Şiir Denilen Hamal, Küfende Ne Var?

Şiir Denilen Hamal, Küfende Ne Var?

İnsanlar, tarih boyunca duygu ve düşüncelerini çoğu kez konuşarak, zaman zamanda yazmak suretiyle ortaya koymuşlardır.

Şiir yazmak ya da şiir okumak suretiyle de hitapta bulunmak adeta bir ayrıcalık olmuştur.

Çünkü bunu yapmaya her insan kendinde medeni bir cesaret bulamamış, adeta “Şairlere ve Şiire hep gıpta etmişler, Şairler toplumda farklı bir kişi olarak kabul görmüştür.

Şahsen benim şiire bakışım, “Şiirlerin toplum üzerindeki tesirinden” dolayı hep “Siyasi bir bakış” olmuştur.

Çünkü şiir benim gözümde, keskin bir bıçak gibidir. İnsan isterse, bu bıçakla kurban keser sevap kazanır, isterse harakiri yapar günahkâr olur.

Dolayısıyla bıçak, kesme işi için bir “araç” tır. Mesela “kurban kesme amacı” işte bu güzel araçla çok kolay halledilebilir değil mi?

İşte şiire ben, siyasi amacımın, siyasi üslup aracı olarak bakarım.

Siyasi amacım, Resulullah(sas) efendimizin siyasi amacıdır. Peki, o amaç nedir?

Bir gün Resulullah (sas)’in amcası Ebu Talip kendisine gelip yalvardı ve dedi ki; “Ey yeğenim Muhammed(sas), gel bu davandan vaz geç.. Yoksa Kureyşliler karar aldı seni öldürecekler..”

Allah’ın(cc) ve Müminlerin sevgilisi, amcasına “Siyasi bir cevap” verdi ve dedi ki:

“Ey amca, onlar benim sol elime Ay’ı, sağ elime de Güneşi verseler de ben davamdan vaz geçmeyeceğim. Ya Allah’ın dini (razı olduğu sosyal düzen) bu hayata hakim olacak, ya da ben bu uğurda öleceğim..”

İşte şanlı Resul’ün(sas) bu “Ya Allah’ın dini (razı olduğu sosyal düzen) bu hayata hakim olacak, ya da ben bu uğurda öleceğim..” siyasi amacı, her bir Müslümanın ve tüm İslam Ümmeti’nin de siyasi amacı olmalıdır. Aynen Resul’ün (sas) sahabelerinde olduğu gibi.

Aslında bu hayati husus, tüm sosyal faaliyetlerin de böylesi bir siyasi amacı olmalıdır.

Yani konuşurken, yazarken ya da bir şiir yazıp okurken, topluma veya bireye hitap ederken mutlaka “Bu siyasi amaçla bağlantılı” bir iş, bir icraat ortaya koymalıyız ki, İnsanlar İslam’ın da ‘Sosyal ve siyasi bir hayat Projesi’nin olduğunu idrak etmiş olsunlar.

Onlarca yıldır ki bu topluma, İslam’ın kendine has bir hayat nizamının, bir sisteminin olduğu hiç gösterilmedi. İslam sadece “İtikat, İbadet ve Ahlak ’tan müteşekkildir” dediler ve Orijinal İslam’ı hep Müslümanlardan gizlediler.

İşte şimdi bize düşen görev, kâh Şiirlerle, kâh Makalelerimizle, kâh evlerdeki Sohbetlerimizle, ya da kitlelere Camilerdeki, Salonlardaki ya da Sokaklardaki konuşmalarımızla “İslam’ın Hakikatini, Orijinalini” durup dinlenmeden anlatmaktır inşallah.

Şiirlerin özünde söz konusu olan şey, Şiir içinde kullanılan her bir söz ya da cümlenin mana ve muhteva olarak İslam akidesine, Kur’an ve Sünnet’e asla muhalif olmamasıdır.

İşte bu nedenle Şiir ve onun içinde bulunan her bir söz ya da kelime hak ise kabul edilir, batıl ise ret edilir. Zaten şiir dışındaki diğer söz, hitap ve tüm davranışlarımızda da bu ölçü geçerli değil midir?

Seyyid Kutup (ra) “Fizilalil Kur'an” isimli eserinde şöyle der:

Arap toplumunda cinlerin kendilerine haber getirdiklerini iddia eden kâhinler vardı. İnsanlar bunlara sığınıyor ve onların haberlerine güveniyorlardı.

Bunların çoğu da yalancıydı. Onlara inanmak ise, kuruntulara ve yalanlara paçayı kaptırmaktı.

Herhalde kâhinler insanları doğru yola çağırmıyorlardı, Allah’tan korkmalarını istemiyorlardı. Onları imana iletmiyorlardı.

İnsanları Kur’an- Kerim ile sağlıklı bir hayat yoluna çağıran Peygamberimiz (sas) ise onlar gibi bir insan değildi.

Onlar bazen Kur’an’a şiir diyorlardı. Hz. Peygamberin de (sas) bir şair olduğunu söylüyorlardı.

Bununla beraber, insanların kalplerine inen, duygularını harekete geçiren, karşı koyamayacakları bir şekilde onların iradelerine egemen olan eşine asla rastlamadıkları bu sözü nasıl karşılayacaklarını kestirmemenin şaşkınlığı içindeydiler.

Bu Şuara suresindeki Kur’an ayetleri Hz. Muhammed’in (sas) yolu ile Kur’an yolunun asla ”Şairlerin yolu ve Şiir yolu” ile bir ilgisi olmadığını açıklıyorlardı.

Çünkü bu Kur’an apaçık bir yol izliyordu. Belirlenmiş bir amaca çağrı yapıyordu. Dosdoğru bir yolla bu amacına doğru ilerliyordu.

Peygamber (sas) ise bugün söylediğiyle yarın asla çelişmiyordu. Değişen arzulara ve duygusal tepkilere bağlı bir yol izlemiyordu. Bir çağrı üzerinde ısrar ediyor, bir inanç üzerinde yoğunlaşıyor, zikzakları olmayan bir yolda ilerliyordu.

Şairler ise böyle değildir.

Şairler değişebilen tepkiler ve duygusal hareketlerin esiridirler. Duyguları onlara hâkim durumdadır. Bu da onları diledikleri gibi bu duygularını ifade etmeye iter.

Aynı şeyi bir zaman siyah görürken başka bir zaman beyaz görürler. Bazı mutlu oldukları zaman bir söz söylerler. Öfkelendiklerinde ise başka bir söz söylerler. Sonra onlar aynı düzeyde durmayan oynak bir karakterlerin sahibi kimselerdir!

Bunun yanında kuruntu (evhamlar) dan dünyalar yaparak bu dünyalarda yaşarlar. Bazı işleri ve sonuçları hayal ederler. Sonra onları yaşanan bir gerçek olarak hayal eder ve ondan etkilenirler.

Eşyanın hakikatine, gerçeklerine çok az ilgi duyarlar. Zira onlar hayallerinde, içinde yaşadıkları başka bir realite oluştururlar.

Belli bir davası olan ve bu davasını realite dünyasında, insanların yaşadığı dünyada gerçekleştirmek isteyen insan ise böyle değildir.

Dava sahibinin bir hedefi, bir programı, bir yolu vardır. Açıkgöz, açık kalp, uyanık akıl ile programına göre yolunda ilerlemeye devam eder. Kuruntuya asla razı olmaz. Rüyalarla yaşamaz. Böylesi insanlar, iç dünyası bir realiteye dönüşmediği müddetçe hayallerle yetinmez. Onlarla tatmin olmaz.

Buna göre Peygamberin (sas) programı ile “Şairlerin programı” birbirine taban tabana zıttır. Bu konuda hiçbir kuşku da yok. Olay apaçık ve net olarak ortadadır. (Şuara suresinin şu ayetlerinde ifade edildiği gibi);

224- Şairlere gelince ancak amaçsız, havai insanlar onların peşinden gider.

225- Görmüyor musun ki, onlar her vadiye dalarlar.

226- Ve yapmadıklarını söylerler.

Onlar karakterlerine ve arzularına uyarlar. Bu nedenle arzu ve isteklerine esir olan şaşkınlar da onların peşlerine takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur.

Şairler, söz, düşünce ve bilincin her vadisine takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur. Her zaman diliminin üzerlerindeki etkilerine, gösterecekleri tepkilere göre, herhangi bir baskı atmosferinde oradan oraya takılıp giderler.

Şairler yapmadıkları şeyleri çok söylerler. Zira kendi hayallerinin ve duygularının ürünü olan dünyalarda yaşarlar. Kendilerine çekici gelmeyen gerçek hayatın bu hayal ürünü dünyalarını tercih ederler!

Bu nedenle çok şeyi söylerler fakat onların hiç birini yapmazlar. Çünkü bütün bunları kuruntu âlemlerinde yaşarlar. İnsanların görülen dünyalarında bunların bir gerçekliği, bir pratiği yoktur.

İslam’ın yapısı ise hayat pratiğinde uygulanmaya müsait, hazır, eksiksiz bir hayat programıdır. İslam gizli olan vicdanlardan hayatın görülen bütün uygulamalarına varıncaya kadar her şeyi kuşatan geniş kapsamlı bir harekettir.

İslam’ın bu tabiatı; “Şairlerin insanlık tarafından bilinen genel karakteri ve bu tabiatıyla” asla uyuşmaz. Çünkü Şair iç âleminde bir takım ütopyalar oluşturur ve kendisini onlarla tatmin eder.

İslam ise, hayallerin gerçekleşmesini ve onların gerçekleştirilmesi için çalışmayı gerektirir. Bütün duyguları realite âleminde “en üstün bir örnek” olarak gerçekleştirmeye çalışır.

İslam ise insanların hayatın gerçeklerini olduğu gibi karşılamayı ve onlardan kaçıp ütopya türü hayallere yönelmemeyi tercih eder, sever.

Eğer bu gerçekler, onların hoşuna gitmiyorsa, uyguladıkları programa uygun düşmüyorsa, İslam bu durumda insanların onları değiştirmelerini ve İslam’ın istediği programı gerçekleştirmelerini öngörür.

Bu nedenle İslam, insanların uçup giden kuruntulara, hayallere mümkün ölçüde “kapılmamalarını”, onların “kökünü kazımalarını” ister.

İslam insanın bu gücünü yüce hayallerin gerçekleştirilmesi uğrunda harcamasını öngörür. Yüce ve geniş kapsamlı programını gerçekleştirme uğrunda bütün enerjisini harcaması gerektiğini belirtir.

Bununla beraber İslam, ayetlerin yüzeysel olarak ele alınışı halinde anlaşılacağı gibi şiire ve sanatın kendisine karşı savaş açmaz. Belki ayetlerin yüzeysel olarak değerlendirilmesiyle böyle bir yargıya varabilirse de gerçek öyle değildir.

İslam’ın karşı koyduğu ve savaştığı şey ise; şiir ve sanatın izlediği yanlış yoldur. Yani ütopyaların, sınırsız arzuların, hiç bir ilkeye bağlı olmayan tepkilerin yolu.. İnsanların tasavvurlarını gerçekleştirmekten alıkoyan ütopyalar yolu..

Ruh, İslam’ın yoluna girip oraya yerleştiğinde, şiiri ve sanatı ile İslami prensiplerle yetiştiğinde, olgunlaştığında ve aynı zamanda realite dünyasında bu tertemiz duyguları gerçekleştirmeye çalıştığında,

Kuruntulara dayalı dünyalar oluşturup bunların içinde yaşamakla yetinmediğinde, hayatın realitesini, çarpık, geri kalmış ve çirkin halde yüzüstü bırakmadığında,

Ruhun İslami bir amaca yönelik değişmez bir programı bulunduğunda, dünyaya bakıp onu İslam açısından İslam’ın ışığında değerlendirdiğinde,

Sonra da bunların hepsini şiir ve sanat ile ifade ettiğinde, İslam asla şiire soğuk bakmaz, sanata karşı savaşmaz.

Belki ayetleri yüzeysel olarak değerlendirdiğimizde evet böyle bir bakış açısı ilk etapta göze çarpar ama gerçekten durum hiçte böyle değildir.

Kur’an-ı Kerim kalpleri ve akılları bu evrenin harika sanat güzelliklerine ve insan ruhunun derinliklerine insanı yöneltir. Dikkatlerini bu alanlara çeker.

Bunlar ise zaten şiir ve sanatın ana malzemesidir.

Kur’an-ı Kerim kainattaki maddi ve manevi varlıkların güzellikleri önünde öyle bir takım duruşlar yapar ki, şeffaflıkta, etkilemede bu sanat üstünlükleri ve güzelliklerini bir bütün olarak sergilemede hiç bir şiir Kur’an’ın bu tespitlerine ulaşamaz.

Bu nedenle Kur’an-ı Kerim şairlerin bu genel karakterinde bir istisna da yapar. Hükmünü hemen mutlak olarak vermez. (Şuara suresinin şu ayetinde);

227- Yalnız iman edip iyi ameller işleyenler, sık sık Allah’ı ananlar ve zulme uğradıklarında zalimlere karşı koyanlar böyle değildirler. Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaklardır.

İşte bu hususlar şairlerin o genel karakteri dışındadırlar.

İman edip iyi amel işleyen kişilerin kalpleri ise, inanç sisteminin gerçekleriyle dolmuştur. Hayatları bir yola, programa göre doğrulmuştur. İyilikler yapmışlardır.

Bütün güçlerini, enerjilerini, güzel iyi işlere yöneltmişlerdir. Soyut düşünce ve hayallerle yetinmemişler, zulme uğradıktan sonra zafere kavuşmuşlardır.

Böylece “bağlandıkları, inandıkları, gerçeğin zafere ulaşması için” bütün enerjilerini harcayacakları bir mücadele ortamı içine girmişlerdir.

Peygamberimiz (sas) döneminde, şirk ve müşriklerle girişilen savaş meydanlarında, İslam inanç sistemini ve bu inancın sahibini savunan şairler arasında, Hasan İbni Sabit, Ka’b İbni Malik ve Abdurrahman İbni Revaha’yı da görüyoruz. Allah hepsinden razı olsun.

Bunlar Medine’li Müslüman şairlerdi. Abdullah İbni Zeba’ri ve Ebu Süfyan İbni Haris İbni Abdulmuttalib de bu şairler arasında bulunuyorlardı.

Bu son ikisi cahiliye dönemlerinde Peygamberimizi (sas) hicvediyor (alay ediyor) lardı. Müslüman olduklarında ise güzel Müslümanlar oldular. Peygamberimize çok güzel övgüler, methiyeler yazdılar ve İslam’ı savundular.

Buhari de yer almıştır ki: Peygamberimiz (sas) Hasan İbni Sabit’e “Hicvet onları. Cebrail seninle beraberdir” demiştir.

Abdurrahman İbni Ka’b babasından aldığı rivayette, babasının Peygamberimize (sas) “Yüce Allah şairler hakkında indireceklerini indirdi, artık ben bu işi bırakayım” dediğinde Peygamberimiz (sas):

“Mümin hem kılıcı, hem diliyle savaşır. Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile onlara söylediğiniz her söz yayından fırlayan bir ok gibi onlar üzerinde etki yapmaktadır.” (İmam Ahmet rivayet etmiştir.)

İslam şiirinin ve İslam sanatının kapsamı, zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak gerçekleşen bu örnekler, çok daha geniş bir alana yayılmaktadır.

Şiirin veya sanatın hayatın herhangi bir alanına ilişkin “İslami bir düşünceden, yaklaşımdan kaynaklanmış olması” İslam’ın hoş göreceği bir şiir veya sanat olması için yeterlidir.

Bu şiir veya sanatın “bir savunma, bir saldırı olması olarak yazılması yapılması,  doğrudan İslam’a çağrıda bulunması, onu yüceltmesi, İslam’ın önemli günlerine ve erlerine övgüde bulunması” zorunlu bir şey değildir. Bir şiirin “İslami bir şiir” olması için, şiirin ille de bu konularda yazılmış olması şart değildir.

Müslümanın bilinciyle bütünleşmiş bir bakış açısıyla, gelen geceyi ve yayılan sabahı seyretme sahneleri insanın iç âleminde onu Allah’a daha da bağlar. İşte öz itibari ile İslami şiir de budur.

Bir aydınlanma veya Allah’a bağlanma veyahut Allah’ın yarattığı bu varlıkla ilişkiye geçme anı, İslam’ın sıcak bakacağı bir şiirin yazılması için yeterli olacaktır. Bu konuda artık yol ayrılmıştır.

İslam’ın, hayatın bütününe, hayatın içindeki ilişkilere ve bağlara ilişkin kendisine has bir bakış açısı vardır. İşte bu İslami bakış açısından kaynaklanan her şiir, İslam’ın hoş göreceği, sıcak bakacağı şiirdir.

Bu doyurucu açıklamalarından dolayı Rabbim Seyyid Kutup kardeşimize rahmet etsin, son mekânı cennet olsun inşaAllah.

Bu sahabelerin (Allah onlardan razı olsun), Resulullah (sas) ile birlikte Şiiri, siyasi amaçlarının birer Siyasi aracı olarak mükemmel bir şekilde nasıl kullandıklarının detayını lütfen "Hayat'us Sahabe" isimli kitaplardan bir okuyalım ve üzerinde düşünelim inşaAllah.  15.09.2013

Kardeşiniz Bekir Yetginbal             

 


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın