Kitaba Uymak mı? Kitabına Uydurmak mı? Sünnete Karşı Savaş
Kitaba Uymak mı? Kitabına Uydurmak mı? Sünnete Karşı Savaş
Bu başlığı okuyan bir kişinin ilk olarak aklına muhtemelen son yüzyılda Müslümanların içinde bulunduğu genel durum ve hastalıklı ruh hâli gelecektir.
Zira uzun zamandan beri Müslüman halklar İslâm’a inanmakla birlikte, İslâm’dan uzak laik ve seküler toplumlar içerisinde yaşamaktadırlar.
Batılı hayat tarzını benimseyip, yaşamlarını gayri İslami mefhum, ölçü ve kanaatler üzerinde sürdürmektedirler.
Bir yandan İslâm akidesine olan inançları ve diğer yandan İslâm dışı hüküm ve kanunlar altında yaşamaları Müslümanlar nezdinde büyük bir ikilem ve zihnî bunalımlara neden oldu.
İnançları ile hayat tarzlarının birbirine zıt olması onlar nezdinde büyük bir vicdani kargaşaya sebep oldu.
Bu karmaşık ruh hâli ve ikilem içerisindeki kimselerin önünde ise iki seçenek vardı;
Ya her şeye rağmen iman ettikleri İslâm’a sarılacaklar ve hayatlarını İslami hükümlere göre yeniden düzenleyip İslam dışı tüm fikir ve hükümlere karşı mücadele edecekler
Ya da inançlarına ve tüm değerlerine zıt olan Batılı hayat tarzını benimseyip, vicdanlarından gelen seslere kulak tıkayıp hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarına devam edecekler.
İşte tam bu noktada “Şeytani Akıl” devreye girdi ve bu ikilemi yaşayan Müslüman halkların önüne üçüncü bir yol ve seçenek koydu.
Bu seçenek, “eğer Kitaba uyamıyorsan kitabına uydur” seçeneğiydi.
Yani yaşanılan bu İslam dışı hayatın aslında İslâm’a zıt olmadığı aksine İslâm’ın da böyle bir hayatı talep ettiği, Batılı yaşam tarzının Kitabın ruhuna uygun bir hayat olduğu ancak Sünnet, hadis, fıkıh gibi Arap örfü ve Emevi anlayışından kaynaklanan şeylerden dolayı İslâm’ın bozulduğu (!) fikrini Müslümanlara kabul ettirmekti.
İşte tamamen ”Şeytani bir aklın” ürünü olan bu proje ilk etapta oryantalizm/şarkiyatçılık çalışmaları olarak ortaya çıktıktan sonra özellikle Hint alt kıtası denilen Hindistan, Pakistan ve Mısır bölgelerinde Kur’aniyyun Hareketi olarak vücut buldu.
Arkasındaki Batı sermayesi desteğiyle kısa bir süre içerisinde bölgeye yayılan bu çalışma, daha sonraları “Modern İslâm düşüncesi” adı altında tüm İslami beldelerde devreye sokuldu.
İlk etapta bu projeye sarılanların büyük bir kısmı laik ve seküler yaşam tarzını benimsemiş kimselerdi.
Zira bu anlayış onların mevcut yaşam şekillerinde hiçbir değişikliği talep etmediği gibi aslında en doğru ve Kur’an’a uygun(!) yaşam şeklinin kendilerininki olduğunu söylüyordu.
Zaten yapmadıkları namaz, oruç gibi ibadetleri aslında yapmalarına gerek de yoktu!
Hac ve umre, küp şeklindeki bir yapının etrafında dönmek(!) demek değildi!
Servetlerine servet kattıkları faiz haram değildi çünkü Kur’an’da riba denilen şey bugünkü faiz değildi!
Eşlerinin ve kızlarının örtünmesine gerek yoktu! Göğüslerinin büyük bir kısmını göstermemeleri yeterliydi.
Akşamdan akşama içtikleri birkaç duble yasaklanmış falan da değildi.
Yine Müslüman olmaları sebebiyle inanmaları gereken “Bilim ve Batı felsefesine aykırı” şeylere inanmak zorunda da değillerdi.
İslİm; demokrasi, laiklik, milliyetçilik ile çatışmadığı gibi, materyalizm, determinizm, natüralizm ve evrim teorisiyle de çatışmazdı.
Velhasıl Kur’an, bugünkü Batı düşüncesini ve Batılı hayat tarzını önermekte (!) bunun dışındaki şeyler ise yobazların İslâm’a soktukları uydurmalardı!
İşte Batı kültürüne hayran laik ve seküler kesimlerin arayıp da bulamadığı çözüm, altın tepside önlerine sunulmuştu.
Hem İslâm’a ve Müslümanlara istedikleri gibi saldırıp tahkir edebilecekler hem Müslüman mahallesinde rahatlıkla salyangoz satabilecekler hem de tüm bunları gerçek İslam’ı koruma adına(!) yapacaklardı.
Diğer taraftan İslâm’a kindar Batı da böylece hedeflerine daha rahat ulaşabilecekti.
Çünkü Batı, yıllardan beri İslam’ın tüm fikir ve hükümlerine saldırıyor ancak büyük oranda halk kitlelerinin arasında büyük bir tesir oluşturamıyordu.
Küçük ve elit bir kesim dışında Müslüman halklar İslâm’a sıkı sıkıya bağlıydılar.
Evet, bir bütün olarak İslâm ümmetinin içinde bulunduğu siyasi düşüklük, fikrî ve maddi gerilik ve ruhi çöküntü asla inkâr edilemez.
Yine İslami ilişkilerin tamamıyla alt-üst olduğu, onların yerini kapitalist ilişkilerin yani küfür nizamına ait ilişkilerin yer aldığı da inkâr edilemez.
Müslüman halklar arasındaki İslami kardeşlik bağlarının parçalanıp yerine milliyetçiliğin ve ulusçuluğun geçtiği, İslam’a ilişkin bir kısım ibadetler ve ruhi kıymetler dışında hiçbir İslami fikir ve anlayışın kalmadığı da inkâr edilemez.
Ama bütün bunlara rağmen ellerinde Kitap ve Sünnet’in apaçık nassları olan, şanlı ve izzetli bir tarihe, kütüphanelere sığmayan İslâm kültürü servetine ve hiçbir milletin sahip olmadığı üstün ve yüce özelliklere sahip olan bir ümmet; er ya da geç kendilerine tahakküm eden küçük bir azınlığın tasallutundan kurtulduğu zaman, yeniden eski izzet ve ihtişamına kavuşacaktır.
İşte bu akıbet, Batı’nın en çok korktuğu akıbettir.
Bu sebeple köklü İslâm ümmetinin tüm üstün ve yüce özelliklerini tamamen silecek, yeniden dirilme unsurlarını yok edecek, kendi değerlerine, kaynaklarına ve tarihine onları düşman edecek öldürücü darbeyi vurması gerekiyordu.
Ancak bu darbenin dışarıdan olduğunun belli olmaması, içeriden olması, tabiri yerinde ise milli ve yerli olması gerekiyordu.
Böylece Müslümanlar bunu dışardan bir saldırı olarak algılamayacaklar, içerde gerçekleşen ilmi(!) tartışmalar olarak göreceklerdi.
Böyle de oldu ve yıkım projesi adım adım uygulandı.
İlk olarak birer Yahudi ya da Hristiyan olan ve İslâm’a açıkça düşman olan oryantalistlerin fikirleri İslâm dünyasında büyük hakikatler olarak pazarlandı.
Oysaki bu kimselerin düşmanlığı o kadar barizdi k, şunları açıkça yazmaktan çekinmiyorlardı:
1921’de ölen, Avusturyalı Yahudi Müsteşrik (oryantalist) Agnas Goldziher[1] “İslâmi Araştırmalar” kitabında şunu yazmıştı:
“Kültür tarihi açısından Muhammed’i kendi halkı nazarında bir Peygamber olarak yapan öğretilerinde icat ediciliğin ve dâhiliğin var olması bizi ilgilendirmez.
Bizi ilgilendiren husus; Muhammed’in kendi öğretilerinin tümünü Yahudilikten ve Hristiyanlıktan almasıdır.”
Diğer bir oryantalist Maksim Rodenson[2] ise şöyle yazmıştı:
“Bir grup insanların Rasul’deki durumu vahiy olarak saymaları idraksizlikten ileri gelir.”
Volteir[3] ismindeki meşhur oryantalist de Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e açık bir şekilde saldırıyordu.
Bunların dışında kalan birçok oryantalist/müsteşrik, Hz. Muhammed’in peygamber olmadığını, kendisine gelenin vahiy olmadığını ve kendisine vahyedilmediğini göstermeye çalışıp, O’na karşı saldırıya geçtiler.
Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Peygamberliği veya O’ndan gelenlerin (Sünnet) vahiy olup olmaması hakkında şüphe ve kuşku meydana getirmek için birçok yazı kaleme aldılar.
İşte İslâm düşmanı bu oryantalist kalemlerin yazdıkları safsatalar, ilmî ve bilimsel araştırmalar olarak nitelenip, meseleye objektif bir şekilde baktıkları iddia edildi.
Hâlbuki yaklaşımları ilmî araştırmalardan ve objektiflikten çok çok uzak olduğu gibi onları bu işe iten asıl neden İslâm’a karşı besledikleri kin ve nefretten başka bir şey değildi.
Çünkü onların hedeflerinde İslâm’ı tamamen yok etmek vardı.
Aslen Yahudi ve Hristiyan olan bu oryantalistlerin kitap ve yayınları ortalıkta pazarlanırken diğer taraftan sözde Müslüman olan ve Kur’an’ı savunan bazı tipler ortaya çıktı.
Bu da, malum projenin ikinci aşaması olarak sahnelendi.
Özellikle Mısır, Pakistan ve Hintli reformist ve Kur’an’cı(!) şahsiyetler açıkça niyetlerini ve hedeflerini ortaya koymaya başladılar.
Bunların bir örneği Mısır’daki Kuraniyyun (Kur’an’cılar) hareketi sözcüsü Osman Muhammed Ali’nin bizzat kendi yaptığı açıklamadır.
O şöyle açıkladı:
“Sünneti kaldırmakla eskiden günah sayılan, sabit şey olarak itibar edilen ve tam teslimiyetle kabul edilen hususlar, zaten hepsi birer iddialardır, artık bunlar tartışılır, tekrar araştırılır hâle getirilir, kötülükleri ortaya çıkartılır, ifşa edilir, bunların adamları (âlimleri) de teşhir edilir.
Böylece bunların hatasından ders alırız, İslâm ile Müslümanlar arasında ayrım yaparız, Kur’an’daki ile Müslümanların uyguladıklarını birbirinden ayırırız. Böylece hak yanında nasıl duracağımızı öğreniriz, velev ki Sahabeler, Tabiin ve fakihler gibi görünüşte iyi kimseler olarak saydığımız adamlar aleyhine olsa bile bu çalışma yapılmalıdır.” [4]
Sözde, İslam’ı müdafaa eden ve “sadece Kur’an’a uymaya..” çağıran bu grubun başkanı, Ahmed Subhi Mansur isimli Mısırlı ve Ezher Üniversitesi’nde İslâm Tarihi hocalığı yapan bir kişiydi.
1980’lerde kalkıp direk Sünnet’i inkâr edince Ezher Üniversitesi’nden kovuldu.
Mısır’da laik fikirleri yaymaya çalışan İbni Haldun Merkezi gibi Amerika hesabına çalışan fikrî kuruluşlarla ve laik zihniyetli kimselerle beraber çalışıyordu.
Sonra Amerika’ya gitti ve orada “Demokrasi için Amerikan Vatancı Vakfı” nda öğretmenlik yapmaya başladı.
Bunun ardından Yahudi Jerusalim Post gazetesinde yazarlık yapan Oryantalist Yahudi asıllı Amerikan vatandaşı olan Daniel Pipes’in Başkanlığı altında Kur’an-ı Kerim Evrensel Merkezi’nde çalışmaya başladı.
Sünnet inkârı düşüncesi üzerine yaptığı bir dizi konferanstan sonra hızını alamayıp “Kur’an’ı Tenkit Etmek” adlı konferanslar düzenlemeye başladı.
Dışarıda bu çalışmalar tüm hızıyla devam ederken Türkiye’de de bu misyonu Ankara İlahiyat Fakultesi üstlenmiş, ilmî ve akademik çalışmalar adı altında İslâm’a ait ne varsa açıkça saldıran yayınlar yapmaya başlamıştı.
En bariz özelliği Sünnet ve Fıkıh inkârı olan ve İslâm kültürüne yönelik şüpheler oluşturmayı hedefleyen bu çalışmalar neredeyse akademik ve elit camianın tamamında yayılmış olsa da yine de büyük bir sorun vardı.
Bu tarz çalışmalar hep sadece akademik camiada kalıyor ve geniş halk kesimlerine yayılmıyordu.
İşte bu noktada ABD kongresinin desteklediği, başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler için “Sosyal ve Toplumsal Projeler” üreten Rand Araştırma Merkezi [5], iki yıl art arda Müslümanlar üzerinde uygulanacak iki büyük çalışma yayınladı.
Bunlardan birincisi 2003 yılında yayınlanan “Sivil ve Demokratik İslâm Projesi” ikincisi ise 2004’te yayınlanan “Hadislerle Savaşmak” başlıklı projelerdi.
2003’te yayınlanan “Sivil ve Demokratik İslâm Projesi” başlıklı makalede yapılacak çalışmalar tek tek sıralanırken, bir tespit ve öneri dikkat çekiyordu.
Kısaca ve mana olarak şöyle diyordu:
“Müslümanları radikalleştiren ve Batı’ya düşman eden öğretiye karşı yapılan çalışmalar sadece akademik camiada sınırlı kalıyor ve yayınların dili çok akademik olduğu için halk ve avam Müslümanlar bunları anlamıyor.
Bu durum da sivil, ılımlı ve demokratik İslâm düşüncesinin, halk kesimleri arasında yayılmasının önüne geçiyor. Bu sebeple bundan sonra bu tarz çalışmaların daha sade dille ve halk arasında yayılmasını hızlandıracak üsluplarla devam etmesi gerekmektedir.”
Görüldüğü gibi 2003 yılında yapılan bu öneriden sonra, gerek Sünnet ve hadis inkârı düşüncesi gerekse Modern İslâm düşüncesi hızla yaygınlaşmış hatta çeşitli “Vakıf, Dernek ve STK çalışmaları” ile halk tabanı oluşturmaya başlamış; Sosyal medyanın da etkili kullanılması ile birlikte artık sadece belirli akademik camialarda değil artık geniş halk kesimlerinde de yer bulmuştur.
Yine aynı Rand Araştırma Merkezi 2004’te yayınlanan “Hadislerle Savaşmak” başlıklı dosyada ise İslâm’la savaşmak için değişik tavsiyelerde bulundu.
Sözde, İslâm’ı aşırılıktan kurtarıp düzeltmek istiyorlardı!
Bunun için hadisle savaşmanın gerekli olduğunu vurguladılar. “Zira Kur’an genellikle tenkitten uzaktır..”, dediler, öyleyse çok tehlikeli bir kaynak olan Sünnet’le savaşmak gerekliliğini ortaya koydular.
Buhari gibi kabul görmüş kitaplar hakkında şüpheler getirerek, ”Çelişkili hadisleri Müslümanlar arasında yaymanın gerekli olduğunu” da söylediler.
Böylece Müslümanların hadislere olan güveni sarsılır, dediler.
Hatta hadisin İslâm için ne kadar tehlikeli olduğunu, hadisi İslami bir kaynak olmaktan hemen kaldırmak gerektiğini ve yalnızca Kur’an’ı bir kaynak ve merci göstermek gerektiğini söylediler.
Başta Rand Araştırma Merkezi gibi Batılı araştırma grupları ve sözde ilmî çalışma yapan üniversitelerin talimatları neticesinde şekillenen bu proje, bugün geldiğimiz noktada Türkiye’de de büyük bir yaygınlık kazanmış, özellikle lise-üniversite gençliği arasında neredeyse nesli yok edecek öldürücü etkilerini göstermeye başlamıştır.
Hiçbir usûl ve ölçü tanımayan, sadece modern Batılı değerleri meşrulaştırma ve İslami değerleri karalama amacı güden bu çalışmalar özellikle “Yalnız Kur’an – Kur’an Bize Yeter” sloganı etrafında şekillenmektedir.
İlk günden beri “kitaba uymak” gibi bir dertlerinin olmadığı ortada olan, asıl kasıtlarının “kitabına uydurmak” olduğu apaçık olan bu yeni seküler Kur’an’cı yaklaşım mensupları, daha bir kaç yılda onlarca farklı mezhebe ayrıldılar bile.
İslami mezheplere sabah akşam ağız dolusu küfürler eden ve mezhepler arasındaki farkların Sünnet’ten kaynaklandığını söyleyen bu güruhun, en temel konularda bile farklı onlarca mezhep ortaya çıkartması herhâlde bu kimselerin en ironik yanlarından biri olsa gerek.
Birinin içtihadına göre namaz 3 vakit iken, diğerleri 2, 4 ya da 5 vakit olarak içtihat etmişler! Tabii ki bu durum onların tabiriyle ritüel şeklinde bir namazı kabul edenlere ait görüşler.
Bir de böyle bir namazın Kur’an’da olmadığını söyleyen mezhepleri var.
Bu mezhep, namazın, bir toplumsal destek ve yardımlaşma eylemi olduğunu, insanlara faydalı işlerde çalışanların ayrıca bir namaz kılmasına da gerek olmadığını söylemekte!
Hac ise karşılıklı fikirlerin tartışıldığı büyük bir konferans ameli.
Evet, yanlış duymadınız, öyle belirli bir vakitte milyonlarca insanı Kâbe’nin etrafında toplayıp döndürmek (!) gibi bir uygulama Emevîlerde çıkmış bir sapkınlıktan ibaretmiş.
Aslında Kur’an’da geçen Hac, kelime itibarıyla karşılıklı hüccetleşme anlamına geldiğinden, istenilen şey büyük bir tartışma platformu oluşturmakmış.!
Faize gelince; bakmayın siz şöyle haram, böyle haram diyenlere! Haram olan ribadır. Riba ise haksız kazançtır.
Bir kişinin ev almak için bankaya gidip kredi çekmesi, sonra da çektiği bu krediyi belirli oranlardaki faiz ile geri ödemesi neden haram olsun ki?!
Neticede ne faizli kredi alan kişi haksız bir kazanç elde ediyor ne de kredi veren banka.. Hatta yıllarca kira ödemektense kredi ile ev almak daha evla imiş.
Bankaların gözü aydın!
Kadınların örtünmesi ya da birden fazla evliliğe hiç değinmiyorum bile. Bunlar tamamen Arap örfü!
İslami ceza sistemi denilen şey ise tam bir Emevi barbarlığı.
Peki, Kur’an’da zina ve zina iftirası için celde, hırsızlık için ise el kesme geçiyor diye sormayın sakın! Bunlar da ya tarihsel yani geçmişte bir dönem uygulansa da bugün uygulanmayacak şeyler ya da yanlış meal ve tefsirin sonuçları!
Sadece bunlar mı? Tabii ki değil. Bu güruhun seküler Kur’an anlayışından nasibini almayan neredeyse hiçbir şey yok.
Örneğin, Müslümanların kâfirlere karşı duydukları buğz ve Müslümanlara karşı besledikleri sevgi dahi bunlara göre Kur’an’a aykırı.
Zira bu dinî bir taassuptur. Sevseler de sevmeseler de insanlar birbirine kardeştir. Bir Müslümanla bir Yahudi ya da Hristiyan’ın farkı yoktur.
Dinler arasında üstünlük yarışı yapmak Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Herkesin bir dini olduğu gibi, herkes farklı bir görüşe sahip olabilir.
Hiçbir kimseye dininden ve inancından dolayı buğz edilemez! Ne kadar hümanistçe bir yaklaşım öyle değil mi?
Farklı din mensuplarına böyle yaklaşan bu kimseler diğer tarafta söz konusu Müslümanlar olunca nedense aynı yaklaşımı göremezsiniz.
Araplara ya da farklı milletlerden Müslümanlara karşı sırf giyim kuşamlarından dolayı dahi büyük bir buğz beslerler.
Batılı ülkelerin zulüm ve katliamlarına, ahlaki yozlaşmalarına, saptırıcı felsefi görüşlerine karşı çok müsamahakâr olan bu kesimi, başta Osmanlı olmak üzere geçmiş İslami toplumlara yönelik ise hiç de müsamahakâr göremezsiniz.
Aynı şekilde Kur’an’a, Allah Rasulü’ne ve Sahabelere karşı her türlü tenkit ve kötülemeyi yapan Batılı yazarlara hoşgörülü olmayı öğütleyen ve “bunlar ilmî konular” diyen bu güruh, aynı hoşgörünün binde birini dahi İslâm âlimlerine karşı göstermezler.
Tüm bunlarla birlikte kendilerine “Kur’an İslâm’ı savunucuları” diyen bu kesim Laiklik, Demokrasi ve Cumhuriyet gibi Batılı/kapitalist yönetim şekillerini Kur’an’a uygun bulurken, İsami hükümleri tatbik edecek bir İslâm Devleti anlayışını Kur’an’a aykırı bulurlar.
Milliyetçilik ve ulusçuluk Kur’an’a uygunken, İslâm ümmeti anlayışının Kur’an dışı olduğunu söylerler. Yani Batı kültürüne ait ne varsa Kur’an’a uygun, İslâm kültürüne ait ne varsa Kur’an’a aykırı.!
İşte İslâm’ın anlaşılması ve yorumlanmasında yalnızca Kur’an’ın kaynak olarak alınması ve başta hadis/Sünnet olmak üzere tüm İslâm kültürünün Kur’anî bir bakışla topyekûn hesaba çekilmesini öngören “Kur’an İslâm’ı” projesinin geldiği nokta budur.
Esas itibarıyla Batı’nın modern değerleriyle İslâm’ı ve Müslümanları uzlaştırma gayretidir.
Basitçe bir kaynak tartışmasından çok daha ötesinde modern dünyanın şartlarına ve kabullerine elverişli olmadığından, başta hadis olmak üzere tüm İslâm kültürünü tasfiye etmeyi amaçlamaktadır.
Kur’an’ı tek kaynak olarak kabul etme iddiasının arkasına sığınan bu akım tek vahiy olarak gördükleri Kur’an’ın hükümlerini tatbik etmeyi değil, usülsüz bir okumayla, tarihselci ve pragmatist yorumlarla İslâm’a, sömürgeci devletlerin politikalarına uygun bir form kazandırmayı amaçlamaktadır.
Ve maalesef acı bir gerçektir ki, birçok samimi kimseler de Batı destekli bu projenin içinde figüran olarak yer alıyorlar.
Ne yaptıklarını ve neye hizmet ettiklerini bilmeksizin cahilce bu selin önünde sürüklenip gidiyorlar.
Kur’an’a uymak gibi samimi bir niyetle yola çıkıp bir müddet sonra İslami farzlara ve haramlara karşı duyarlılıklarını yitirip, her şeyden şüphe eden bir ruh hâline bürünüp bir müddet sonra da deist, ateist ya da agnostik olduklarını ilan etme noktasına geliyorlar.
Özellikle gençleri inkâr dehlizlerine atıp, tüm değerlerinden sıyırıp Batı kültürünün kucağına atan bu zehirli projenin yürütücüleri ise Kitaba uyduklarını söyleyip büyük bir yalan söylüyorlar.
Bunca zamandır onların Kitabın hiçbir hükmüne uyduklarını görmedik. Onlardan gördüğümüz tek şey kitabına uydurmaktır.
Yine tabiri yerinde ise bu kimseler 14 asırdır İslâm ümmetinin yöneldiği kıbleyi terk edip, Batıyı kendilerine yeni kıble edinmişlerdir.
Allah hidayet ve selamet nasip eylesin.
[وَكَذٰلِكَ جَعَلۡنٰكُمۡ اُمَّةً وَّسَطًا لِّتَکُوۡنُوۡا شُهَدَآءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُوۡنَ الرَّسُوۡلُ عَلَيۡكُمۡ شَهِيۡدًاؕ وَمَا جَعَلۡنَا الۡقِبۡلَةَ الَّتِىۡ كُنۡتَ عَلَيۡهَآ اِلَّا لِنَعۡلَمَ مَنۡ يَّتَّبِعُ الرَّسُوۡلَ مِمَّنۡ يَّنۡقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيۡهِ ؕ وَاِنۡ كَانَتۡ لَكَبِيۡرَةً اِلَّا عَلَى الَّذِيۡنَ هَدَى اللّٰهُؕ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضِيْعَ اِيۡمَانَكُمۡؕ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوۡفٌ رَّحِيۡمٌ]
“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasul’ün de size şahit olması için sizi vasat (hayırlı ve adaletli) bir ümmet kıldık. Senin yöneldiğin kıbleyi biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmek için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” [6]
[1] Ignác Goldziher
[2] Maxime Rodinson
[3] François Marie Arouet, Voltaire
[4] Kuranıyyun sitesi
[5] Rand Corporation
[6] Bakara Suresi 143
Yazan Hakkı Eren
Tags: