İran’la Nereden Nereye.. (İşte maske arkasındaki gerçek İran)
İran’la Nereden Nereye
Yazan Beşir Eryarsoy
1978’e kadar İran’ı sadece doğu komşumuz, şahlıkla idare edilen, Osmanlı ile çeşitli zamanlarda çeşitli vesilelerle savaşmış, Kasr-ı Şirin Antlaşması (17 Mayıs 1639) ile mevcut sınırlarımızın tespit edildiği bir ülke olarak biliyorduk.
Genç Osman Türküsü’nden hareketle zaman zaman Bağdat'ı işgal ettikleri, bundan dolayı Osmanlı ile aralarında savaş olduğu da konu ile alâkalı kültürel birikimlerimiz arasında yer alıyordu.
1978 yılında İran’da olup biten ve Müslüman olarak ilgimizi çekmesi gereken yeni gelişen olaylar ile ilgili haberler alıncaya kadar bu çerçeve ve hususlar dışında İran ilgi alanımızda değildi.
1978 yılının Ağustos ayında İran’da çeşitli hareketlerin, ayaklanmaların olduğu haberini alıyorduk.
Gazetelerden İran’da bu işin lideri konumunda olan Ayetullah Şeriatmedari adını duymuştuk. “Ayetullah” lakabını da yeni duyuyorduk, diyebilirim.
Şeriatmedari’nin fotoğrafları, kılığı kıyafeti hoşumuza gitmiş, bize bir manada güven vermişti.
Ancak o zaman için Şeriatmedari’nin basına yansıyan talepleri arasında “Şah'tan meşrutiliği öngören 1900’lü yıllardaki anayasaya dönülme isteği” de vardı.
Doğrusunu söyleyecek olursam olumlu değerlendirdiğimiz bütün haberlere rağmen bu talep bizi çok memnun etmemişti.
Ancak -iyi niyetli yorumlarımızı devreye sokarak- siyasi bir taktik olabileceğini de düşünmemiş değildik.
Daha sonra aynı zamanda gelişen bu olaylar arkasındaki gerçek dinamik olarak görünen Humeyni’den ve -ifade yerindeyse- radikal taleplerinden haberdar olunca nispeten içimiz rahatlamıştı.
Devrime dair gelen ilk haberlerde ismini duyduğumuz Şeriatmedari, Humeyni ile devrime dair birtakım ihtilâflar yaşadığından bir süreliğine Kum’a çekilmiş, daha sonra kendisine verilen teminat ile Tahran'a dönmüştü.
Hatta bir ara Şeriatmedari, kendisinin de kökenini teşkil eden ve rehberliklerini yaptığı Azeri Türklerinin taklit mercii olmak vasfı ile onların desteklerini alarak bir çeşit gözdağı dahi vermişti.
Hâlbuki Şeriatmedari, vaktiyle Humeyni'nin Şah tarafından idam edilmek istenmesine karşı çıkmış ve sürgüne gönderilmesini sağlamış idi.
Buna rağmen devrim sonrası Humeyni'nin bilgisi ve bazılarına göre direktifleriyle ölünceye kadar göz hapsinde tutulmuştu.
Paris'te sürgünde bulunan Humeyni'nin orada doldurduğu teyp kasetlerinin izah edilemeyecek kadar hızlı bir şekilde İran'ın en ücra köşelerine kadar en kısa zamanda yayıldığını öğrenmemiz bizim için devrimin yeni bir soluk peşinde ve istikametinde olduğu anlamına geliyordu.1
1950'li yıllarda Ayetullah mertebesi ile taklit mercii haline gelen Humeyni, 1960 sonrası Şah’ın “Ak Devrimi” gereği bazı dini vakıflara el koymak istemesine karşı çıkmış ve hatta uyanmanın habercisi olacak türden tepkiler ortaya koymuştur.
Bunun neticesinde Humeyni, önce Türkiye'ye, daha sonra Türkiye'deki Şah’ın adamlarının tavsiyesi ile Irak'a, Irak'tan da Saddam'ın isteği üzerine Fransa'ya gitmiş, Paris yakınlarındaki bir banliyöye yerleşmiş ve devrimi Paris'ten yönetmeye başlamıştı.
Netice itibarıyla 1978’de başlayan gösteri ve grevler sonucunda Şah Rıza Pehlevi 16 Ocak 1979’da İran’ı terk etmek zorunda kalmış, arkasından 1 Şubat 1979'da da Humeyni kiralanan özel bir uçakla görkemli bir şekilde Paris'ten Tahran'a gelmiş idi.
Tahran'a iniş haberini bir kardeşimiz bir vesile ile bana haber verdiğinde kişisel olarak onun gibi ne kadar coşkulu bir sevinç yaşadığımı anlatamam.
Çünkü biz İslâm’ı doğru bir şekilde keşfederken İslâm’ın bir devlet olarak yeryüzünde var olmayı da hedef olarak gösterdiğini öğrenmiştik.
Hayata hükmetmeyen, hayatı yönlendirmeyen bir İslâm en azından bizim için eksikti.
Bundan dolayı bütün ihtişamı ile ayakları yere basan bir din ve hayat sistemi olarak İslâm, kendisini ifade edemez veya bu ifadesi önemli ölçüde eksik kalırdı.
İşte İran Devrimi böyle bir eksikliği tamamlayacak, İslâm’ı vakıaya aktaracak, böylelikle insanlığa, uygarlığa İslâm'ın varlığını en görkemli bir şekilde gösterecekti.
İran tarihini, mezhep olarak Şiiliği ve siyasal anlamda Şiiliğin tarihsel olarak serüvenini Türkiye'deki Müslümanlar olarak yeterince bilmiyorduk, desek mübalağa olmaz.
Pek az biliyorduk hatta hiç bilmeyenlerimiz de vardı, desek gerçeğe aykırı olmaz.
Bu bakımdan uzun bir süre bu bilgisizliğin sebep olduğu değerlendirmeler, devrimin parıltısının gözlerimizi kamaştırmış olması, baştan beri görülmesi, hesaba ve değerlendirmelere katılması gereken birçok önemli hususun gözümüzden kaçmasına sebep oluyordu.
Devrim sonrası yapılan seçim ve atamalarla Humeyni bazılarının beklediklerinden farklı olarak ne cumhurbaşkanlığını ne de “Velayet-i Fakih”2 unvanındaki başkanlığı almış; cumhuriyet başkanlığı ve hükümet teşkili dışında kalmıştır.2
“Ayetullah el-Uzma”, “Ruhullah” unvanları ile devrimin rehberliğini ve önderliğini üstlenmişti.
Bu bağlamda onun Türkçeye “İslâm Fıkhında Devlet” adı ile tercüme edilen “Velayet-i Fakih” kitabında serdedilen ve Şia inancının gereği ya da sonucu olan bazı önemli kanaatleri (mürsel nebilerden ve mukarreb meleklerden daha yukarıya çıkartan kanaat gibi) görmezlikten gelmiş, bunların izah edilebileceğini düşünmüştük.
Bu meyanda gerek Ali Şeriati'nin eserlerinden yer yer alınan Marksist koku, Mutahhari’nin eserlerinde görünen oldukça bağnaz mezhebi kanaatleri (muta nikâhını ve İsnâaşeriyye inançlarını) savunmasını ya görmezden geliyor ya yorumlamaya çalışıyor veyahut bir anlamda mezhebî ihtilâf olduğu için gündeme getirilmemesi gerektiği mülâhazasında bulunuyorduk.
Devrimin şüphesiz en etkileyici sloganı “Lâ şarkıyye lâ garbiyye sevra sevra İslâmiyye: Ne doğu blokçuluğu ne batı blokçuluğu, varsa yoksa İslâmî devrim” sloganı idi.
Lafızlar birçoğumuza adeta Kur’ân-ı Kerim'in Nur suresindeki “doğuya da batıya da nispeti olmayan mübarek ağacı” hatırlatıyor ve slogan bizler için çok daha derin bir anlam kazanmış oluyordu.
Gerçekten devrim, realitesi ile değil yorumlarımızla ve beklentilerimizle ayaklarımızı yerden kesmeye yetmişti.
Çünkü İslâm devleti özlemden pratiğe geçiyor sanmıştık.
Birçok kimse Dâru’l-İslâm’ın kurulmuş olması hasebiyle artık diyarı küfürden hicret etmek gereğinden söz ediyordu.
O dönemde Mısır'da Enver Sedat'ın Müslümanlar üzerindeki baskısına tahammül edemeyerek hicret ederek İstanbul'a uğramış birkaç Müslüman ile tanışmış, onları misafir etmiş, hatta hicret etmeleri konusunda bazı şahsiyetler ile temas kurmalarına dahi yardımcı olmuştuk.
Birtakım Müslümanlar için iş burada da kalmamış, devrimin hayranlığı onları Şiiliği kabul edecek noktaya dahi getirmişti.
O kadar ki namaz kılarken “Allahumme ente’s-selâmu ve minke’s-selâm…” dediği esnada tıpkı Şiilerin yaptıkları gibi ellerini dizlerine vurup bu zikirleri yapmak noktasına kadar gelmiş kardeşlerimiz vardı.
Hatta bazılarının Kur’ân okuması ve kâmeti dahi bir İranlı Şii tarz ve üslubu andıran hâle gelmişti.
Bu satırları yazan kardeşiniz, kendi imkânları içerisinde azımsanmayacak bir süre boyunca Şii İsnâaşeriyye ile Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilâflı görünen meseleleri tetkik etmiş ve bunların birbirleri ile mümkünse yakınlaştırılması ve ihtilâf uçurumunun azaltılması,
bu da mümkün değilse ihtilâfların içtihadî bir görüş ayrılığı olarak mütalaa edilmesi için gerekli ilmî zemini bulma cihetine gitmiştir.
Ancak “imamet” çerçevesindeki Şii masumiyet yorumunun bir Müslüman tarafından kabul edilemeyeceğini, ayrıca bunun ilmî şekilde delillendirilmesinin ve anlaşılmasının imkânsız olduğunu idrak edince çıktığımız bu yolu da bırakmıştık.
Pratikteki birtakım uygulamalar da bizi ister istemez ümitsizliğe sürüklemişti.
Bunların birincisi hiç şüphesiz birçok Müslüman gibi şahsen benim de özlemle tamamlanarak yayınlanmasını beklediğimiz, İslâm Devleti ile ilgili kafamızdaki birçok soru ve tereddütün vuzuha kavuşacağını ümit ettiğimiz İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası'nın neşredilmesi idi.
Anayasanın yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra Türkçeye tam bir sadakatle ve tavizsiz bir şekilde tercüme edilen metninde Şii olmayan birçok mezhep, mezhep azınlığı olarak tanımlanıyordu.
Anayasanın 12. maddesine göre devletin resmi dini İslâm dini ve Caferi Şii olarak belirtiliyor ve bunun sonsuza kadar değişmeyeceğinin altı da çiziliyordu.
Azınlık mezhepleri arasında ise Hanefi, Maliki, Hanbeli, Şafii ve Zeydi mezhepleri sayılmakta idi.
Böylelikle dört mezhep ile Zeydiye mezhebinin Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik ile aynı seviyede olduğu ifade edilmiş oluyordu.
Bu hâlin, büyük bir ümit ile anayasayı bekleyen birçok kimsenin umudunu kırdığını söylemek abartı olmaz.
İran Devrimi'nin bizi uğrattığı ikinci hayal kırıklığı, şimdiki Beşşar Esed’in babası Hafız Esed tağutuna açık seçik şekilde destek verilmesiyle gerçekleşen Hama Katliamı ile olmuştu.
2 Şubat 1982'de Hafız Esed rejimi Hama'da ve diğer yakın şehirlerde, Müslüman Kardeşler’in darbe yapmak üzere kalkıştıklarını bahane ederek 20 ile 40 bin arasında olduğu tahmin edilen sivili öldürmüştür.
Bu katliamın baş sorumlusu Hafız Esed, tetikçisi ise kardeşi Rıfat Esed idi.
İran Suriye'nin bu tağutunun yaptığı katliama en ufak bir tepki göstermek şöyle dursun o sıralarda Suriye'yi ziyaret eden dönemin dışişleri bakanı Kutbizade, baş yargıç Halhali, Hafız Esed’i ve uyguladığı politikayı destekler mahiyette beyanatlar vermişlerdi.
Türkiye'de ise ne olursa olsun İran'ın yaptıklarını İslâm Cumhuriyeti olması hasebiyle haklı göstermek isteyen fakat konumları safdilliğin de ötesinde şartlanmışlıktan başkası ile izah edilmesine imkân bulunmayan birtakım kişiler ve mihraklar,
Suriye'nin İran için önemli bir kapı olduğunu, Suriye'nin İsrail dolayısıyla güçlü kalması ve böylelikle İsrail'in yayılmasının bu yolla engellenmesinin gereği3 üzerinde duruyor ve bu katliamın önemsiz olduğunu hatta yerinde olduğunu izah etmeye kalkışacak kadar işi ileriye götürüyordu.
Özellikle İran'ın Sesi radyosunun da o sıralarda katliamdan ciddi anlamda söz etmeyip bunu gerekçelendiren yayınlarını da dinleyince daha önceleri yayın saatini şevkle beklediğimiz bu radyoyu artık bir daha açmamak üzere kapatmıştık.
İran “İslâm” Devrimi adı yakıştırılan bu hareketin beni hayal kırıklığına uğratan bir diğer eylemi ise 1 Ocak 1989 tarihinde Humeyni'nin Gorbaçov’a yazdığı -bağnaz taraftarlarınca Efendimizin İslâm’a davet mektuplarına benzetilen-4 mektubudur.
Diplomatik bir belge için oldukça uzun sayılabilecek bu mektup ile Gorbaçov’a İslâm'ı inceleme tavsiyesi yapılmakta ise de mektubun muhtevasında İslâm'ı gerçek manada tanıtan referanslardan söz edilmemektedir.
Çünkü gösterilen referanslar arasında -ilk akla geleceği gibi Kur’ân ve Sünnet değil- batılı filozofların yazdıklarına ek olarak Meşşai filozofları Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Muhyiddin İbn’ül Arabi’yi inceleme tavsiyesi yer alıyor ve bu inceleme neticesinde İslâm'ın hakikatlerinin anlaşılabileceğini vurguluyordu.
Hâlbuki referans olarak gösterilen batılı filozoflar ile referans gösterilen Meşşai filozofları ve diğerleri İslâm'dan uzaklaşmakta adeta birbirleri ile yarışan referanslardan ibaretti.
Daha sonra yayınlanan “Kırk Hadis Şerhi” ve benzeri kitaplarında, Humeyni’nin, sahih İslâm anlayışına sahip kimsenin havsalasına asla sığdıramayacağı çapta Arabici, Meşşaici yorumlarının hiç de az olmadığı görüldü.5
Bunlar ve daha önce değindiğimiz açıklanması imkânsız duran “imamet” gibi meseleler, -ameli cihet bir tarafa- fikri ve itikadi bakımdan bir yerlerde buluşmamızın çok zor hatta imkânsız olduğunu gösteriyordu.
Bu hayal kırıklıklarını yaşamakla birlikte iki ilkeyi çoğunlukla elden bırakmamaya çalıştık:
1. İran dış politikasının Amerika'yı “Büyük Şeytan” olarak nitelendirilmesine paralel olarak izlediği politik manevra tavır ve tutumlarını desteklemek, böyle bir politikayı sürdürenlerin yanında olmak
2. Fikri ve siyasi olarak bize aykırı gelen bütün hâl, davranış ve tutumlarına rağmen İran'ın izlediği politikanın ya da yanlış kanaatlerin gündeme getirilmemesi suretiyle aleyhinde konuşmamak, konuşulmasına zemin hazırlamamak
İsnâaşeriyye mezhebi resmi mezhep kabul edilmesine rağmen bu mezhebin yaşayan taklit mercileri tarafından yapılan en ufak muhalefet dahi takibata maruz kalma (Şeriatmedari ve Muntaziri, hatta Rafsancanî örneği) sebebi olmuştur.
Azınlık mezhebi kabul edilen Ehl-i Sünnet mensuplarına özellikle Şafii Kürtlerin müftüsü de durumunda olan Müftizade’ye yapılan baskı, verilen hapis cezası devrimin gidişatı hakkında uyanan şüphe ve tereddütleri gittikçe güçlendiriyordu.
İran-Irak Savaşı'ndan önce, İran cumhurbaşkanlığı da yapan Ahmedinejad’ın da aralarında bulunduğu öğrenciler tarafından Amerikan Büyükelçiliğinin 4 Kasım 1979 tarihinde işgal edilmesi, 60'tan fazla kişinin rehin alınması, Amerika'ya karşı Müslüman olarak beslemekte olduğumuz hıncı bir parça rahatlatmıştı.
Söz konusu bu işgal 1981 yılının Ocak ayının sonlarına kadar sürmüştü.6
1980-88 yılları arasında devam eden, o zaman Irak lideri Saddam’ın saldırısı ile başlayan savaşta İran’ın haklı olduğunu zaman zaman dile getirmekten geri kalmıyorduk.
Amerika'nın baskısı ve hatta Körfez’e donanmasını göndermesi neticesinde verdiği gözdağı sonunda savaş sona ermiş, Humeyni “Zehir içer gibi bu barışı kabul ediyorum.” demiş ve barış yapılmıştı.
Ancak sebep ve gerekçeleri ne olursa olsun, kim haklı olursa olsun İran'ın Şah Dönemi'nden kalma silahları, Irak’ın da Saddam'ın iktidara geldiği andan itibaren satın almış olduğu silahları bu 8 yıllık savaşta hemen hemen bitirilmiş, her iki taraftan çok sayıda ölü verilmiş ve her iki ülke de yıpranmış oluyordu.
(Aynı dönemlerde nispeten kalkınma yolunda ilerleyen Türkiye'nin de başına PKK belası sarılmıştır. Bu durum Amerika'nın bölgede İsrail'in varlığı ile birlikte güçlü herhangi bir ülkenin varlığına tahammül etmediğinin göstergesi olarak kabul edilmelidir.)
Bu sıralarda başlarında aslen İranlı olan Musa es-Sadr tarafından Lübnan ve Suriye'nin Bekaa Vadisi’nde konuşlanan EMEL adında bir örgüt kuruluyordu.
Daha sonra Musa es-Sadr’ın ortadan kayboluşu bir sır olarak kaldığı için Musa es-Sadr hakkında “kayıp imam” unvanı dahi kullanıldı.
Hicri 1405 Ramazan’ında EMEL örgütü bölgedeki Filistin kamplarına savaş açtı.
Nebih Berri de Filistin kamplarında hareketlerine 6. Tugay’ın EMEL ile birlikte katılması emrini verdi.
EMEL’in kuruluşunda bulunan Nebih Berri, Sadr’ın kayıplara karışmasından sonra EMEL'in başına geçiyor ve bu tarihlerde Filistinlilere karşı haddi hesabının yapılmasının çok zor olduğu gaddarlıklar uygulanıyor.
Ambulansların yaralıları kurtarmaya imkân vermemesinden tutun hastanedeki yaralıların infaz edilmesine varıncaya kadar hiçbir vahşetten geri kalınmadı.7
Daha sonra EMEL, Hizbullah'ı doğuran rahim olarak işlev gördü.
İsrail'e karşı güçlenip hazırlandığı söylenen Hizbullah günümüzde Suriye'de devam eden kıyamda İslâmi olan her şeye karşı savaş açıp mücadele vermekte, hatta Allah'a yakınlaşma vesilesi olarak Suriyeli Sünni Müslümanları katletmekten çekinmemektedir.
17 Aralık 2010'da Tunus'ta Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması ile başlayan “Arap Baharı” dolayısıyla İran sağlıklı bir imtihan vermedi, doğru, hakkaniyetli, ümmetten ve İslâm’dan yana müstakim bir duruş sergileyemedi.
Tamamen sınıfta kaldı.
İran, Afganların Sovyetlere karşı mücadelesi neticesinde bir İslâm devletinin kurulmasına ne kadar karşı idiyse “Arap Baharı”nın neticesinde herhangi bir yerde İslâmi bir yönetimin kurulmasına da karşı olduğunu göstermiştir.
Suriye kıyamı nezdinde İran, takındığı tutum sebebiyle kaybettiği itibarı hiçbir vesile ile kaybetmiş değildir.
Şu anda İran, Müslümanlar için İslâm ümmetinin dertleriyle ilgilenenler için maalesef bir çıbanbaşı, bir Esed işbirlikçisi, hatta Esed'in de Rusya'nın da katliamlarının en büyük müsebbibi, en büyük tetikleyicisi olarak rol oynamaktadır ve öyle görülmektedir.
İran'ın bu kadarı ile yetindiğini söylememize imkân yoktur.
Yemen'de, Lübnan'da, Suriye'de, Irak'ta olanı biteni -milyonlarca tanık bir tarafa medyadan dahi takip eden herkes şunu görmektedir artık:
İran'ın İslâm devleti olmak gibi, İslâm ümmetini kucaklamak gibi, İslâm ümmetinin meseleleriyle ilgilenmek gibi bir meselesi kalmamıştır.
İran'ın İslâm Devrimi'nin var olduğu farz edilen ya da vehmedilen ve öyle ettirilen İslâm ruhu ile uzaktan yakından bir alâkasının kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Karşımızda İslâm Devrimi yapmış bir İran değil Persleşen ve Perslik ruhunu dimdik ayakta tutmaya çalışan bir İran vardır.
Bağdat, Dımaşk (Şam), Beyrut ve San’a gibi Sünnilerin sembol başkentlerini kontrollerine aldığını yetkili ağızları tarafından ifade eden İran’ın bu tutumu ancak ve ancak Persleşme ile izah edilebilir.
İran, İslâm Devrimi'ni dile getirmekle birlikte asla onu sahiplenmedi ve pratikte de devrimin sloganlarına dahi sadakat göstermedi, bu yolda hiçbir şey yapmadı.
Kudüs/Filistin davasında bunu görebiliriz.
Humeyni “Herkes bir kova su dökse İsrail'i su götürür.” diyerek ümmet için İsrail'in belirli bir gücün ifadesi olmadığını dile getirmiş, ayrıca her senenin Ramazan ayının son cumasının Kudüs günü olarak anılıp kutlanılmasını ve Kudüs üzerinde odaklanılmasını ilan etmiş fakat iş sadece bu kadarı ile kalmıştır.
Bu doğrultuda İran'ın bütün gücünü Müslümanlara karşı değil, Ehl-i Sünnet’e karşı değil bizatihi İsrail'e karşı kullanması beklenirdi.
Fakat İran şu anda izlemekte olduğu politika ile Irak’ta ve Suriye'de kendi doğrultularındaki iktidarları her türlü zulüm ve baskıya rağmen desteklemiş, aynı zamanda Yemen'de sol ve militan bir yönetici olan Abdullah Salih'in yanında yer alarak Husileri devreye sokmuştur.
Ortada harap olan Irak, Suriye, Yemen ve bunların harap olup tükenişinde affedilemez bir pay sahibi olan İran ile karşı karşıyayız.
Ümmetimizin perişanlığında ve çaresizliğinde İran'ın büyük bir payı bulunmaktadır.
Bundan İran ne kazandı, diye sorarsanız İran hiçbir şey kazanmadı, aksine kaybetti. İran çok şeylerini kaybetti.
İslâm ümmetinin liderliğini, en azından liderlik seviyesindeki güçlerden birisi olmak imkânını kaybetti.
Perslik ruhunu canlandırmak amacıyla Rusya'nın piyonu, zalim Esed'in zavallı bir koltuk değneği oldu.
Böylelikle İran İslâm Devrimi aslında İslâm ümmetine de çok tarihi ve büyük bir fırsat da kaybettirmiş oldu.
İran eğer devrimi ihraç etme noktasında samimi olmuş olsaydı İslâm ümmetinin, İslâm'a talip olma bilincini hızlandıracak ve onu güçlendirecek faaliyetlerde bulunması gerekirdi.
İran bunu yapmak yerine mezhepçiliğinde sınırları dışına çıkan tamamıyla Pers ruhunun ekseninde hareket etmeyi tercih etti.
Bunun neticesinde bize göre ümmete kaybettirdikleri kadar hatta daha fazlasını İran'ın kendisi kaybetmiş bulunuyor.
İran eğer tarihe şanla şerefle dönmek istiyorsa tekrar İslâm'a, İslâm’ın gerçek hedeflerine dönmelidir.
İhmal ettiği daha doğrusu ihanet ettiği ümmet ile barışıp kucaklaşması bir zorunluluktur. Ancak bu tercihi yapacak olan İran’dır.
İslâm Devrimi ismini alarak devrim yapmış bir ülkeye; şu anda zulmün payandası, zulmün kuklası, kötü oyuncağı, berbat bir aleti olarak bakılıyorsa bunun suçu kesinlikle bunu öyle değerlendirenlerde değil böyle bir değerlendirmeyi fazlasıyla hak eden İran’dadır.
Bununla birlikte biz Allah'tan ümidimizi kesmiyoruz. İran'da mutlaka aklı başında, hakikati gören insanların bir gün gelip İran'ı asıl ait olduğu yere döndürme noktasında gayret göstereceğini ümit ile beklemekteyiz.
Bu eğer bir gün gerçekleşirse İran, en az bin yüz yıllık tarihinin tamamıyla aksi bir mecrasında ilerleyecek demektir. (25 Ocak 2017)
Dipnotlar:
1. Acaba FETÖ liderinin kasetlerinin de aynı tarihlerde ve aynı hızla yayılması bir rastlantıdan ibaret miydi?
2. Özellikle İranlı Şii propagandasını yapanların söylediklerinin aksine “Velayet-i Fakih” teorisinde dile getirilen ve savunulan siyasal açılım, tamamıyla Humeyni’ye aittir ve Şii siyasal anlayışında Marks’ın Hegel diyalektiğini ters yüz etmesi gibi Şia’nın siyasal anlayışında ve teorisinde bir devrimdir. Başta Şeriatmedari olmak üzere birçok taklit merciinin buna karşı çıkmaları ya da geleneksel Şii siyasal teoriyi dile getirmek ihtiyacını duymaları da bundan dolayıdır. Bu teorinin ana teması ise, yeryüzü her türlü zulüm ile dolduktan sonra gelecek olan kayıp imam “Beklenen Mehdi= Mehdi-yi Muntazar”ın gelerek yeryüzünü adaletle dolduracak olması” itikadıdır. Bu kanaatte olan mercilere göre devrim ve dolayısıyla Velayet-i Fakih’e dayalı yapılacak olumlu uygulamalar, her adı anıldıkça “Accelallahu feracehu=Allah onun gelişi ile gelecek kurtuluşu çabuklaştırsın” diye dua ettikleri Mehdi’nin gelişini geciktirecekti. İşte bu teori ile Şii taklit mercileri ve fikir adamları leh ve aleyhte ikiye bölünmüşlerdi.
3. Bu yorumu yapanlar İran’ın İsrail’e karşı bir şeyler yapmasını ya hiç hatırlamıyorlar ya da bunu Mehdi’nin gelişine ertelemiş olmalılar.
4. Davet ciheti benzer bir yön olabilir ama muhtevanın Efendimizin davet mektuplarındaki ile hiçbir alâkasının olmadığı hatta taban tabana zıt bir muhtevada oldukları en basit bir karşılaştırmadan anlaşılacak bir husustur.
5. Tasavvufa kökten karşı çıkan ve mevlit gibi merasimleri en ağır dille eleştiren birtakım kimseler ise, devrimi kayıtsız şartsız destekledikleri için Humeyni’nin ve benzeri ilim ve fikir adamlarının bu tür yaklaşımlarını “irfanî” olmakla nitelendiriyor, imamet silsilesi içerisinde ya da bir şekilde yakınlığı bulunan birilerinin neredeyse aksırma yıldönümüne varacak kadar ayrıntı vesileler dolayısıyla yapılan matemleri, devrimin dinamikleri arasında görüyor ve öyle göstermeye çalışıyorlardı. Akla zarar bir çifte standart… Ey şartlanmışlık, sen nelere kadirsin!..
6. Özellikle Ruhanî ile ciddi irtifa kazanmış şu ABD yakınlaşması ile o işgali düşününce “perhiz ve lahana turşusu ilişkisi”ni hatırlamamak mümkün değil.
7. İşgal altındaki Halep’ten tahliye edilmek istenen masum sivillere karşı yapılan uygulamalar, İran ve Sasani ruhu için yeni değilmiş.
Kaynak http://www.medeniyetvakfi.org/vakif/ana-sayfa/guencel-haberler/iran-la-nereden-nereye
ÖNEMLİ NOT: Bu konu ile alakalı aşağıdaki Linkte çok çok güzel bir makale var. Bunu da okursanız İran gerçeğini daha iyi tanımış olacaksınız inşallah (Bekir Yetginbal)
https://bekiryetginbal.com/iran-amerika-dostluk-ve-muhabbetinin-dunu-bugunu/
Tags: Yayınlandı
14. Haziran 2017 at 16:02
Biraz da size insaf… Suriye'deki muhalefet çok mutedil miydi ki, İran biraz olumlu davransın.ekseriyeti harici kafayla ya birbirini kesti ya da "Rafızileri" öldüreceğiz diyen mezhepçi anlayışta çevrelerdi.. Ayrıca Yemen 'i konuşurken Suud'dan hiç bahsetmeyip Yemen 'deki mezalimin vebali İran ın sırtına atmak büyük bir riyakarlıktır…