beni çok üzüyor. Bu sebeple bu yazım biraz uyarı niteliğinde olacak.

Nefsimiz uyarılmaktan pek hoşlanmaz, daha ziyade övülmekten hoşlanır ama ne yapalım, uyarıcı ayetleri okumaktan vaz mı geçelim?

“Siz haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an ile uyarmaktan vaz mı geçelim?”(Zuhruf/5)

Dinin yarısı müjde ise diğer yarısı da uyarıdır.

Bu yüzden Kur’an’a baktığımız zaman Rabbimiz hem kitabın (Fussilet/4), hem de Peygamberlerin (Fetih/8) müjdeci ve uyarıcı olarak gönderildiğini belirtir.

Ölüm kadar insanı etkileyen başka bir şey yoktur.

Bu yüzden ölümcül durumlarla karşılaştığımız zaman, en azından etkisi geçinceye kadar daha önce hiç düşünmediğimiz veya yapmadığımız şeyleri düşünür ve yaparız.

Ölüm ile yüzleşip tekrar hayata döndüğümüzde bunu “Öldüm, Tekrar Dirildim” ya da “Diğer Tarafa Gittim, Geldim” ifadeleriyle anlatırız.

Coronavirüs yakaladığı insanı ölümle yüzleştiriyor.

Kesinlikle yakaladığı her insanı öldürecek diye bir şey yok ama insan ölebileceğini de düşünmüyor değil.

Ben bu durumda, virüse yakalanan tüm insanların kesinlikle Allah’a dua ettiklerini düşünüyorum. Çünkü fıtrat bunu gerektiriyor.

“İnsanlara bir sıkıntı dokunduğunda, Rablerine yönelerek yalnız O'na yalvarırlar. Fakat katından onlara bir rahmet/çözüm tattırınca, bir de bakarsın ki onlardan bir grup yine Rablerine ortak koşuyorlar.”(Rum/33)

Fakat ayetin de buyurduğu gibi insanoğlu sıkıntıyı atlatınca Allah’ın yerine başkalarını koyuyor, yani şirk haline devam ediyor. Hatta hiç Allah’a yalvarmamış gibi davranabiliyor.

“İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah kendi katından ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur.”(Zümer/8)

Allah’a inanan her insanın şunu kesin kabul etmesi gerekir:

“Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini engelleyecek yoktur. O'nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.”(Yunus/107)

"Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur."(Şuara/80)

Coronavirüse yakalanıp iyileşen herkesin Bunu Allah’tan bilip öncelikle Allah’a hamd etmesi ve şükretmesi gerekiyor.

Elbette sonrasında bu konuda emeği geçen herkese de teşekkür etmesi lazım. Zaten böyle bir kimsenin sağlık çalışanlarına teşekkür etmeden çekip gitmesi çok ayıp olur.

Yoksa Şafi (şifa veren) olan Allah’ın yerine sağlık çalışanlarını koymak Allah’a şirk koşmaktır.

Sağlığa tekrar kavuşmanın ardından doğru tavrın dediğimiz şekilde olması gerekirken gördüğümüz odur ki, iyileşmenin ardından Allah’tan daha çok sağlık çalışanlarına teşekkür edilip minnet duyuluyor.

Belki bizim görmediğimiz taraftan iyileşenler gerçekten dediğimiz gibi önce Allah’ı anıp hamd ve şükürlerini O’na yapıyorlardır, bilmiyoruz.

Ama medya olayı olumsuz şekilde yansıtınca biz de ister istemez bunları söylemek durumunda kalıyoruz.

Allah Kur’an’da ahiret gerçeğini gören insanların tekrar dünyaya dönmek için bir fırsat daha verilmesi konusunda yalvaracaklarını anlatıyor.

“Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz sizi Âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk; bizi saptıranlar ancak suçlulardır; şimdi şefaatçimiz, yakın bir dostumuz yoktur; keşke geriye(dünyaya) bir dönüşümüz olsa da inananlardan olsak" derler.”(Şuara/97-102)

Coronavirüse yakalanıp iyileştiğimiz zaman olayı şöyle değerlendirelim:

“Aslında ben o tarafa gittim. Baktım ki durumum hiç iç açıcı değil. Allah’a yalvardım. Rabbim merhamet ederek beni dünyaya tekrar gönderdi.”

İnanın, Allah bize bu ayetleri daha dünyada iken yaşatıyor. Hem de bir kez değil, birkaç kez…

Herkes hayatında ölümcül diyebileceğimiz hadiseleri mutlaka yaşıyordur. İşte bunlar nedir? Daha dünyada iken kaç kez diğer tarafa gidip-gelmek anlamına gelmiyor mu?

Çok ilginçtir, Allah dünyaya tekrar dönecek kimselerin eski yanlış hayatlarına tekrar döneceklerini, dolayısıyla onların yalan söylediklerini belirtiyor:

“Ateşin başında durdurulmuş iken onların, “Ah ne olurdu, keşke biz dünyaya geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık, inananlardan olsaydık!” dediklerini bir görsen! Daha önce gizledikleri ortaya çıktığı için (bu itirafı yapıyorlar). Geri döndürülselerdi, yine menedildikleri şeye dönerlerdi. Yalan söylüyorlar.”(Enam/27,28)

Uyarmaktan sözü açmışken bir hususa daha değineyim.

Ramazan ayındayız. “Müslümanım” diyenlerin neredeyse tamamı oruç tutuyor. Fakat oruç tutanların çoğu beş vakit namaz kılmıyor.

Rabbimiz Kur’an’da oruçtan bahsederken hastaların, yolcuların ve aşırı zorlanarak oruç tutabilenlerin oruç tutmayabileceklerini, bu durumda olanların ya sonradan kaza edebileceğini, ya da maddi imkânı olanların yerine yoksullara fidye vereceğinden bahsediyor. (Bakara/184).

Oysa Rabbimiz namaz konusunda hiçbir istisna koymadan her Müslümanın namaz kılmak zorunda olduğunu, hatta savaş esnasında bile dilerse kısaltarak kılması gerektiğini belirtiyor. (Nisa/101,102).

Meseleyi anladık sanırım. Çözümü bize ait ve kolay..

Bir şey yapacağımızda önce asla kaçamayacağımız ölüm anımızı düşünelim! O an ne düşünüyorsak sonra öyle davranalım.

Çünkü insan ölüm anında doğru ve güzel şeyler düşünüyor. Diğer bir ifade ile öleceğini anlamak insanı doğru ve olması gereken yere çekiyor.

Kur’an ayı olan Ramazan ayının Kur’an’la dirilmeye vesile olması dileğiyle…

27 Nisan 2020

 

 


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın