Adalet ve Merhametin Terki, Yahudileşme Temayülünün Başlamasıdır

Adalet ve Merhametin Terki, Yahudileşme Temayülünün Başlamasıdır

Yazan Yusuf Semmak

Sadece kendi çocuklarına, arkadaşlarına, akrabalarına ve çevrendekilere merhametli olman, gerçek merhamet değildir.

Kendi arkadaşına merhamet ediyor, başkasına etmiyorsan; kendi akrabana merhamet ediyor, başkasına etmiyorsan;

Kendi grubuna, komşuna, köylüne, hemşehrine merhamet ediyor, başkasına etmiyorsan; kendi kedine merhamet ediyor, başka kedilere etmiyorsan;

Hayvanlara merhamet ediyor, insanlara etmiyorsan veya insanlara merhamet ediyor ama hayvanlara etmiyorsan; bu da gerçek merhamet değildir.

MERHAMET; bütün insanlara/mü’minlere karşı olmalıdır. Karıncayı bile incitmeyen bir mü’min bir çocuğa, bir ma’suma, öksüze, yetime, zayıfa ve mazluma hiç merhamet etmez mi?

Çok duyulan ve yapılan bir yanlışın ıslahı, Bir hayvanı diğer hayvanla karşılaştırıp birisini “cici”, ötekini “öcü” göstermek caiz değildir.

Zararlarını meşru dairede ve sınırları aşmadan gidermek müstesna…

Ama daha ehven çözüm yolu varken daha şedid çözümler (!) üretmeden… Tek kelimeyle merhameti elden bırakmadan…

Başkası nasıl olursa olsun, ne yaparsa yapsın; bizim amel ve tutumumuzda kalbimizdeki merhametin mutlaka “görüntüsü ve yansıması” olmalıdır.

Taberani’de kayıtlı, İbn-i Mes’ud’dan mervî ve ravileri sika (güvenilir) olan merfu’ bir Hadis‘ten anlaşıldığına göre; kişinin sadece “kendi arkadaşına” merhametli olması GERÇEK MERHAMET değildir.

Asıl merhamet, insanlara genel olarak merhamet etmektir.

Yani merhamette mü’minler arasında ayrımcılık yapmamaktır. Zaten merhametli olan herkese merhamet eder. Etmiyorsa, arkadaşına sergilediği tutum gerçek merhamet değil, başka bir şeydir.

Buradan şunu da çıkarabiliriz.

Sadece kendi yakınına veya sadece kendi hayvanına karşı sergilenen ve merhamet çağrıştıran tutumlar da, diğer insanlara ve hayvanlara da şamil olmadığı sürece gerçek merhamet değildir.

Bu konu, Buhari’nin 6009 numaralı rivayeti olan Hadis-i Şerif çerçevesinde İbn-i Hacer‘in şerhi olan Fethu’l-Bari’den de okunabilir.

YAHUDİLERİN DİNİNİN TEMELİNİ; kendilerinden olmayanlar hakkında aleyhlerine bir mes’uliyetin ve bir vebalin olmadığına inanarak diğer insanlara zulmetmek oluşturur.

Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin:

“Ümmiler hakkında aleyhimize hiç bir yol yoktur” diyerek başkalarına haksızlık etmeyi meşrulaştırmaya çalışması açıkça YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ’ dür, belki de YAHUDİLEŞMENİN bizzat kendisidir.

Her Müslümanın, Al-i İmran suresinin 75. ayetini çok iyi anlaması gerekir. Aksi takdirde, cehaleti sebebiyle, yahudi ve hristiyanların batıl yollarını karış karış, arşın arşın izlemek durumunda kalır.

Adâlet de böyledir, hakkaniyet de böyledir, dürüstlük de böyledir,liyakatçerçevesinde kardeşlik de böyledir, vefa da böyledir, sevgi ve saygı da böyledir.. Fakat cahiller bunu bilmez.

İyi bilelim ki, aksi takdirde BU BİR YAHUDİLEŞMEDİR.

İsterseniz önce mezkur ayet-i kerime’yi okuyalım, sonra da ayetin tefsiri hakkında sözü İMAM MEVDUDİ rahımehullah’a bırakalım:

“Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, sen ona bir kantar (altın) emanet etsen onu sana eksiksiz öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ki, ona tek bir altın emanet etsen sen onu ısrarla istemedikçe (tepesine dikilip durmadıkça) onu sana ödemez. Bunun sebebi, onların: ‘Ümmiler (Yahudi olmayanlar, Araplar, İsrailoğullarından olmayanlar) hakkında aleyhimize bir yol yoktur (Ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize bir vebal/mes’uliyet yoktur)’ demeleridir. Onlar bildikleri halde Allah’a yalan söylerler.” (Âl-i İmrân: 75)

“Yani, “Onlardan sadece Yahudilerle olan ilişkilerinde adaletli olmaları isteniyor ve Yahudi olmayan birinin mülkünü gasp etmekte bir beis görülmüyordu. Bu inanç sadece cahil Yahudi yığınları arasında yaygın değildi.

Bilakis bütün dini sistem, İsrailliler ve İsrailli olmayanlarla kurulan ilişkilerde tamamen farklı davranmaya müsaade edecek bir şekilde yoğrulmuştu.

Onların ahlakî değerleri belli bir tür davranışı İsrailoğulları’ndan birine karşı yapmayı yasaklıyor, fakat Yahudi olmayan birine karşı o şekilde davranmaya izin veriyordu.

Aynı şey bir İsrailli için doğru oluyor; fakat İsrailli olmayan biri için ise yanlış kabul ediliyordu.

Örneğin, Kitab-ı Mukaddes şöyle der:

“Her yedi yılın sonunda… komşusuna bir şey ödünç veren kişi onu bağışlasın…”, fakat “eğer bir yabancı(ya borç vermiş) iseniz onu geri isteyebilirsiniz.” (Tesniye, 15;1-3).

Başka bir yerde de tefecilikle (faiz) ilgili kanun şu şekilde ifade edilmiştir:

“Bir yabancıya faizle borç verebilirsiniz, fakat kardeşinize faizle borç vermemelisiniz.” (Tesniye, 23;20).

“Eğer bir adam İsrailoğulları’ndan birinin bir şeyini çalsa, onunla ticaret yapsa veya onu satsa, bu kişi öldürülür.” (Tesniye, 24:7).

 Talmud’da denilmektedir ki:

“Şayet bir İsrailli’nin boğasını İsrailli olmayan bir kimsenin boğası yaralarsa, İsrailli’ye tazminat vermek zorundadır. Eğer İsrailli’nin boğası İsrailli olmayanın boğasını yaralarsa, İsrailli tazminat vermek zorunda değildir.

Bir kimse kaybolmuş bir şey bulursa ve bulduğu şey İsraillilerin yerleşim bölgesindeyse, bulduğu şeyi sahibine vermek için ilân etsin. Şayet, İsrailli olmayanların bölgesinde bulunmuşsa, ilân etmeye gerek yoktur.

İsmail’in Rabbi diyor ki: Eğer bir ümmi ile bir İsrailli arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için uğraşsın.

Mümkün değilse ümmîlerin kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve “Bu sizin kanununuza göredir” desin.

Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla olursa olsun, İsrailli kardeşini kazandırsın. İsmail’in Rabbi, “İsrailli olmayanların zaaflarından yararlanın” diyor.” (Talmudic Mıscelleny. Paul İsaac Hershum. 1880, London. S: 37, 210-221).” (Tefhimu’l Kur’an, C: 1, S: 271)

Yukarıdaki İMAM MEVDUDİ’ nin açıklamaları, İslâm ümmetinin “VASAT ÜMMET” ve “ŞAHİD ÜMMET” olduğu gerçeğini ve dolayısıyla da Bakara suresinin 143. ayetini hatıra getiriyor.

“İşte böylece bütün insanlara karşı şahidler olmanız ve bu Peygamber’in de size karşı şahid olması için, Biz sizi VASAT (adaletli, hayırlı, ifrat ve tefritten uzak, dengeli, denge unsuru) BİR ÜMMET kıldık.” (Bakara suresi 143)

ADALET VASFINI kaybeden insanlar VASATLIĞI da yitirirler; ifrat ve tefrit‘e kayarlar. Aynı Yahudiler ve Hristiyanlar gibi..

Akabinde de; Irkçılık, fırkacılık, iltimas, zulüm, fâiz ve tefecilik, ahlâksızlık, çifte standartlı davranış biçimleri, haram ve rüşvet yeme vs. münkerler ortaya çıkar.

ŞAHİD ÜMMET ise, vahye ve hakka uyar, nefisleri istikametinde insanlara haksızlık etmek için yol aramaz. Kâbe nasıl ki, arzın tam ortasında ise, Rabbimiz İslam ümmetini de VASAT (orta) BİR ÜMMET kılmıştır.

Bakara Suresinin TAM ORTASINDA olan 143. ayette bu gerçeği bize haber verirken, hem Müslümanların VASAT ve ŞAHİD ÜMMET olmaları gerçeğine sarahaten, hem de Kâbe’ nin ARZIN TAM ORTA YERİNDE olduğuna işaret ve nükte yoluyla temas etmiştir.

Evet, bu FAZİLET, dünyada insanlara nasip olan en büyük şereftir. Fakat ona lâyık olunup olunmaması da ayrı bir yöndür.

MÜSLÜMANIM DİYEN HER BİR KİMSE; diğer ümmetlerden kendisini “Farklı ve üstün kılan tüm değerlerini” öğrenmek ve kuşanmak zorundadır.

Aksi takdirde önce yaşamış ve helâki hak etmiş toplumların “Münker Fiillerinden” kendilerini asla tam olarak sıyıramaz.

MÜSLÜMAN; o güzel akidesiyle, tertemiz ahlâkıyla, adaletiyle, hakkaniyetiyle, ölçülü kişiliğiyle, parmakla gösterilecek şekilde temayüz etmiş dürüstlüğüyle,

Doğruluğuyla, hikmetiyle, ilim, akıl ve tecrübelerden en üst düzeyde yararlanmasıyla, istikrarıyla, sebatıyla,

“Ayırıcı değil, birleştirici”, “Birbirine düşürücü değil, uzlaştırıcı”, “Yıkıcı değil, yapıcı” davranış biçimiyle, güler yüzü, güzel sözü, merhameti, şefkati,

Temiz kalbi ve iyi niyetiyle tüm insanlığın özlediği ve beklediği, adeta “insanlığın” görüntülü örneği olan bir mü’min olmalıdır..

Böylesine dengeli olabilen bir Müslüman’a tüm dünya hayran kalırken, Âlemlerin Rabbi de kendisinden razı olur.

Allah öyle bir “insan” yaratmayı dilemiş ve onu öylesine muazzam ikramlarla, lütuflarla ve nimetlerle donatmıştır ki; “O donanıma uygun yaşamayı başarabilen, kendi gerçeğinin farkına varabilen bir kimse”, kelimenin tam anlamıyla melekleşir…

Melekler iradeleri yokken, İlahi emirlere amade olurlarken; İnsan, irade, ihtiyar ve belli orandaki iktidarına ve bunca nimetler emrine musahhar kılınmış olmasına rağmen, asla kendini kaybetmez, başı dönmez, asla batıl yollara tevessül etmez, Allah’ın razı olduğu bir yola girer ve o yolun müntesibi yani “EHL-İ HAKK” olur.

Bunun karşılığı da önce Allah’ın rızası, rahmeti, sonra cennet ve nimetleri, nimetlerin en büyüğü de Allah’ı görmektir.

Rabbim, cümlemize nasip etsin. Âmîn.

20 Eylül 2016


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın