Bosna Hersek Seyahatim ve Srebrenica Katliamı

Bosna Hersek Seyahatim ve Srebrenica Katliamı

31.Mayıs.2007 Perşembe saat 12:00 de kalkan uçağa binişimizle başlayan kafile halindeki Bosna Hersek ziyaretimiz, 04.Haziran.2007 Pazartesi saat 16:00 da uçaktan İstanbul’a inişle Allah’a hamd olsun tamamlanmış oldu.

4 gece 5 gündüz süren bu ziyaretimizle, daha önceleri adını duyduğumuz, haritada yerini bildiğimiz Balkanlardaki Müslüman kardeşlerimizden bir bölümünü teşkil eden Bosna ve Hersek’ teki can ciğer akide kardeşlerimizle tanışma ve kucaklaşma fırsatı bulduk.

Özellikle 1992 – 1995 yılları arasındaki adil olmayan bir savaş ve eli ayağı bağlı, yokluklarla savaşa katılan ve her türlü yokluk ve sıkıntılara rağmen izzet ve şerefle Sırp yada Hırvat küffarına karşı savaşan kahramanlarla oturduk yedik içtik dertleştik.

Ben burada, bu güzel coğrafyanın sayfalar dolusu güzelliklerinden, servetlerinde, tarihi dokusundan vs. bahsederek fazla vaktinizi almayacağım.

Öncelikle bir durum tespiti olarak şunu ifade etmek istiyorum. 1975 yılında Üniversitede okurken, sınıfımız öğrencilerinden olan Filistinli bir öğrenciye, kendi yaşadığı memleketi ile Türkiye arasında yada gidip gördüğünü söylediği Mısır, Ürdün, Suriye vs. ile Türkiye arasında bir kıyas yapmasını, düşünce yapıları, örf ve adetleri, sosyal yapıları, yemekleri vs. konularda ne farkların olduğunu sormuştum.

Cevap olarak demişti ki; “Hemen hemen hiçbir fark yok, aksine benzer o kadar çok yanları var ki..Hatta fikri seviyeleri, düşünceleri ve yaşama şekilleri bile birbirinin aynısı gibi.”

Bosna Hersek ziyaretim bana, 32 yıl önce yapılan bu tespitin ne kadar isabetli bir tespit olduğunu gösterdi.

Ha bu coğrafyayı gezmişsin, ha Sarajova’sıyla, Mostar’ıyla yada Tuzla’ sıyla Bosna ve Hersek’i gezmişsin bariz bir fark görülmüyor.

Nitekim Hac vesilesi ile gittiğim Mekke ve Medine’ de, dünyanın dört bir yerinden gelen Müslümanlar da, aynı sülalenin adeta amca çocukları gibi idi.

İkinci bir durum tespiti olarak, eski Yugoslavya devletinin dağılmasını müteakip çıkan kanlı savaşlar, özellikle Müslümanlara yönelik katliamlar ve zoraki sürgünlerle dağıtılıp yerlerinden yurtlarından kovulması, arkasından gelen ve ABD' nin dayattığı DAYTON ANLAŞMASI ile zoraki ellerine tutuşturulan, dayatılan coğrafi ve siyasi haritalara, anayasa, kanun ve idari düzenlemelere şöyle bir bakalım diyorum.

Hem de öyle bir düzenleme ki; Çoğunluğu Müslüman olan bir bölgede, üçlü ve sekiz ayda bir değiştirilmek zorunda olan, dönüşümlü Sırp, Hırvat ve Boşnak Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi ve bu sisteme bağlı bölgesel parlamentolar, Başbakanlar, bakanlar vs..vs..

Üçüncü bir durum tespiti ise, bekli de, İslam coğrafyasının hiç bir yerinde görülemeyecek derece de, Müslümanlarla, “Katolik, Protestan yada Ortadoks” denilen kafirlerin, birbirine çok yakın ev, sokak, mahalle, köy ve şehirlerde iç içe yaşamaları, birbirine bahçeleri bitişik cami ve kiliselerin mevcudiyeti..

İşte bu içli dışlılık,1992-1995 yılları arasındaki savaşta, çarpışmanın olmadığı adeta sokak, mahalle ve şehir bırakmamış.

Ziyaretimizin ilk günü; başkent Sarajova’daki şehitliğe gittik.

Eski Osmanlı mezarları ile son savaşta şehit olanların mezarları yan yana..

Arasından sadece bir yol geçiyor. “Yüzlerce şehidin arasına, Osmanlı mezarlarının yanına beni de defnedin” diye vasiyet eden rahmetli Aliya İzzet Begoviç’in kabrine de uğruyoruz.

Hepsine fatihalar okuyoruz.

Kan emmeye doyamayan Sırp ve Hırvat katiller, o savaş günlerinde Televizyonlarda gördüğümüz katliam ve vahşetin kat be kat fazlasını gerçekleştirmişler bu şehirde.

Özellikle şehri çevreleyen yüksek dağlar ve buralara mevzilenen vahşi Sırp sırtlanlar, aylarca süren top atışlarıyla ve 2000 – 3000 metre menzilli dürbünlü silahlarıyla gece gündüz kan dökmüşler ama kahraman Boşnak kardeşlerimizi teslim alamamışlar..

İkinci gün, sabah kahvaltısını müteakip Visoko kasabasındaki büyük medreseyi ziyaret ediyoruz.

Bosna Hersek’te medreseler, bir yönüyle bizdeki İmam Hatip okulları gibi.. Bu medreselerden ülkenin bir çok yerinde bulunduğunu öğreniyoruz. Yatılı okul özelliğindeki bu medreselerde eğitim 4 yıl imiş.

Kız ve erkek öğrenciler aynı külliye içinde ama ayrı  binalarda eğitim görüyorlar. Ayrı yurtlarda kalıyor ve ayrı yemek hanelerde yemeklerini yiyorlar.

Bu medreselerin verdiği eğitim her ne kadar dört dörtlük olmasa da, İslam ışığının bu topraklarda söndürülemediğini ve asla söndürülemeyeceğini adeta haykırıyor.

Okullar yada medreseler, bir toplumun fikri olarak kalkınmasında fazla etken olamazlar. Çünkü onların müfredatı tek düzedir yani "statik bir yapısı" vardır.

Halbuki toplum "dinamik yapılıdır" ve günlük problemleri, günlük değişken ihtiyaçları vardır. Haliyle toplumu "fikri bir kalkınma" ile ayağa kaldıramıyorlar. Dolayısıyla bu ihtiyaçlara "statik yapılı okul ve medreseler" cevap veremezler nitekim veremiyorlar da..

Peki kim, nasıl cevap verecek derseniz; cevabı, İslam’ın ve onun davetçisi Hz. Muhammed Mustafa (sas) efendimizin hayat seyri içinde vardır. O da siyasi ve cemai bir çalışmadır.

Hiçbir okul yada medrese inşa etmediği halde – ki kafirler zaten izin vermezdi de – Dar’ul Erkam’ da yani Sahabeyi Kiramdan biri olan Erkam isimli bir sahabenin evinde müminleri eğitti.

Onlarda aldıkları fikirlerle topluma gittiler, onları değiştirdiler ve ikna ettiler. Hicretle birlikte Medine de kurulan yeni siyasi sosyal yapı ile yani İslam Devleti ile İslam dünyaya hızla yayılmaya başladı.

Burada başarının sırrı ve püf noktası, günlük problem ve ihtiyaçlara anında hemen çözüm üretilmesi, dinamik yapıya, ondan daha dinamik bir şekilde cevap verilebilmesidir.

Medrese yada üniversite düzeyinde de olsa okullar, öğrencilerini “Müfredat – Sınav ekseninde” harekete zorlarlar yani siyasi bir yapıları yoktur.. Allah Resulü (sas) ve ashabı ise birer siyasi şahsiyetlerdi.

Medrese ziyaretimizi müteakip Travnik şehrine geçiyoruz.

Burada bir caminin önünde park eden otobüsten indiğimizde, cami bahçesinde yine Osmanlı İslam Devleti'nden kalma mezarlarla karşılaşıyor ve "Bu mezarlar, Sırp yada Hırvat kafirleri tarafından niye tahrip edilemedi" diye soruyoruz.

Çünkü Bosna ve Hersek’te binlerce camiyi yerle bir eden bu katiller ordusu, aynı anda mezar taşlarını da söküp atıyor, cami arsası üzerine kiliseler inşa ediyor ve buranın bir Hristiyan beldesi olduğunu dışarıdan görenlere ispat etmeye çalışıyormuş..

Travnik teki mücahitler, çok çetin bir cihad ile kafirleri şehirlerine hiç sokmamışlar, yağma, yıkma, talan ve tecavüze hiç mi hiç fırsat vermemişler.

Savaş bittikten sonra ise Müslümanlar süratli bir şekilde camilerini inşa etmeye başlamışlar.

Bosna’ da cami inşa etmek demek adeta “Küffara meydan okumak, yıkılmadık ayaktayız” demek sayılıyor.

Hatta bir cami inşaatı gördüm, minaresi bitmiş beyaza boyanmış. Bir kilometre öteden “Ben buradayım bire kafir” diye haykırırcasına dimdik ayakta duruyor ama, su basmanı seviyesin de inşaatı başlamış, yan duvarlardan ise bir ikisi yeni örülüyor.

Yani daha ibadete bile açılacak hale gelmemiş. Adeta,”Fırlatmaya hazır uzun menzilli füze” gibi küffarın kalbine korku salıyor.

İşte Bosna’da cami inşası, bir ”Hilal ile Haç savaşı” dır..

Nitekim meşhur tarihi Osmanlı köprüsünün top atışlarıyla yıkıldığı Mostar şehrine gittiğimizde, şehrin en yüksek dağının zirvesine, küffar "40 metre yüksekliğinde" betonarme dev bir Haç dikmiş..

Kilometrelerce uzaktan rahatlıkla görülebilen bu Haç işareti bir küçük "t" harfini andırıyor.

Travnik’te, cami bahçesinde bulunan bir mezar taşı, adeta bize bakıyor ve acı bir tebessümle, Hoş Geldiniz, ama çok çok geç geldiniz..” diyor.

Burada bulunan bir mezar taşında,”Türkiyeli şehit Selami Yurdan” yazıyor. Bu serdengeçti ve yardan geçti genç şehit, bizi mahcup ediyor. Kardeşlerinin imdadına canıyla,kanıyla koşan bu cengaver genç, artık kıyamet gününe kadar Bosna’lı kardeşlerinin misafiridir.

Aynen Ebu Eyyub El Ensari’ nin İstanbul’ un misafiri olduğu gibi. Rabbim cümlesine rahmet etsin. Havzı kevser’in başında Resulullah (sas) efendimizle buluşmayı hepimize nasip etsin inşallah.

Travnik ziyaretimiz de yine Osmanlı İslam Devleti döneminden kalma Elçi İbrahim Paşa Medresesi’ ne uğrayıp Bosna’da ilk Cuma namazımızı burada kılıyoruz. Bu medrese, Visoko’ daki medreseye göre biraz küçük ama tarihi bir yapısı var.

Ziyaretimizin Üçüncü günü sabah kahvaltısını müteakip otobüse binip dökülüyoruz yollara.. Hedef, yaklaşık 200 km güney batıda bulunan Mostar şehri. Bu şehre giderken, yol boyu birçok yerlere uğramak programda var ama zaman çok sınırlı..

Nitekim tadımlık ta olsa, Sarajova’ ya çok yakın Milli Park ilk uğrak yerimiz oluyor. Kayalar arasından çıkan ve gürül gürül akan bir "nehir kaynağına" şahit oluyoruz.

Yine yol üstünde bir "Osmanlı köyü" olarak anılan ve her şeyiyle Osmanlı İslam Devleti' ni hatırlatan ve içindeki  "Poçetelli" kalesiyle meşhur bu yerde mola veriyor, camisinde namaz kılıp, kalesine çıkıp doyumsuz manzarayı seyrettikten sonra yine yola dökülüyoruz.

Blaga denilen yerleşim yerini birkaç kilometre geçip ana yoldan ayrılıyoruz. Karşımıza Buna nehri çıkıyor. Buna nehrinin ana kaynağı da meğerse burada imiş..

Ben hayatımda bu güne kadar böyle büyük bir su kaynağı görmemiştim. Tanıtım tabelasında kaynağından saniyede 40.000 metre küp su çıktığı yazılı..

Bunu görünce insan Rabbine ne kadar şükretse azdır diyor ve hamdu sena ediyorum.

Bu güzel su kaynağının çıktığı yerde Sarı Saltuk türbesi olarak anılan bir türbe ve Halveti dergahı var. Rivayete göre Osmanlı buralara gelmeden önce, bazı Boşnaklar Endülüs’e gitmişler orada İslam’ la tanışmış ve İslam’la müşerref olmuşlar.

Ama İslam hep bazı fertlerde kalmış.

Ta ki, Osmanlı İslam Devleti buralara gelene kadar.. Osmanlı geldiğinde ise, gruplar halinde İslam’a girip İslam ordularının karaman mücahitleri olmuşlar.

Hem de asırlarca İslam için her şeylerini feda etmişler. Vezirler ve Paşalar çıkmış bu güzel muhlis kardeşlerimizin içinden.

Rabbim hepsinden razı olsun ve kıyamete kadar onları ve bizleri İslam üzerinde sabit tutsun inşallah.

Burada, yeri gelmişken can alıcı bir noktaya parmak basmak istiyorum.

İslam Ümmetinin ayrılmaz bir parçası olan Bosna ve Hersek’te de görüldüğü gibi, Boşnak’lar Fatih Sultan Mehmet Han döneminde, Osmanlı İslam Devleti yanlarına gelmeden önce, tek tanrılı bir din olan “Bengolomi Dini” ne iman ediyorlardı.

Osmanlı İslam Devleti’nin kendilerini davet ettiği İslam’ı incelediler, icraatlarına baktılar, adaletle muamele etmesine hayran kaldılar.

Ve gördüler ki; İslam akidesi ve bu akideden çıkan fikirler ile Osmanlı’nın tatbik ettiği nizam arasında tam ve mükemmel bir uyum var, ahenk var, dünya ve ahiret saadeti var.

Bu nedenle hemen bölük bölük İslam’a girdiler ve İslam Ümmeti’nin ayrılmaz bir parçası oldular.

Nitekim Resulullah (sas) efendimizin Medine’ye hicretinden yani İslam’ın sadece kafalarda ve kitaplarda bir fikir olmaktan çıkıp, Peygamberimiz(sas) tarafından İslam Devleti eliyle tatbikata başladığı andan itibaren, insanlar bölükler gruplar hatta kabileler haline İslam’a girmeye başlamışlardı.

Böyle olacağını Rabbimiz Kur’an da,“İnsanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiği göreceksin” diye müjdelemişti.

İşte bu gün, İslam ümmetinin ve tüm insanlığın çektiği acı ve ızdırapların altında yatan da budur.

Yetim ümmetin, yetim evladları olan Bosna ve Hersek’li Müslümanlar, “Devlet Baba” dedikleri Osmanlı İslam Devleti, sömürgeci kafirler tarafından tarih sahnesinden silindikten sonra, 40 – 50 yılda bir maalesef böylesi toplu katliamlara maruz kaldılar.

Rabbim bir daha böyle acıları, ne Bosna ve Hersek’li kardeşlerimize ne de dünyadaki diğer Müslümanlara bir daha göstermesin inşallah.

Düştük yine yollara ve geldik çok merak ettiğimiz o güzel mi güzel Mostar’a..

Her şeyi ile buram buram tarih kokan, camileriyle, köprüleriyle bizden olan ve kıyamete kadarda inşaAllah bizden ayrılmaz bir parça olacak olan şirin bir şehir Mostar..

Çünkü İslam’a göre, fethedilen her bir arazi yada şehir, “hükmen” kıyamete kadar Müslümanlara ait bir belde olarak kalır. Bugün bir çok belde, mesela Kudüs gibi, Belgrat gibi yada Sofya ve Atina gibi, ”Fiilen” işgal altında olsalar da, İslam arazisi ve beldeleridir..

Endülüs Emevi’nin 800 yıl hükümran olduğu İspanya ve Portekiz’in bulunduğu topraklar da “hükmen” bizimdir ve inşallah bir gün işgalden kurtarılacaklardır.

Bizler kalkıp da, bu gün “Bana ne Kudüs’ten” dersek – her ne kadar “Fiilen” yardımcı olamasak ta – imanımızı sorgulamamız lazım.. Çünkü orayı “Kutsal Belde” olarak ilan eden Allahu Teala’dır.

Mostar’la ilgili olarak burada sadece hem küçük hem de büyük Mostar köprüsünden bahsetmekle yetineceğim.

Mostar ve çevresi, Hırvatistan’a yakın bir yer olması nedeniyle Müslümanların yanı sıra Hırvat ağırlığın da olduğu bir şehir. Bu nedenle buradaki savaş, Hersek’li Müslümanlarla Hırvatlar arasında ağırlıklı olarak geçmiş.

Bosna Hersek’in orta ve Kuzey kesimlerinde Boşnaklar, güney ve güney batı kesimlerinde ise Hersek’liler var. Dolayısıyla, bu bölgede savaşanlar Hersek’liler ve Hırvat’lar olmuş ve "Her iki Mostar köprüsünün katili Hırvat’larolmuş..

Sırp olsun Hırvat olsun bu savaş vesilesiyle İslam’dan ve Osmanlı’dan kalma, cami, medrese, mezar, köprü ne varsa hepsini yıkmışlar ve yerle bir etmişler.

Mehmet Akif’in dediği “Tek dişi kalmış Canavar” ın bir örneğinin de Sırp ve Hırvat kafiri olduğunu Bosna Hersek gezimiz bize öğretti.

Ve yine bu gezi bize, şu sözünün ne kadar da doğru bir söz olduğunu bir kere daha gösterdi: “Küfür Tek bir Millettir..” 

Ziyaretimizin dördüncü günü..

Bu günü, büyük toplu katliamların yapıldığı Srebrenica’ya ve Sırbistan Devleti ile Bosna Hersek arasındaki sınırı teşkil eden meşhur Drina nehri kenarında bulunan Zivornic şehrini ziyarete ayırdık.

Srebrenica’ya varmadan bir kaç kilometre önce otobüsümüz Potoçari ismi ile anılan bir yerde durdu. Bir de ne görelim, yüzlerce bekli de binlerce yeni yapılmış beyaz mermerden mezar taşları.

Acı gerçeği rehberimizden öğreniyoruz; mezarlığın yanından geçen yolun öbür tarafı bir Akü fabrikası imiş. Savaş sırasında Birleşmiş Milletler burayı "Güvenli Bölge" ilan etmiş.

Bu nedenle de binlerce kadın, ihtiyar, çocuk vs. insan bu fabrika ve çevresine sığınmış. Burasını, dokunulmazlığı olan, özel korunan bir bölge sanmışlar..

Güvenliği korumanın Hollanda’lı askerlerde olduğu bir dönemde, Sırp kafiri ile Hollanda askerleri işbirliği yapmış, savunmasız silahsız  Boşnak kardeşlerimizi Sırp vampirleri, pırasa doğrar gibi katletmeye başlamışlar.

Bu katliamın bilançosu 8.500 – 9.000 civarında kişi şehit olmuştur. İşte Potoçari’ de gördüğümüz bu yüzlerce mezar Srebrenica şehitlerinin kabirleri imiş.

Şehitliği ziyaret ederken ağlamamak için kendimi çok zor tuttum. Hıçkırıklar boğazıma gelip düğümlendi.

Mazlumlar, mustazaflar, garipler, onların feryatları bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geldi geçti. Burada yatan çocuklar bizim çocuklarımızdır, anneler annemizdir, dedeler ebeler, bizim dedelerimiz ebelerimiz..

Et tırnaktan ayrılır mı?

“Ey bire kafir.. nasıl kıydın bunca masum cana.. Sen ne kadar alçaksın.. Sen ne kadar zalimsin ve sen ne kadar şerefsizsin..”

Şehitliğin hemen yanına yaklaşık 1.000 kişinin bir arada namaz kılabileceği üstü kapalı bir musalla yapılmış..

Öğle namazımızı burada cemaat halinde kılıyor, Kur’an okuyor ve dualar edip mahzun bir şekilde şehitlikten ayrıldık ve yolu karşı tarafındaki "Akü Fabrikası" nın hemen yanındaki, iki katlı bina içinde bulunan bir salona geçtik.

Burada bize Srebrenica katliamı ile alakalı bir saat kadar süren bir bilgilendirme toplantısı yapıldı. DVD ve Projeksiyon cihazıyla katliamdan bazı ayrıntılar gösterildi. Burada da yine hıçkırıklar herkesin boğazına düğümlendi.

Savaşın olduğu 1992 – 1995 arası bizler sıcak evlerimizde, yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda, televizyonlarda bu olayları seyrederken zaman zaman ağlıyor, dualar ediyor, mitinglere koşuyorduk ama vahşetin bu boyutlarda olduğunu bilmiyorduk.

Zaten güdümlü medya da bize tadımlık şeyler gösteriyor yada çarpıtarak anlatıyordu.. Zaten ateş de düştüğü yeri yakıp kavuruyordu..

Bu bilgilendirme toplantısı biterken, Srebrenica Belediye Başkanı' nın salona geldiği ve bizlere hitaben bir konuşma yapmak isteği söylendi.

Başkan, bizlere hoş geldiniz dedikten sonra, bu kısa ziyaretimizin kendilerini çok bahtiyar ettiğini, çok sevindiklerini, artık yalnızlık hissetmediklerini vs. belirten az ve öz bir konuşma yaptı ve her yerde bu katliamı dile getirmemizi bizlerden özellikle istedi.

Başkanın konuşmasını müteakip, mütercim kardeşimden söz istedim ve kendisine bir Hadisi Şerif hediye etmek istediğimi söyledim.

Belediye Başkanına dedim ki;

İmam Ahmet bin Hanbel, MÜSNED isimli Hadis kitabında Rasulullah (sas) efendimizin şu Hadisini nakletti:

“Rasulullah (sas), Ashabı ile birlikte oturuyordu. Onlara dedi ki;
– Ey Ashabım.. Bir gün gelecek, Konstantiniye
(İstanbul) ve Roma (bu gün ki  İtalya’nın başkenti) Fetih edilecektir. Ashabtan biri sordu:
– Ey Allah’ın Rasulü; hangisi önce fetih edilecek?
Rasulullah
(sas) dedi ki: – Önce Konstantiniye, Sonra Roma fetih edilecek..”                             

Bu hediyemin akabinde de Belediye başkanına dedim ki;

“İnşaAllah müjdelenen o güzel günler bir gün gelecek.. Bosna Hersek’li kardeşlerimizle omuz omuza vereceğiz ve sadece Roma’yı değil, Paris’i, Berlin’i, Londra’yı, Moskova’yı ve Washington’u da fetih edeceğiz ve tüm dünyaya aynen Osmanlı İslam Devleti döneminde olduğu gibi Allah’ın dinini birlikte hakim kılacağız inşaAllah..” 

Bu duygularla, 8.500 den fazla kardeşimizin katledildiği ve adeta bir kan gölüne döndürülen Akü fabrikasından ayrılırken Kitabımız Kur’an da geçen ve hükmü kıyamete kadar geçerli, Rabbimizin şu hitabı gözümün önüne geldi:

“Ey iman edenler.. Sakın ha Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin.. Onlar ancak birbirlerinin dostudurlar.. Siz ne zaman onların dinine dönerseniz/onlar gibi ve onlardan biri olursanız, o zaman sizi onlar dost edinirler..” 

 1440 yıl önce de kafirler böyle idiler.. bu gün de böyleler.. kıyamete kadar da böyle olacaklar..”

Çünkü Allah’ın sözü haktır..

İş, bizim bu hükümleri hiç mi hiç unutmamamız ve gereğini yerine getirmemizdir. Batılıları yada rengi ne olursa olsun kafirleri dost edinenler, müttefik edinenler, aslında bakar körlerdir..

Kulakları var duymazlar, gözleri var görmezler..

Potoçari’den boynumuz bükük ve mahzun bir şekilde ayrılırken, rehberimiz Srebrenica şehrinin içine girmeyeceğimizi, orada ortamın hala gergin olduğunu, katliamdan sonra şehir nüfusunun kahır ekseriyetinin Sırplar olduğunu, bu nedenle sokaklarının bile çok tenha ve ıssız olduğunu ifade etti.

Bu toplu katliamın üzerinden geçen bunca zamana rağmen bu gün hala toplu mezarlar bulunup çıkarılıyor, bunlara DNA testleri uygulanıyor kim oldukları tespit edinilmeye çalışılıyor.

Bulunan her bir şehit için, her yıl bu katliamın yapıldığı gün olan 12 Temmuz da DNA testi sonunda kimlikleri belli olan kişiler için yeniden cenaze namazları kılınıp toplu defin işlemi gerçekleştiriliyor ve şehitler yad ediliyor..

Şehitler asla ölmez..Onlar diridirler ve asla unutulmazlar.. Unutanlar utansınlar, yer yarılsın da içine girsinler.. Bizler, bizden sonra gelen nesillere bunu en ince ayrıntısına kadar anlatmak zorundayız. Tarihten ibret almayanlar; geriye, ibrete şayan bir tarih bırakmadan tarih sahnesinden silinip giderler..

Şehitlikten, şehitler ordusu ile vedalaşarak Potoçari’den ayrıldık.

Hedef şehrimiz Zivornic.. İkindiye yakın denilebilecek bir vakitte Zivornic’e varıyoruz. Burada da maalesef savaş sonrası nüfusun yaklaşık yüzde sekseni Sırp olmuş..

Yukarıda da ifade ettiğim gibi, Sırbistan Devleti ile Bosna Hersek arasındaki sınırı teşkil eden meşhur Drina nehri kenarında bulunan bu Zivornic şehri de çok katliamlara maruz kalmış.

Çünkü nehrin üstünde mevcut bir demir-çelik yapımı büyük köprüden geçip gelen Sırp katiller ordusu öyle katliamlar yapmış ki, bu nehrin günlerce kızıl renkte aktığı ve derinliği nedeniyle "Drina" adını alan bu nehir dibinde yüzlerce ceset bulunduğu söyleniyor.

Zivornic’te de otobüsten inmeyip yolumuza devam ediyoruz. Şehri çevreleyen dağlara doğru gidiyor ve dik bir yolu takip ederek 7- 8 kilometre kadar çıkıp Zivornic’ e hakim bir zirvede bulunan Müslüman köyü Kulagrad’a geliyoruz.

Bu köy, bize rehberlik eden Boşnak kardeşimizin "damatları" olduğu köy imiş. Buradan evli olması nedeniyle, geleceğimiz kendilerine haber verilmiş ve bu cömert köylü kardeşlerimiz bizim için imkanları dahilinde bir yemek hazırlamışlar.

Bir an için kendimizi Türkiye’deki bir köye gelmiş gibi hissettik.. Bizi görünce çocuklar gibi sevindiler, onlar bizi, biz de onları bağrımıza bastık..Nasıl basmayalım ki.? Rabbimiz Kur’an da,“Müslümanlar Kardeştir..” derken..

Yemek sonrası köyün inşaat halindeki camisinin alt katında, köy çocuklarının bizim için hazırladıkları bir programa katıldık..

6, 7, 8, 10 yada 15 yaşlarındaki yavrularımızın okuduğu Kur’ an ayetleri, Boşnakça ilahi ve natı şerifler, tüm kafileyi çok çok duygulandırdı.

Hayırlı ümmetin bu hayırlı evlatları, Allah’ın kelamını öyle güzel okudular ki, hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi çok zor tuttum..

Allah (cc) adı "Ümmeti Muhammed" olan ceddimize gani gani rahmet etsin. Onlar at sırtında binlerce kilometre yol kat ederek İslam sancağını ve bayrağını taa buralara dikmişler ve bu insanlar da İslam’la müşerref olmuşlar.

Camideki bu programdan sonra, köyün bitişiğindeki Osmanlı İslam Devleti öncesi yapılan fakat Osmanlılar tarafından çok güçlendirilerek kullanılan "Zivornic kalesini" görmek için yola çıkıyoruz.

Size burada yaşadığımız çok ilginç ve güzel bir olayı anlatmak istiyorum:

Adeta bir kartal yuvasını andıran kale içine girdiğimizde bizim 100 metre kadar önümüz sıra koşarak kaleye giren yaşları 10 – 15 arası değişen 6 yada 7 erkek çocuk, ”ALLAHU EKBER.. ALLAHU EKBER..  ALLAHU EKBER” diye bağırmaya başladılar..

Bu çocuklar niçin tekbir getiriyor demeye kalmadan, bu tenha mekanda araba içinde oturmakta olan genç bir kız ile erkeğin, arabayı çalıştırıp hemen oradan uzaklaştıklarını gördük..

Meğer bu kız ve erkek birer Sırp imişler ve onları bilen ve tanıyan çocuklar, adeta tekbirlerle onları korkutarak kaleden uzaklaştırdılar.. Bu olay beni çok duygulandırdı ve aynı zamanda düşündürdü de..

Kıyamet gününe kadar okunacak her bir vakitteki ezanların da başı olan ALLAHU EKBER nidası, burada da şahit olduğumuz gibi, Kafirleri tir tir titretirken, Müslümanlara Allah’ın güç, kudret ve azametini hatırlatıp, Ona olan sonsuz güvenin verdiği huzur ile Ona dayanıyor ve yalnız Ondan yardım istiyoruz.

İnanıyoruz ki, O her şeye kadirdir.. Ona sonsuz defa hamd ediyor ve şükrediyoruz.

Aynı zamanda düşündürdü de dedim; çünkü bu coğrafya öyle bir yer ki, burada tekbir getiren, kelimeyi tevhidi dillendiren her bir Müslüman, adeta “Küffarın kalbine saplanmış bir hançer” gibi anlam ifade ediyor.

İslam’dan tiksinen ve İslam’a ve tüm Müslümanlara tiksinerek bakan, alçak ve şerefsiz tüm kafirler yada Kur’an ın dediği,“Kafirler ancak bir pisliktir” ifadesiyle bire bir örtüşen bu insanlık düşmanı canavarlar, işte bu ALLAHU EKBER nidasını ve İslam nurunun ışığını Avrupa’da da söndüre bilmek için asırlarca çok çalıştılar.

Ama Allah’a hamd olsun söndüremediler ve söndüremeyecekler de inşallah. Çünkü Rabbimiz Kur’an da “Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır” diyor.

İnanıyoruz ki,“LA İLAHE İLLALLAH” kelime-i tevhidi ve “EŞ HEDÜ EL LA..” diye başlayan Kelime-i Şehadeti, bir gün gelecek bu güzel ümmetin,

“İnsanlar içinden çıkarılmış bu en hayırlı ümmetin” evlatları, Arap’ı, Acem’i, Türk’ü, Kürt’ü, Boşnak’ı Hersek’lisi, Çerkez’i, Afgan’lısı, Özbek’i.. kısacası tüm Müslümanlar, en az Osmanlı İslam Devleti döneminde olduğu gibi, tek ümmet, tek millet ve tek devlet olacaklar inşaAllah..

Evet; “Küfür tek bir millettir..”, bu mefhumun muhalifi olarak da,”İslam ümmeti tek bir millettir.”

İşin finalinde ise, malumunuz “Küfür milleti cehenneme, İslam milleti ise inşaAllah cennete” girecektir..

Bir hikaye olarak derler ki, su taşımakta olan karıncaya sormuşlar:

“- Ey karınca bu suyu nereye götürüyorsun? Karınca da cevaben;
“- İbrahim’in ateşini söndürmeye” demiş.. Demişler ki;
“- Senin taşıdığın bu bir damlacık suyla İbrahim’ in ateşi sönmez..”
Karınca, seni ve beni de kuşatan çok anlamlı bir cevap verir;
“- Söndüremesem de hiç olmazsa kimin safında olduğum belli olur.”

Bu gün ziyaretimizin beşinci ve son günü..

Allah (cc) nasip ederse öğleden sonra saat 14:00 de kalkacak uçakla İstanbul’a döneceğiz.

Dönüş öncesi, yıllarca önce 09.Aralık.1992 Çarşamba günü, Bosna savaşının en şiddetli şekilde devam ettiği günlerde Bosna Hersek’li kardeşlerim için, gözyaşları içinde yazmış olduğum aşağıdaki şiirimi kendilerine hediye ettim..

Çok sevindiler, dua ettiler ve Boşnakça’ ya çevirip Mladı Muslımanı’e ait www.mm.co.ba sitesinde yayınlayacaklarını belirtiler. Allah cümlesinden razı olsun hava alanına kadar bizi uğurlamak için geldiler. Kucaklaştık helalleştik ve tekrar buluşmak temenni ve dualarıyla ayrıldık.

Bosna Hersek seyahatim vesilesiyle bir şeyin aleni olarak bir kere daha ortaya çıktığına şahit oldum. O da şudur: "İslam asla Devletsiz olmuyor, Devlet de asla İslamsız olmuyor.."

Ey mülkün sahibi ve alemlerin Rabbi olan şanı yüce Allah’ım.

Ne olur bize yardım et, bize en kısa zamanda tekrar İslami bir Devlet nasip et, bizi İslam üzerinde sabit tut. Müslümanlar olarak sana kavuşmayı bizlere nasip et. Kafirler topluluğu karşısında bize güç ver kuvvet ver, ayaklarımızı sabitleştir.

İnanıyoruz ki Rabbim zafer ancak sendendir. Sen ol dersen her şey anında oluverir. Kur’an da diyorsun ki

”Siz benim dinime yardım ederseniz/sahip çıkarsanız, ben de size yardım ederim..” (Muhammed suresi 7)

Ey Rabbimiz, bundan sonraki hayatımızda da sana kul, Habibin Muhammed Mustafa (sas)’ ya Ümmet olmaya çalışacağız.. Ey duaları geri çevirmeyen, mülkün sahibi, alemlerin Rabbi olan şanı yüce Allah’ım, ne olur dualarımızı kabul eyle. Amin.. (16 Haziran 2007)

Hediye ettiğim O şiir: 

BOSNA’ DAN MEDİNE’ YE HİCRET

Ey Bosna’ lım,
Sen açsın, bense tok..
Sen ağlıyorsun, bense gülüyor..
Birde utanmadan diyorum ki,
Akide kardeşimsin sen..

Yazıklar olsun bana,
Yazıklar olsun tok geçen günlerime,
Yazıklar olsun, ağlarken değil,
Gülerken dökülen göz yaşlarıma..

Ey garibler.. Mazlumlar, Ey Bosna’ lılar,
Ey gaziler.. Yetimler ve dullar..
Yumruğu silah, silahı Tekbir olanlar,
Direnişe devam, şahadete kadar.

İnşallah bir gün gelecek,
Şanı yüce Allah nurunu tamamlayacak..
Sende hicret edeceksin Medine’ ye,
Yada biz senin Medine’ ne..

Bin değil, on bin değil, feda olsun yüz binler,
Feda olsun, yüz binlerce gaziler, şehitler..
Gelir var, gider yok,
Gelir cennettir.. hem de Adn cenneti..

Dirildi Bosna ile İslam Ümmeti,
Hasret dolu bakışlar Medine’ yi arıyor..
Medine yakın.. Medine Aha şuracıkta,
Elhamdulillah.. Elhamdulillah,
Muhammed’ in ordusu göründü ufukta.

Kardeşiniz Bekir YETGİNBAL


Tags:

 
 
 

6 Responses to “Bosna Hersek Seyahatim ve Srebrenica Katliamı”

  1. Gravatar of Erhan Ardor Erhan Ardor
    16. Haziran 2012 at 18:32

    Bekir Abi,
    Miraç kandilin mübarek olsun….Allah dualarını kabul etsin

  2. Gravatar of Durmuş Meletli Durmuş Meletli
    4. Temmuz 2012 at 08:08

    SELAMUN ALEYKÜM,

    TEVFİKİ İLAHİ YAR VE YARDIMCIN OLSUN.
    BAŞARILARINIZIN DEVAMINI KADİRİ ZÜLCELALDEN DİLERİM.

  3. Gravatar of Rasim ŞAHİN Rasim ŞAHİN
    4. Ağustos 2012 at 00:44

    Bekir Bey,

    Göndermiş olduğunuz yazıları vaktim olduğu müddetçe okumaya çalışıyorum. Bir gezi anlatılsa anlatılsa, ancak bu kadar güzel bir şekilde anlatılır ve kaleme alınır. Yüreğinize sağlık. Başarılarınızın devam etmesi dileği ile… Yüce Mevlam kaleminize güç ve kuvvet versin. (Amin)!

  4. Gravatar of Hasan AYDOĞAN Hasan AYDOĞAN
    7. Ağustos 2012 at 12:52

    Bekir Bey çok çok güzel anlatmışsınız yeniden Bosna Hersek’e gitmiş oldum sizin aracılığınızile. İnsanın ziyaret etmesi gereken önemli yerlerden biri Bosna Hersek.

    Selam ve dua ile

  5. Gravatar of Gökhan Karakurt Gökhan Karakurt
    24. Mart 2013 at 18:44

    Bekir bey

    Gerçekten içten içe tüm ayrıntılı olarak duygularınızı anlatmış, dile getirmişsiniz. Uzun zamandır gitmek istediğim yerlerden biridir Bosna Hersek. Rabbim nasip ederse bende gideceğim İnşallah.. Saygılarımla

  6. Gravatar of Uğur ECEVİT Uğur ECEVİT
    14. Şubat 2014 at 11:42

    S.A. BEKİR ABİ

    YAZILARINIZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM. HEP TAKİP ETMEYE ÇALIŞIYORUM. BU BİR GÖNÜL HİZMETİ. PARAYLA PULLA OLACAK İŞ DEĞİL, ALLAH SİZİN GİBİ KARDEŞLERİMİZİN YARDIMCISI OLSUN.

    ALLAH’A EMANET OLUNUZ. SAYGILARIMLA

Bir cevap yazın