Arapça, Kur’an ve Sünnetin Anlaşılmasında Arapça’nın Önemi

Kur’an ve Sünnetin Anlaşılmasında Arapça’nın Önemi

M. Hanefi Yağmur

Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun. Salat ve selam onun Rasûlüne, âline ashabına ve ihsan ile onlara tabi olanların üzerine olsun.

Hak din ile bizleri şereflendiren Rabbimiz Arap lisanı ile indirmiş olduğu yüce kitabında şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّـهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” [ Ali imran suresi 102]

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّـهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ ۗ وَمَن يُطِعِ اللَّـهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” [Ahzab suresi 70-71]

Cabir b. Abdullah’ın rivayetine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem hutbe okurken Allah’a hamdu sena ettikten sonra şöyle diyordu:

مَنْ يَهْدِهِ اللَّهُ فَلَا مُضِلَّ لَهُ وَمَنْ يُضْلِلْهُ فَلَا هَادِيَ لَهُ إِنَّ أَصْدَقَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللَّهِ وَأَحْسَنَ الْهَدْيِ هَدْيُ مُحَمَّدٍ وَشَرُّ الْأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا وَكُلُّ مُحْدَثَةٍ بدْعَةٌ وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِي النَّارِ
“Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığını da kimse hidayete erdiremez. Sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabıdır. Hidayetin en güzeli Muhammed’in (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) hidayetidir. İşlerin en kötüsü ise sonradan ortaya çıkartılanlardır. Sonradan dine sokulan her şey bidattir. Her bidat ise dalalettir. Her bir dalalet ise cehennemdedir.” [ Sünen-i Neseî, Kitabu Salâtu’l Îydeyn, H. No: 1578 ]

İslâm ümmetini en hayırlı ve şahit ümmet kılan Allah Azze ve Celle İslâm ümmetini dinin en mükemmeli olan İslâm ile her türlü eksiklik ve noksanlıktan arındırılmış tek din ile göndermiş ve şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللَّـهِ الْإِسْلَامُ
“Şüphesiz ki Allah katında tek din İslâm’dır…” [Ali imran suresi 19]

كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّـهِ
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız…” [ Ali imran suresi 110]

وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا
“Ey Müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şahitleri olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun…” [Bakara suresi 143]

İslâm ümmetini diğer ümmetlerden daha üstün bir ümmet kılan Allah Subhanehû ve Teâlâ her hususta onları diğer dinlerden ve ümmetlerden üstün kılacak niteliklerle donatmıştır.

İndiği günden kıyamet gününe kadar mucizevi özelliğini koruyacak olan ve Arap dili üzere indirdiği Kur’ân’la İslâm ümmetini şereflendirdiği gibi peygamberlerin efendisi ve sonuncusu olan Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile de şereflendirdi.

Görüneni ve görünmeyeni bilen, âlemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle indirdiği kitabını Arap dili ile indirdi.

Dar bir coğrafyada ve Arapçanın en mükemmel şekilde kullanıldığı bir zaman diliminde indirilen Kur’ân, fesahatı, belâğatı ve diğer mucizevi özellikleriyle tüm insanları ve cinleri, benzerini getirmekten aciz bırakacak güçte indirmiştir.

Allah Azze ve Celle Kur’ân’ı Arap dili ile indirdiğini birçok ayette şu şekilde belirtilmektedir:

إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا
“Elbette ki biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik” [ Yusuf Suresi: 2 ]

وَهَـٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ
“Hâlbuki bu (Kur’ân) apaçık Arapçadır.” (Nahl Suresi: 103 ]

إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
“Biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’an kıldık.” [Zuhruf Suresi: 3]

وَإِنَّهُ لَتَنزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ عَلَىٰ قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ
“Muhakkak ki o (Kur’an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. (Resulüm!) Onu Ruhu’l emîn (Cebrail) indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dille.” [ Şuara Suresi: 192-195 ] “

Ayette yer alan “Apaçık Arapça bir dille” ifadesi dillerin en faziletlisi, kendilerine gönderilen kimsenin kullandığı, onları davet ettiği dil demektir.” (Fadlu’l Arabiyye, Muhammed Saîd Raslan, S. 11)

Yukarıdaki ayetler ve bunların dışında daha birçok ayette Kur’ân’ın Arapça olduğu belirtildiği gibi birçok ayette de Arapçayı en iyi bilen, Mekke’de şiir yarışmaları düzenleyen Arapların tümüne, Kur’an’ın hatta bir suresinin, bir ayetinin benzerini getirmeleri hususunda meydan okuyan ayetler yer almaktadır.

Allah Subhanehû ve Teâlâ Kur’ân’ı Arapça indirdiği gibi bu kitabı insanlara tebliğ etmesi için gönderdiği efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i de Arapça konuşan ve Araplardan birisi olarak göndermiş ve bu hususları bazı ayetlerde şu şekilde ifade etmiştir.

فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّقِينَ وَتُنذِرَ بِهِ قَوْمًا لُّدًّا
(Rasûlüm!) Biz Kur’an’ı, sadece, onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle (indirip okutarak) kolaylaştırdık.” [ Meryem suresi 98)

وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ ۗ لِّسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَـٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ
“Şüphesiz biz onların: Kur’an’ı O’na ancak bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’an) apaçık bir Arapçadır.” [Nahl suresi 103]

وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَّقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ ۖأَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ
“Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?” [ Fussilet suresi 44]

Allah Azze ve Celle bu kitabı Arap diliyle indirdiğine ve aynı zamanda bu dini tebliğ etmesi, uygulaması ve insanlara öğretmesi için seçtiği efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i de Arapça konuşan, sadece Arap dilini bilen Araplardan birisine indirdiğine göre,

Allah’ın tek dini olan İslâm dininin, bu dinin kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’in ve Rasûlü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’nin anlaşılması, bunlardan da hükümler istinbat edilmesi için Arapçanın bilinmesi kaçınılmaz bir şarttır.

Allah’ın indirmiş olduğu kitabın ve gönderdiği Rasûl’ün dili olan Arap dilini gereği gibi bir şekilde dosdoğru öğrenip buna ait ilimler hakkıyla talim edilmedikçe ne Kur’ân’ın ne de Sünnet’in anlaşılması mümkün değildir.

Dolayısıyla Arapça; hem Kur’ân’ın hem hadislerin anlaşılması hem de ictihad için olmazsa olmaz şartlardandır.

İslâm âlimleri gerek Kur’ân’ın ve gerekse Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sözlerinin anlaşılması hususunda Arap diline çok büyük önem vermişlerdir.

Kur’ân ininceye kadar Arap dili ile ilgili kurallar metodolojik bir şekilde kitaplaştırılmamış ve üzerinde bu yönde herhangi bir çalışma yapılmamıştır.

Ancak Kur’ân’ın Arapça olarak indirilmesi ve Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in de Arapça konuşan bir peygamber olarak gönderilmesi nedeniyle Allah’ın kitabı Kur’ân’ın ve Rasûlü’nün Sünneti’nin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için Arapça daha ayrı bir önem kazanmış ve Müslüman âlimler Arapça ile ilgili eserler telif etmeye başlamışlardır.

Sibeveyh gibi edebiyatçılar Arapçanın kuralları hakkında eserler telif ettiler. Lisanu’l Arap, Kâmûsu’l Muhit gibi geniş kapsamlı Arapça sözlükler yazıldı.

İslâm âlimleri bunların tümünü Kur’ân’ın ve Sünnet’in anlaşılması, bunlardan hükümler istinbat edilebilmesi için yaptılar.

Zira Arapça gereği gibi bilinip öğrenilmeden ne Kur’ân’ın ne de Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadislerinin anlaşılması ve bunlardan hükümler istinbat edilmesi asla mümkün olmaz.

Arapçanın önemi hakkında İslâm âlimlerinden bazılarının sözleri şunlardır:

İmam Şafiî, Adburrahman b. Mehdi’ye göndermiş olduğu “er-Risale” ismiyle maruf olan eserinde Arap dilinin önemi hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Her bir Müslümanın bütün gücüyle Arap dilini öğrenmesi gerekir ki böylelikle Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik etmiş olsun.

Buna göre Allah’ın kitabını tilavet etsin ve üzerine farz olduğu şekilde lafızları zikredip tekbir getirsin. Kendisine emredilen şekilde, tesbih, teşehhüd ve diğer hususları yerinde yapsın.”

Çünkü zikredilen bu hususlar İmam Şafiî’ye göre her bir fert üzerinde dine ait farzlardandır. Arap dili olmadan da bunların eda edilmesi mümkün değildir.

Zira “bir farzın yerine getirilebilmesi için gerekli olan her husus da farz hükmündedir.” [ Kur’ân’ın ve Sünnetin Anlaşılmasında Arap Dilinin Önemi. Dr. Mahmûd Ahmed ez-Zeyn. Dairatü’ş Şuûni’l İslâmiyye Ve’l Ameli’l Hayri Bi duba İdâratü’l Buhûs. Birinci Baskı H. 1430-M. 2009. S: ]

İmam Şafiî yukarıdaki ifadelerin ardından şunları söylüyor.

“Nübüvvetin sonunu ve son kitabını indirmiş olduğu lisana ait ilmi iyice bilmek Müslüman kimse için hayırdır.

Müslüman bir kimsenin namazı ve onun zikirlerini öğrenmesi, haccı ve bununla ilgili emirleri yerine getirmesi ve bu hususlarda istenilenleri yapması gerektiği gibi Arap lisanını da öğrenmesi gerekir.

Böylelikle üzerine farz olan hususları bilen ve bu konularda ‘başkasına tabi olmayan’ değil ‘tabi olan’ kimse olur.

Açıklamalarıma Kur’ân’ın Arapça dışında bir başka dille değil, Arapların diliyle indirildiğini söylemekle başladım.

Arap lisanının genişliğini, ifade tarzlarının çokluğunu, manalarının birleştiği ve ayrıldığı noktaları bilmeyen bir kimse yüce kitabın cümlelerini izah edemez.

Bunları bilen kimse ise Arap dilini bilmeyen kimselerin içine düştükleri tüm şüphelerden kurtulur.

Ancak Arap dilini bilmeyen kimseler için hem Kur’ân’ın Arapça inmiş olması hem de Sünnet’in Arapça olması nedeniyle bu dili öğrenmesi bir sorumluluktur. “ [ Er-Risale, S. 49-50 ]

Sıratı Müstakime Uymak ve Cehennemliklere Muhalefet isimli kitabında Şeyhu’l İslâm İbni Teymiye el-Hurâni el-Hanbelî, fethedilen ve Arapçanın konuşulmadığı topraklarda yaşayan Müslümanların Arap dilini kullanmayı hafife almalarını eleştirmekte ardından da şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Yine Arap dilinin bizzat kendisi dindendir ve onu öğrenmek vaciptir. Zira Kur’ân ve Sünnet’in anlaşılması farzdır. Arap lügati olmadan ise Kur’ân ve Sünnet anlaşılamaz.

Çünkü bir vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir… Sonra Arap dilini öğrenmek kimi zaman farz-ı ayn kimi zaman da farz-ı kifâye olur.

Bu husus İbni Ebî Şeybe’nin rivayet ettiği manada yer almaktadır. Dedi ki: Ömer, Ebû Mûsa el-Eşârî’ye yazdığı mektupta şöyle dedi:

Selamdan sonra. Sünneti fıkhediniz. Arapçayı da fıkhediniz ve Kur’ân’ı Arapça kurallarına göre anlayınız. Çünkü Kur’an Arapçadır…

Ömer’den gelen bir başka rivayete göre şöyle demiştir:

Arapçayı öğreniniz. Çünkü Arapça dininizdendir. Farzları öğreniniz çünkü farzlar da dininizdendir.” [ İktidâu’s Sırâtı’l Müstekîm Li Muhâlefeti Ashâbu’l Cehîm, Muhammed İbni Teymiyye el-Hurânî el-Hanbelî ed-Dimeşkî, Ölümü H. 728. Muhakkık Nâsır Abdülkerîm el-Akl. Yayıncı Dâru İlmü’l Kütüb, Beyrut. Yedinci baskı. H. 1419-M. 1999]

“Bizim fasih Arapçaya önem vermemiz gerekir. Çünkü dindeki hataların geneli Kitap ve Sünnet’in lafızlarının yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Zira din, Allah-u Teâlâ’nın muradı hususunda Kitab’a, Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in muradı hakkında da Sünnet’e teslim olmak demektir.

Ancak Kitap ve Sünnet’i kendi isteğine ve anladığının gereğine göre ortaya koymak isteyen kimseler gelecektir. Görünürde Kitab’a ve Sünnet’e göre hareket edilmiş, nassa bağlı kalınmış olsa da gerçekte Kitap’tan ve Sünnet’ten uzaklaşılmakta ve daha fazla batmaktadır.” [ Fadlu’l Arabiyye, Muhammed Saîd Raslan, S. 43 ]

Yine Şeyhu’l İslâm İbni Teymiye şöyle diyor:

Kur’ân ve Hadisin tefsiri yapılırken, Ayet ve Hadis lafızlarında yer alan Allah ve Rasulü’nün “kastettiği muradın bilinmesi”  ve bu kelamların “nasıl anlaşılması gerektiğinin bilinmesi”  kaçınılmazdır.

Kendisiyle “hitap olunduğumuz” bir dil olan Arapçanın bilinmesi, Allah ve Rasulü’nün kelamındaki muradı tam ve doğru anlamamıza yardımcı olur.

Aynı şekilde böylelikle, “lafızların manalara olan delaletleri”  de iyice anlaşılır.

 Bidat ehlinin genelinin sapması da işte bu sebeptendi.

Çünkü onlar Allah ve Rasulü’nün kelamına, kastettiğinin dışında farklı ve yeni bir anlam yüklüyorlar ardından da bu kelamın buna delalet ettiğini iddia ediyorlardı.

Oysa gerçek böyle değildir. (El-Îman, Şeyhu’l İslam İbni Teymiye, S. 111.)

Yine imam Şafiî şöyle diyor:

“Allah Azze ve Celle’nin seçmiş olduğu lisan Arap lisanıdır. Arap dili ile aziz Kitabı indirdi ve onu peygamberlerin sonuncusu Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in lisanı kıldı.

Bu nedenledir ki biz, Arapça öğrenmeye gücü yeten kimselerin Arapçayı öğrenmeleri gerekir, dedik. Çünkü bir kimseye Arapça dışında yabancı dili konuşması haram olmamakla birlikte Arapça önceliği olan lisandır.” [ İktidâu’s Sırâtı’l Müstekîm Li Muhâlefeti Ashâbu’l Cehîm, 1/464. Muhammed İbni Teymiyye el-Hurânî el-Hanbelî ed-Dimeşkî, Ölümü H. 728. Muhakkık Nâsır Abdülkerîm el-Akl. Yayıncı Dâru İlmü’l Kütüb, Beyrut. Yedinci baskı. H. 1419-M. 1999 ]

İmam Mâverdî şöyle diyor:

“Müctehid olan veya olmayan her bir Müslümanın Arap lisanını öğrenmesi farzdır.” (İrşâdu’l Fuhûl, Şevkânî, (2/719)

Şâtıbî, Muvâfakât’ta şöyle diyor:

“Bu mübarek şeriat Arapçadır ve yabancı dillerin (Arapça dışında kalan dillerin) bu şeriatta yeri yoktur.” [ Şatıbı, el-Muvâfakat, 1/8 ]

Yahya b. Ya’mur Ubeyy b. Ka’b’dan rivayet ediyor. Dedi ki: “Kur’an ezberlemeyi öğrendiğiniz gibi Arapçayı da öğreniniz.” [ El-Musannef, İbni Ebî Şeybe, (10/7/30517) ]

Darimi Sünen’inde senediyle Ömer RadiyAllahu Anh’dan rivayet ediyor: “Kur’an’ı öğrendiğiniz gibi ferâizi, dilin (kaidelerini) ve yani dinin nakli hükümlerini) de öğrenin.” (Sünen-i Dârimî (2/231/2850) Sahih ve mevkuf hadis.)

Et-Teysîr Fî Usûli’t Tefsîr isimli eserinde Atâ b. Halil Ebu’r Raşte şöyle diyor:

“Kur’ân Arapçadır, ayetleri ve kelimeleri de Arap diline göre anlaşılır. Kur’ân’da yer alan kelimelerden bir tanesi; şer’î veya lügavi veya örfi veya mecaz veya iştikak ve Arapçalaştırma dışında tefsir edilecek olursa bu türden bir tefsir ve anlayış Arapça anlayış sayılmaz.

Buna bağlı olarak da Allah’ın Kitabı’nda ve Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’nde var olanlara muhalif olur ve bundan da –Allah korusun- ancak sapıklık ve küfür meydana gelir.” [ Ata b. Halil Ebu’r Raşte, Et-Teysîr Fî Usûli’t Tefsîr, Bakara Sûresi, S. 20]

Son derece değerli olan İslâm âlimlerinden yalnızca bir kısmının sözleri bile, Arapçanın önemini ortaya koyma hususunda gayet açık ve nettir.

Çünkü Arapça Rabbimizin seçip beğendiği bir dildir. Çünkü Arapça Allah’ın kelamı olan Kur’ân’ın dilidir.

Çünkü Arapça peygamberlerin efendisi olan Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dilidir. Çünkü Arapça peygamberlerin atası olan İbrahim Aleyhi’s Selam’ın dilidir.

Çünkü Arapça kelime zenginliği, hissedilen ve edilemeyen hususları ifade gücü bakımından son derece yeterliliği bulunan bir dildir.

Kur’an’ın ve Sünnet’in gereği gibi öğrenilip anlaşılması, şer’î delillerden hüküm istinbatı, dinin gereklerinin hakkıyla yerine getirilmesi, öğrenilip öğretilmesi hususunda Arapçanın öğrenilmesine dair âlimlerin sözlerinden yalnızca bir kısmıdır bunlar.

Âlimlerin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere İslâm’ın ve kaynaklarının doğru bir şekilde anlaşılması hususunda Arapça son derece önemli bir yere sahiptir.

Arapça bilinmeden Kur’ân’ın ve Sünnet’in anlaşılması mümkün olmadığı gibi şer’î hükümlerden istinbatta bulunmak da imkânsızdır.

Kur’ân’ın ve Sünnet’in lafızları Arapçanın bilinmesiyle ancak anlaşılabilir. İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân’ın ve Sünnet’in anlaşılabilmesi ve bunlardan da hüküm istinbat edilebilmesi için sadece kelimelerin anlamlarının bilinmesi veya sözlük kullanılması da yeterli olmaz.

Kur’ân’da ve Sünnet’te yer alan lafızların lügat anlamlarının bilinmesinin yanında Arap dilinin özelliklerinden olan; fesahat, belâğat, hakikat, mecaz, iştikak gibi özelliklerin kısacası sarfa ve nahive ait inceliklerin de bilinmesi gerekir.

Yoksa günümüzde bazı aklı evvellerin yaptıkları gibi değil Kur’ân’dan, mealinden okumak suretiyle hüküm çıkarmak kesinlikle mümkün değildir.

Bunu yapan veya bunun doğru olduğunu iddia eden kimseler cehaletlerinin dahi farkında olmayacak derecede mürekkeb cahildirler.

Çünkü mealler Kur’ân değildir. Çünkü “Kur’an, mushafın iki kapağı arasında mütevatir nakille bize nakledilendir.” [ İslâm Şahsiyeti, 3. Cilt, Takiyyüddin en-Nebhânî, Köklü değişim yayınları ]

Bu nedenledir ki geçmiş tarihlerde Müslümanlar fetih için hareket ettikleri zaman tefsir, hadis, fıkıh ve Arap dili konusunda yeterliliği bulunan kimseleri de beraberlerinde götürmüşler ve zaferin elde edilmesi hâlinde orada yaşayan insanlara dinlerini öğretmeleri için ordu ile birlikte hareket eden âlimleri fethedilen topraklara yerleştirmişlerdir.

Öyle ki çoğu kere fethedilen toprakların halkları Müslüman olmalarının ardından Arapçayı son derece iyi kavramışlar, tefsirde, hadiste, fıkıhta, Arapça ilimlerinde eserler vermişlerdir.

İslâm ile Arapçanın bir araya gelmesiyle Arap diline yeni kavramlar ve anlamlar girdi. Güçlü bir dil olan Arapça İslâm ile daha da güçlendi.

Dünyanın her bir yanında okunup öğrenilen bir dil hâline geldi. İslâm Arapçaya yeni kavramlar kattı.

Arapça kelimelerin bazılarına ait hakiki manaları şer’î manalara nakletti. Buna göre İslâm; Namaz, oruç ve hacc gibi kelimelerin lüğavi anlamlarını şer’î anlamlara nakletti.

Mü’min, Müslim, kâfir, fasık ve münafık gibi kelimelere yeni anlamlar yükledi. Yine İslâm Arap diline; Hilâfet, velayet, vezir, kadâ, hicâbe ve hisbe kelimelerinde olduğu gibi idari ve siyasi anlamları olan kelimeleri kattı.

Kur’ân ve Sünnet’in sahih bir şekilde anlaşılması için çalışmalar yapan İslâm âlimleri nahiv alanındaki çalışmalarıyla Arap diline; fail, meful, âmil, ilga, ta’lik, mudaf, mudafu ileyh, merfu, mensub ve mecrur gibi yeni kavramları kazandırdı.

Hadis ilmi nedeniyle Arapçaya; sened, metin, illet, merfu, mürsel, munkatı, me’sûr ve mütevâtir gibi kelimeler dâhil oldu.

Fıkıh ve fıkıh usûlü alanlarında; vacip, müstehab, haram, mekruh ve mubah gibi kelimeleri kattı.

Belâğatta ise; bedî’, beyan, meânî, cinas, teşbih, istiâre, kinâye, müsned, müsnedü ileyh gibi kavramları kazandırdı.

Netice itibariyle İslâm ile Arapça adeta birbirinden ayrılması mümkün olmayan et ve tırnak gibi oldu.

Arapça olmadan İslâm’ın anlaşılması mümkün olmadığı gibi İslâm’dan bağımsız ve uzak bir Arapçanın da herhangi bir anlamı yoktur.

Çünkü Arapçaya değer katan şey bizzat İslâm’ın kendisi olmuştur. Çünkü Arapça İslâm’ın dilidir.
İslâm’ın sahih bir şekilde anlaşılmasında Arap dilinin önemini hakkıyla kavrayan Sahabe ve onların ardından gelen Müslümanlar bu hususta gerekeni yerine getirdiler.

İslâm’ın insanların kalplerine yerleşmesiyle Müslüman olan kimselere Allah Azze ve Celle’nin İslâm ve Müslümanlar için seçip beğendiği bu dile çok büyük bir değer verdiler ve bunun inceliklerini kavramak için gerekli gayret ve çabayı ortaya koydular.

Ancak zaman içerisinde İslâm’ın geniş coğrafyalara yayılmasına, farklı ırklardan ve dinlerden insanların İslâm’a girmelerine,

her geçen gün İslâm’ın hâkim olduğu toprakların genişlemesine, Müslüman olan insanların sayısının günden güne artmasına bağlı olarak

İslâm’a düşman olan topluluklar ve devletler İslâm ve Müslümanlar aleyhinde çabalar ortaya koydular.

Müslümanları kendi dinlerini doğru bir şekilde anlamaktan uzaklaştırmaya çalıştılar. Bu hususa vurgu yapan Ata b. Ebu’r Raşte Bakara Suresi tefsirinde şöyle diyor:

“Ancak onların ardından gelenlerde Arap diliyle ilgili meleke zayıfladı ve işler onlara zor geldi. Kur’ân ayetlerini Allah’ın indirdiği lügatin dışında yorumlamaya giriştiler.

Taşımadığı manaları ona yüklediler. Çokça tevil yapmak, nassı zahir ve batın diye ayırmakla fırkalar ve heva ehli ortaya çıktı ve görüşler dal budak saldı.

Furuatta yani içtihadın sınırında kalmayıp bunu usule hatta akaide ve akaidin dallarına kadar uzattılar.

Daha sonra bunların ardından bir başka topluluk daha geldi ve bunlar haktan daha da uzaklaştılar, saptılar ve dosdoğru yollarını şaşırdılar.

Önceki toplulukta aklın alanı dışındaki hususlara özen gösterme hastalığı isabet etmiş ardından da kendilerindeki Arap diline olan hâkimiyet melekelerindeki zafiyet musibeti de ilave oldu.

Fakat bu kimselerde birinci musibet olduğu gibi kaldı. Aklın alanı dışında kalan hususları önemsemenin yanı sıra Arap dilinin ihmal edilmesi ve ona hiçbir surette değer verilmemesi musibetiyle dertlerine dert kattılar.

Ah keşke bu kimseler cahil olduklarını bilselerdi de bu halleriyle ilim öğrenmek isteyip öğrenseydiler. Ancak bunlar tam tersine bunlar bildiklerini sandılar ve buna bağlı olarak da Allah’ın dinine karşı cüret ettiler.

Allah’ın indirdiği ve Rasûl’ün de konuştuğu dili iyiden iyiye düşünmeden, bunlara ait ilimleri veya esaslarını kavramadan Kur’ân ayetlerini veya Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadislerini anlamadan okudular, fetva aldılar, fetva verdiler.

Onlara: Kur’ân ve Sünnet’in dilini anlayıp kavramadan Kitap ve Sünnet’ten nasıl hükümler çıkartıyorsunuz?

Veya ehli olmadığınız hâlde hüküm istinbat ederken Allah’tan korkmuyor musunuz? Hükümler çıkartmak suretiyle hem sapıp hem de saptırmadan önce dile gereken önemi göstermeniz gerekmez mi?

Şeklinde sorular sorduğunuz zaman size, Allah Azze ve Celle’nin Kitabı’nın ve Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’nin anlaşılması hususunda Arap dilinin önemini küçümseyen bir şekilde cevap verirler.” [Ata b. Halil Ebu’r Raşte, Et-Teysîr Fî Usûli’t Tefsîr, Bakara Sûresi, S. 14-15 ]

Osmanlı Hilâfeti’nin sonlarına doğru Batı kültürünün İslâm dünyasında etkili olmaya başlaması, ardından da İslâm Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla sömürgeci kâfirler Arapça konuşan ülke halklarına fasih Arapça yerine bozuk Arapça konuşmalarını tavsiye ettiler.

Bu amaçla kendileriyle birlikte çalışan, akılları Batı kültürüyle efsunlanmış olan kimselere kitaplar yazdırdılar.

Hatta bazı Arap ülkelerinde bozuk Arapçaya dayalı kitaplar yazdılar. Böylelikle Arapça konuşan ülke halklarının İslâm’ın temel kaynaklarını anlamalarını engellemeye çalıştılar.

Türkiye gibi ana dilin Arapça olmayan ülkelerdeki durum ise daha vahim bir hâl aldı. Buralarda Arapçadan tümüyle kopuk mealcilik gibi çalışmaları, Sünnet’i inkâr eden düşünceleri teşvik ettiler.

Netice itibariyle Arapçayı hafife almak ancak ve ancak İslâm’ın sahih bir şekilde anlaşılmasını engellemek, sömürgecilerin İslâm toprakları üzerindeki hegemonyasını pekiştirmek ve sürdürmek içindir.

Kur’ân’ın ve Sünnet’in anlaşılmasında Arapçanın önemi hiçbir şekilde tartışılamaz. Nitekim muteber ve değerli İslâm âlimleri Arapçanın önemini sürekli olarak vurgulamışlar, bu hususta eserler telif etmişlerdir.

Çünkü Kur’ân ve Sünnet ancak fasih Arapça ile anlaşılabilir. Başka türlü anlaşılması asla mümkün değildir.

[1] Âl-i İmran Sûseri: 102
[2] Ahzâb Sûresi: 70-71
[3] Sünen-i Neseî, Kitabu Salâtu’l Îydeyn, H. No: 1578
[4] Âl-i İmran Sûseri: 19
[5] Âl-i İmran Sûseri: 110
[6] Bakara Sûresi: 143
[7] Yusuf Sûresi: 2
[8] Nahl Sûresi: 103
[9] Zuhruf Sûresi: 3
[10] Şuara Sûresi: 192-195
[11] Fadlu’l Arabiyye, Muhammed Saîd Raslan, S. 11
[12] Meryem Sûresi: 98
[13] Nahl Sûresi: 103
[14] Fussilet Sûresi: 44
[15] Kur’ân’ın ve Sünnetin Anlaşılmasında Arap Dilinin Önemi. Dr. Mahmûd Ahmed ez-Zeyn. Dairatü’ş Şuûni’l İslâmiyye Ve’l Ameli’l Hayri Bi duba İdâratü’l Buhûs. Birinci Baskı H. 1430-M. 2009. S:
[16] Er-Risale, S. 49-50
[17] İktidâu’s Sırâtı’l Müstekîm Li Muhâlefeti Ashâbu’l Cehîm, Muhammed İbni Teymiyye el-Hurânî el-Hanbelî ed-Dimeşkî, Ölümü H. 728. Muhakkık Nâsır Abdülkerîm el-Akl. Yayıncı Dâru İlmü’l Kütüb, Beyrut. Yedinci baskı. H. 1419-M. 1999
[18] Fadlu’l Arabiyye, Muhammed Saîd Raslan, S. 43
[19] El-Îman, Şeyhu’l İslam İbni Teymiye, S. 111.
[20] İktidâu’s Sırâtı’l Müstekîm Li Muhâlefeti Ashâbu’l Cehîm, 1/464. Muhammed İbni Teymiyye el-Hurânî el-Hanbelî ed-Dimeşkî, Ölümü H. 728. Muhakkık Nâsır Abdülkerîm el-Akl. Yayıncı Dâru İlmü’l Kütüb, Beyrut. Yedinci baskı. H. 1419-M. 1999
[21] İrşâdu’l Fuhûl, Şekânî, (2/719)
[22] Şatıbı, el-Muvâfakat, 1/8
[23] El-Musannef, İbni Ebî Şeybe, (10/7/30517)
[24] Sünen-i Dârimî (2/231/2850) Sahih ve mevkuf hadis.
[25] Ata b. Halil Ebu’r Raşte, Et-Teysîr Fî Usûli’t Tefsîr, Bakara Sûresi, S. 20
[26] İslâm Şahsiyeti, 3. Cilt, Takiyyüddin en-Nebhânî, Köklü değişim yayınları
[27] Ata b. Halil Ebu’r Raşte, Et-Teysîr Fî Usûli’t Tefsîr, Bakara Sûresi, S. 14-15

http://kokludegisimdergisi.com/index.php?p=makaleDetay&makale=596

 


Tags:

 
 
 

Bir cevap yazın