Tasavvufun Allah, Peygamber, Din, Kur’an, Halifelik ve Bey’at İnancı

Tasavvufun Allah, Peygamber, Din, Kitap, Kur’an, Halifelik ve Bey’at  İnancı 

Yazan Ahmet Kalkan 

Tasavvuf, halkın din anlayışını aslî çizgiden bozup saptıracak birçok tahrifatta bulunmuştur. Bunların belli başlılarını şöyle sayabiliriz:

ALLAH İNANCI

Vahdet-i vücut, Vahdet-i şühud, Fenâ fi’ş-şeyh, Fenâ fillâh anlayışıyla tevhide tümüyle ters Allah inancını savunmak, tasavvuf büyüklerini ve Peygamberimizi Allah’ın nice özelliklerine sahip kabul ederek tanrılaştırmak,

Allah tecelli ediyor diyerek Allah’ın gözüktüğünü iddia etmek,

Aşk kavramını Allah için kullanarak kirletilmiş ve beşerî ilişkileri çağrıştıran “İlâhî aşk” söylemiyle Allah’ın şanına yakışmayacak şekilde tevhidden sapmak,

Kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek..

Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi demektir. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı.

Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. 3. Baskı, s. 247).

Hulûl; (hâşâ!) Allah Teâlâ’nın, yaratıkla birleşip bütünleşebileceğine, yani Allah’ın varlığının beşerî varlığa girdiğine ilişkin inançtır.

Hulûl inancını benimseyip yaygınlaştıran Hallâc-ı Mansur, ayrıca dinlerin birliğini de kabul etmektedir.

İbn Arabî‘nin Tanrı Anlayışı:

Tasavvufçuların en meşhuru olan Muhiddin İbn Arabî, tasavvufçular için çok tuhaf bir tanrı uydurmuştur.

Birbiriyle çelişen iki zıddı zatında ve sıfatlarında toplayan tuhaf bir tanrı!

Gerçek varlık O, gerçek yokluk da O, yaratan da, yaratılan da O’dur.

Her varlığın kendisidir. Sıfatları da var ve yok olan her varlığın sıfatlarıdır. Yüce Hak ve çirkin bâtıl O’dur.

Bir defa olsun, meydana gelmesini aklın tasavvur edemeyeceği müstakil O, meydana gelmesi ve imkân dışılığı söz konusu olmayan mümkün O’dur.

Mü’min O, kâfir O’dur. Arşın altında secde eden melek O, cehennemde yanan şeytan O’dur.

Gözyaşları dökerek tesbih eden âbid O, günahlarıyla dillere destan olan kötü O’dur.

İbn Arabi‘nin anlayışında tanrı, bütün zıtlıkları benliğinde toplayan böyle tuhaf bir tanrıdır.

İbn Arabi‘ye Göre Her şey Allah’tır.

Muhyiddin İbn Arabi’ye göre Allah her şeydir yahut her şey Allahtır. Çünkü Vahdet-i vücud inancına göre âlemde ikilik değil, birlik vardır.

Bu birlik ya Allah’ın her şey olması yahut her şeyin Allah olmasıyla sağlanmış olmaktadır.

İbn Arabî, bu inancı şöyle ifade etmektedir:

“Onlar kendisi olduğu halde, eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun.” Ârif, hakkı (Allah’ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir.

İbn Arabi, Allah’ın, yaratıkların nitelendiği bütün sıfatlarla nitelenmesi onların tanımlarının aynı zamanda Allah’ın tanımı olduğunu da söyleyerek inancını şöyle pekiştirmektedir:

Her şeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakk’ın (Allah’ın) tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir.

Gören de, görülen de odur. Âlem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de O’dur.

O büyük insandır.

Âlemde görülen bütün suretlerin Allah olduğunu ifade ederek şöyle devam etmektedir:

“Onlar hakkın zâhiri (görüntüsü)’dür.

Çünkü O zâhirdir. Onların bâtını (gizlisi) de O’dur. Çünkü bâtın O’dur. Evvel de O’dur.

Çünkü bunlar yok iken O vardı. Ahir de O’dur. Çünkü bunlar ortaya çıktığı zaman Allah onların kendisiydi.

İbn Arabi, tanrı anlayışını belirterek şöyle devam ediyor:

O, ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü bir şey yoktur.

Kendisinden bâtın olacak bir şey de yoktur. O kendisine zâhir ve kendisinden gizli (bâtın)’dır.

Ebu Said el-Harraz diye adlandırılan da odur. Görülen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur.

İbn Arabi’ye göre, Allah’ı bilen gerçek arif, Allah’ın tabiattaki varlıkların suretlerinde sirayet edişini, yani Panteizmi gören ve âlemdeki bütün varlıkların suretlerinde Allah’ın bizzat suretini müşahede eden kimsedir.

Fususu’l-Hikem kitabını tercüme ve şerh eden A. Avni Konuk da bu anlayışı tekit ederek Gülşen-i Raz‘dan şu alıntıyı yapmaktadır:

“Mademki eşya varlığının görünümleridir, o halde put da o görünümlerden biridir Ey aklı olan adam! İyi düşün, put varlık bakımından batıl değildir.

Bil ki Allah onun yaratıcısıdır. İyiden sâdır olan her şey iyidir. O makamda ne var olmuşsa, hayrın kendisidir. Onda bir şer varsa, o da başkasındandır.

Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, dinîn putperestlikten ibaret olduğunu anlardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi?

O, putun ancak dış yaratılışını gördü, onun için şeriatta kâfir oldu. Sen de onda gizli olan Hak’kı görmezsen, şeriatta sana da Müslüman demezler.”

Görüldüğü gibi, İbn Arabi‘nin anlayışındaki tanrı, her türlü varlık ve yokluğu içine almaktadır.

Şöyle diyor:

Kendi kendine yüce olan, örf, akıl ve şeriatta ister iyi, ister kötü olsun, hiçbir sıfattan yoksun kalmayacak şekilde varlık ve yokluğa ait bütün özellikleri kapsayan kemale sahip olandır.

İşte bu, sadece Allah’ın müsemmasına mahsustur.

Varlığın dirilteceği ve yokluğun yok edeceği hangi tanrıdır bu? Örf, akıl ve şeriatta kötülenebilecek hangi ilahtır bu?

İbn Arabi’nin anlayışındaki tanrı bütün kötülüklere sahip bir tanrı olmaktadır. Böyle olunca onu örf, akıl ve şeriat neden kötülemesin?

PEYGAMBER İNANCI

Nübüvvet, peygamberlik demektir.

Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği şeriat çerçevesinde evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir. (S. Uludağ, s. 415)

Hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den kendilerinin rivâyet ettiğini iddia etmek;

kendi tezleri için gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek,

Nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; aynı zamanda tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek…

Tarikat içi hesaplaşmalara kurban giden İsmailağa Camiinde öldürülen Bayram Ali Öztürk, Arafat’ta yaptığı bir konuşmasında “Muhammed eşittir Allah” diye haykırıyordu, Youtube’daki videolarından dinlenebilir.

Yine medyada tasavvufu en çok temsil eden şahıs olan Cüppeli, bir konuşmasında, şunları söylemekten çekinmemişti:

“Rasûlullah Cebrail’e: ‘Sen vahyi kimden alıyorsun?’ diye sormuş ve ‘bilmiyorum, perde arkasından getiriyorum.’ Cevabını alınca, Cebrail’e şöyle demiş: ‘Bir daha vahiy alırken, perdeyi kaldır bir bak!’ Cebrail perdeyi kaldırıp bir bakmış ki, vahiy odasında Rasulullah var.

Yani vahyi gönderen de Rasul, alan da Rasul.

Daha doğrusu Allah makamında olan da Muhammed aleyhisselâm, Rasul makamında olan da.

Tasavvufun Peygamber Anlayışı: Nur-ı Muhammedi ve Hakikat-ı Muhammedi Kavramları:

Tasavvufçular, beşer üstü bir peygamber anlayışının ürünü olarak “Hakikat-i Muhammediye” de denilen “Muhammedî Nûr” inancını benimser.

Bu kavramı, genellikle tasavvufçular kullanır.

Hakikat-ı Muhammedî veya Nur-ı Muhammedî demek Allah’ın ilk defa ve ilk varlık olarak Hz. Muhammed’i kendi nurundan yaratması demektir.

Halk kitlelerinin ve tasavvuf kültürünün Vahdet-i vücut düşüncesinin de etkisiyle bu görüşü benimsediğini görmekteyiz.

Bu anlayışa göre; ilk yaratılan varlık Hz. Muhammed’dir; Hz. Âdem değildir.

Hatta dünya bile onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Hatta her şey ondan yaratılmıştır. (Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XV, 179).

Diğer varlıklar derece derece Peygamber’in varlığının bir parçasından oluşmuştur.

Bu düşünceleri değişik ifadelerle Zünnun el-Mısri, Abdullah b. Sehl et-Tüsteri, Hallâc-ı Mansur ve Muhiddin Arabî’de görebiliriz.

Aynı düşüncelere Abdülkerim el-Cîlî ve Celaleddin-i Rumi’de de rastlamaktayız. Bu şahısların ortak yönü hepsinin tasavvufçu olmasıdır.

Bu konuyla alâkalı Kur’an-ı Kerim’de ve Sahih hadislerde hiçbir açıklama yoktur. Yaratılan ilk varlığın ne olduğu ancak naslarla bilinebilir.

Gaybî bir konudur. Biz Müslümanlar olarak âlemlerin ve bütün nimetlerin hepsinin insanlar için yaratıldığına inanıyoruz.

Hz. Muhammed’in de insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve bir beşer olduğunu biliyoruz.

Hakikat-ı Muhammediye teorisi hurafe ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Yunan felsefesinden Hıristiyanlığa, oradan Şia’ya, oradan da Sünnî tasavvufa ve bazı Müslümanların kültürüne geçmiştir.

Felsefecilere göre ise; Muhammedî Nûr, başlangıçtan kıyamete kadar olacak şeylerin projesini yazan ilk unsur ya da ilk akıldır (akl-ı evvel).

Allah’ın Peygamber’i tanıtması, sevdirmesi, övmesi ölçü olarak müminlere yeterlidir.

Peygamberimize bağlılığı, sevgiyi ve onu örnek almamızı tavsiye eden çok sayıda ayet ve sahih hadis varken, uydurma ve hurafelere müracaat etmenin arkasında başka gerekçeler aramak gerektiriyor.

Yine tarikat sırlarından haberdar olanlar ve hakikat pirleri şöyle rivayet ettiler:

Baha Veled hazretlerinin (Tanrı onun ruhunu kutsasın) bir müridi vardı. Ona Kudbeddin ibrahim derlerdi.

Bu, gönül sahibi, aydın, yürekli bir mürid idi.

Bir gün Şemseddin hazretleri bundan incinmişti. Bunun üzerine bu müridin her iki kulağı da sağır oldu.

Öyle ki hiçbir şey işitmiyordu. Bir müddet sonra Şems hazretleri inayet buyurarak sağırlığını geçirdi.

Fakat müridin kalbinde bir sıkıntı kalıp hiç geçmiyordu. Bir gün Mevlânâ Şemseddin ona:

“Arkadaş kaç defa ben, seni bağışladım, kalbini hoş ettim. Neden halâ o sıkıntıdan kurtulmuyorsun? Kalbini hoş tut” dedi ise de yine bu sıkıntı kalbinden gitmedi.

Bir gün pazarın ortasında birdenbire Şems ile karşılaştı. Tam bir kalp doğruluğu ile baş koyup: “Tanrıdan başka İlâh yoktur ve Şemseddin Tanrı’nın elçisidir” diyerek dili ile şehadet getirdi.

Bunu işiten halk, ayaklandı ve onu dövmek istedi, içlerinden biri ilerleyerek onu dövdü.

Bunu gören Mevlânâ Şemseddin, öyle bir feryat kopardı ki döven adam orada öldü. Pazar halkı ağlayıp sızlayarak baş koyup hepsi Şems’e kul oldu.

Mevlânâ Şems de Kudbeddin’in elini tuttu.

Pazardan çıkıp bir köşeye götürdü ve ona: “Benim adım Muhammed’dir. Senin ‘Muhammed Tanrı’nın elçisidir’ demen lâzımdı. Halk damgasız altını tanımaz” dedi.

DİN İNANCI

Tasavvufta; Dinlerin birliği (Vahdet-i edyân). Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da bir ve aynıdır.

Bu anlayışa “Bî-reng”, yani renksiz(lik) denir.

Bu da bütün insanların “Elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibaret olan tek ve bir dindir.

Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün dinlerin mensuplarına aynı gözle bakar.

Çünkü hepsinin aslı birdir.

Bütün dinler ve mezheplerde esas olan söz konusu dinin renkleridir. Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil; kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar.

İbn Arabî’ye göre Allah, kendisinden başkasına ibadet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen O’ndan başkasına ibadet etmek mümkün değildir, başka şeylere ibadet edenler farkında olmadan Ona ibadet ederler.

O yüzden onlara göre put da birdir, Allah da (S. Uludağ, s. 102-103).

KİTAP VE KUR’AN İNANCI

Dört kitabı, tümüyle olumlayarak, muharref kitaplarla Kur’an arasında her yönüyle birlik olduğunu kabul etmek,

Kur’an meali okunacağına Mektubat gibi mutasavvıfların kitaplarının okunmasını tavsiye etmek;

Kur’an’ın mealini ve tefsirini okumayı müridlere ve çevrelerine yasaklamak, kendi meal ve tefsirleri varsa, ancak ona müsaade etmek…

Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp geleneksel mirası, Kur’an’a ve İlâhî ölçülere ters olduğu halde ölçü kabul etmek;

meselâ Kur’an’a ters nice görüşleri ve şatahat cinsinden sözleri olduğu halde eski tarikat büyüklerinin yolunu takip etmeyi gerekli görmek…

Kur’an âyetlerinin, zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek, nice ayetleri anlam yönüyle hiç alâkası olmadığı halde tasavvufun uydurma kavramlarına delil gibi sunmak…

HALİFELİK VE BEY’AT İNANCI

Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve Müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir.

İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atle başa geçen Halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir.

Bu Hilâfeti tekrar bulunulan coğrafyaya hâkim kılma gayreti yerine, Şeyhlerine Halife diye bakıp bu kavramı tahrif ederek,

günümüzde bu Halifeliğin ciddiyet, ağırlık ve gereğini unutturarak onların görevlendirdikleri veya yerlerine aday olanlara Halife diyen anlayışı öne çıkarır tasavvuf.

Kur’an’ın sadece Rasûlullah’la ilgili olarak gündeme getirdiği ve otorite sahibi olmayı gerekli kılan “Karşılıklı alış-veriş” anlamına gelen “Bey’at” kavramını,

İslâm Devlet Başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve Bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek;

Halife kabul ettikleri kendi şeyhlerine bağlılık sözü almak için Bey’at kavramını kullanmak…

Kaynak: Yazarın Facebook Paylaşımı


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın